in

Kültürsüz Dil, Dilsiz Kültür

İlk başta, en ilk başta hayat yalındı. Resimler, mağaraların duvarlarına dökülünceye kadar hayat olabildiğince yalındı. Belki duvarlara en ilkin resim yapan kendinden bir iz bırakmak isteyendi. Ondan önceki bütün izler, yaşayıp geçmiş birilerine ait olan, birer hikâyesi olan yaşam izleriydi. İlk insanlardan sonraki kuşak için, ilk insanlara ait birer kalıntı olan bu izler kültürün başlangıcı oldu. Mağara duvarlarındaki resimler de bu anlamda bir dil değildi. Her türlü çağrışımlara açık olan, gölgenin de gölgesi olan kültür-sanatın bir dil olması belki de pek mümkün değildi.

Kültür sözcüğünün etimolojik kökenine baktığımızda karşımıza kült sözcüğü çıkar… “Kült” sözcüğü Türkçe ‘ye Fransızca culte‘ sözcüğünden gelir. Sözcüklerin temel kökü ise Latince cultus yani “tapınma”dır. Tapınma sözcüğü dinsel anlamının dışında bir bağlılık içerir. Kültür, bağlı olunandır. Dil ise kişileri kültürlerine bağlayan iplik gibidir. Peki, en başta dil mi vardı kültür mü? Dil mi kültürü oluşturdu, kültür mü dili… Elbette kültür vardı, yaşamın olduğu her yerde bir birikme vardır. Ve dil, bu kültürlenmenin çiçeklenmesi olabilirdi.

Kültür birikmiş dil gibiydi. Üst üste binmiş çeşitli görsel, işitsel duyusal diller sarmalı… Konuşulan dil, bu kültür birikintisindeki dillerden yalnızca biri. Ve deyim yerindeyse bu yosunlu göldeki dillerden birini almaya kalktığınızda, diğerleri de beraber gelir. Yani kültür olan, yaşam olan, alışkanlık olan, gelenek görenek olan… Yosun da yosun…

Dil sözcüğüne bakalım. Çağrışım sözcükleri; dilmek, dilim, kapının dili, dilek…

Dilde ilk insanın yalınlığına uymayacak bir kalıp var. Bir takım simgeler dizgesi,  anlaşmaya imkân sağlıyorsa zamanla yeni bir tahakküm biçimi oluşturuyor. Bazen demek istediğimiz asla o değilken, dilin olanaklarının duvarlarında seken bir top gibi sıkıntıdan patlıyoruz.  İşte burada devreye kültür giriyor. Dil dışarılık bir giysi ise, kültür içliktir. İnsanı dilin kurgusal gerginliğinden kurtaracak “dolu boşluktur kültür.

Dil, kültür tarlasını belleyen bir bel misali, kültürü canlı tutar. Dönüştürür, aktarır. İlk insan avlanır, toplayıcılıkla geçinir barınma ve güvenlik ihtiyacını giderirdi. Gün kavramı vardı. Ertesi gün, dün, hafta kavramı yoktu. Mevsimleri bilirdi, yaşamsal öneme sahip oldukları için. Her gün yeniden sıfıra doğan insandı ilk insan. Her günü sıfırınca gündü. Bizler gibi dil yolu ile soyut alanlara yerleşme özelliği göstermezdi.  Yaşam gözleriyle anlaşabilmelerine yetecek kadar yalındı. Konuşma olmadığı için yalan da yoktu. Gizlenecek bir şey olmadığı için anlaşmayı zorlaştıracak pürüzler yoktu. Her şey göz önündeydi ve göz gördüğünü biliyordu. İnsanın iç doğasını oluşturan duygular dış doğa ile uyum içinde olduğu için suda yüzen balığın içindeki su misali osmotik bir yaşam sürüyordu ilk insan… Henüz büründüğü doğa içerisinde çeşitli vahşi hayvanları ve doğal afetleri bir kenara bırakırsak, insan olarak bir “öteki” olmadığı için bölünme yoktu ve dil de yoktu. Ne zamanki insan çoğaldı, yeni yerlerde ulaşılmaz kalabalıklar oldu… “ha hu la” sesleri yetmemeye başladı, işte o zaman dilindi bu bütünlük…  Katur kutur bir kültürlenme başladı. Dil düşürdü kültürün bütün kültelerini… “Yaşana- gidenlerin oluşturduğu bir kala-duran tortusu” oluşum diyebiliriz kültür için… Tıpkı dil gibi nesilden nesile geçer… Değişir, dönüşür…  “Biz” yerine “ben” olanın evrimidir kültürden dilin oluşumu…  Kültür orada durmak, derinleşmek ve filizlenmektir. İşte dil bu kültür ağacının deyim yerindeyse filizleri gibidir. Kökün kokusunu verir dal.

Kimdi o ilk konuşan, konuşmaya niçin ihtiyaç duydu… Ne dedi, “aaa bak rüzgâr” mı, “aaa bak güneş” mi… “nehir akıyor”, “su yürüyor” mu? Suyun yürümesi gibiyse insanın doğayla barışıklığı, kim konuşsundu ki yürüyorum diye… Bir sorun bir sorun olmalı mutlaka, bir aksaklıktır çünkü dil, yerinden oynayıp duran bir eşyanın altına destek olsun diye konulmuş bir tampondur. Bir eksiklik olmasaydı kimse konuşmazdı. Bir yerde bozulmuş olmalı doku… Dil yaradır. Sözcükler kanar. Bazen salt duygu suları şeklinde kanar, bazen kendi kanamasını susturur. Sıfır noktasındaki bir konuşmadan söz edemeyiz. Biri ilk kez konuştu ve sonradan söylenen her şey, o ilk konuşulana, bunca dolaşık olduğuna bakmayın, zincirleme bir yanıttı. Şimdiki bütün konuşmalar, şu an konuşmakta olduğumuz dil yalnızca susmak, susabilmek için. O en ilkinki yalın suskunluğa susamışlığı gidermek için. Kaçık gözeyi tamamlamak için yeryüzündeki bütün bu konuşma örgüsü… Bin bir desen, bin bir örgü… Herkes bir çeşidini denemek istemiş olmalı… Yoksa bu kadar çok dil olur muydu? Şaka bir yana bugün bunca farklı dillerden söz ediyorsak; İngilizce, Almanca, Fransızca… Hepsi farklı kültürler olmalarının sonucu…  Farklı yaşantılar farklı kültürler biriktirir… Farklı kültürler de farklı dillerle çatallanır… Sözcüklerin o kültürlere göre duygusal, tarihsel renkleri ya da sıcaklıkları vardır.

Kimdi o ilk konuşan? Öncelikle konuşmak için dert, sıkıntı zorluk ya da haddinden fazla coşku sevinç duymuş olmalı… Kimdi o ilk sesi çıkaran, barışıklığı bozan…  Kimdi o anlaşmak için anlamlardan “an” lar koparan… Anlamlardan kopan “an” lar dildir. Yere düşerek “anı” olurlar. Düştüğü yerin coğrafyasına göre anılar da tarih bilinciyle tozlanarak kültürü oluştururlar. Kültür çoğu zaman dil yoluyla canlanır. Hayat bulur. Dil kültür korunu harlandıran maşa gibidir…

Kimdi o ilk konuşan? Doğanın büyüsel düzenine duyduğu şükran duygusundan duyduğu sevincini nereye koyacağını bilemeyerek bu sevinçle “heyyy “diye bağıran biri mi,  dümdüzse yol, hiç bir pürüz yoksa hayat gözlerin anlaşmak için yeteceği kadar yalınsa… Niçin konuşulmuş olsundu ki… Konuşmak insanın bir tür doğaya yabancılaşması olabilir mi?  Hem kendi doğasına hem içinde olduğu doğaya yabancılaşması…

Dil bir örgü kurar. Aynı zamanda ağdır, aynı zamanda desen olan. Dilin desenliği kültürle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Tek bir sözcük, onu kullanan topluluğunu ona yüklediği tarihsel, duygusal, geleneksel anlamlar yüzünden aynı anlama gelse de farklı etki yaratabilir. Söyleniş biçimindeki farklılıktan kaynaklanan duyusal anlam da bu farklı etkiye örnek olarak verilebilir. Örneğin Malatya’da özlemek yerine kullanılan “öksemek” sözcüğü…  Çocukluğunda özlemek yerine hep bu sözcüğün kullanımına alışmış bir yetişkin uzun yıllar sonra bu sözcüğü duyduğunda, duyduğu yalnızca özlemenin yöresel biçimi değildir. Aynı zamanda “…sine tahtasına vuran gurbet yumaklarından saçta pişen katmer karalarına kadar çini bir sıçrama”  yaşar. Pek de ne dediğimin anlaşılmadığı bu cümle, o sözcüğün aynı zamanda nasıl bir kültüre ait olduğunu ifade etmektedir. Özledim değil de “öksedim” demek sanki özlemeyi daha gerçek ifade eder gibidir.

Neden bir dili öğrenmek bir kültürü öğrenmek değildir? Neden sonradan öğrenilen dillerde hep bir şeyler eksik kalır? Örneğin ne kadar iyi Türkçe öğrenirse öğrensin bir kişi deyimlerimizi, atasözlerimizi, bir söz öbeğine sinen, onların salt o sözcük olmaları dışındaki kullanımlarına özgü anlamları bilmiyorsa anlaşmakta güçlük çekebilir. İşte kültürün dile etkisi burada devreye girer. Batı dillerinde çoğu zaman bir sözcük o sözcüğün kendisidir. Ülkemize gelen kimi yabancılar bizim kültürümüze özgü olan söz öbeklerini kullandıklarında tuhaf bir yadırgama hissederiz. Örneğin bir Fransız ona nasılsın diye sorduğumuzda “Çok şükür” dediğinde ya da şaşırdığında “Allah Allah” dediğinde yadırgarız. Sanki biz o sözcükleri söylemek için neler çekmişizdir, onun böylece kolayca söyleyebilmesi, koca bir tarihi devirir gibidir… Dil artan bir şeydir çünkü yaşayan bir şeyden.

Yazan Tersla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Eski NASA Çalışanı: 1970’lerde Mars’ta Yaşam Bulduk Ama Görmezden Geldiler

Esrarengiz Sanatçı Banksy’yi Çalışırken Gösteren Fotoğraflar Yayımlandı