Sabahın erken saatlerinde başlıyor ölüm salaları… Ve gün boyunca sürüp gidiyor. Kasabanın dört bir yanını kaplıyor bu ölüm sesleri. Her mahalleden ayrı bir terennüm yükseliyor. Aralıksız devam ediyor “öbür dünya”nın iç karartıcı, korku ve endişe veren tiratları.
Her camiden ayrı ayrı yükselen bu salalara belediyenin “ölüm ilanları” da katılıyor. Ağzının içiyle konuşan çatlak sesli kadınlar ile otobüs terminallerinde hareket saatini, Afrika yerlilerinin dilleriyle bildiriyormuş izlenimi veren adamlar; gün boyunca ölüm indiriyorlar gökten yeryüzüne…
Bu salalar ve ölüm ilanları ile iç içe yaşamaya alışmış kasabanın öbür dünya yolcuları, gün boyunca yüzlerindeki ölüm korkusu ile sanki kapana kıstırılmış bir Kızılgerdan kuşu gibi bir o köşeye bir bu köşeye çarpıp duruyorlar.
Bu toplum, nasıl oluyor da ölümle bu kadar burun buruna yaşayabiliyor? Her anı ölümü hatırlatan yaşam kesitleri. Yaşar Kemal’in bir öyküsünü okumuştum yıllar önce… Ölümden kaçan bir adamı anlatıyordu. Adam tüm hayatı boyunca ölümden kaçıyordu. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir geziyordu. Sanki ölüm kovalıyor, o kaçıyordu. Oldukça dramatik bir öyküydü. Uzun yıllar aklımdan çıkmadı. Bugün dahi kimi zaman bu öyküyü düşünürüm.
Toplumun ruhsal dünyası karanlık… Her gün mezarlıklar içinde yaşıyor. Dinsel referanslar toplumun iliklerine kadar işlemiş! Her Allah’ın günü bu mistik havayı soluyup duruyor. Öyle ki bu dinsel buyurganlık bireyleri depresif bir hale sokmuş… Hayatın çok ama çok güzel pırıltıları olduğunun farkında olmayan hasta ruhlu bireyler doldurmuş her yanı. Mesala, Cahit Sıtkı gibi bakamıyorlar hayata:
“Ve gönül Tanrısına der ki:
-Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!”
Ne bileyim, Cemal Süreya gibi, son nefesinde bile korkusuz…
“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir..
Üstü kalsın..”
Yine aynı konuda, Yahya Kemal de yukarıdaki şairlerden aşağı kalmaz:
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde.”
Beynini bir an bile dinsel düşüncelerin esaretinden koparamayan, korku ve endişe içinde yaşayan zavallı insanlar… Her gün yarın ölecekmiş gibi yaşanır mı? Bunu salık veren inanç sisteminin amacı ne olabilir? Bunu yanıtlamak hiç de kolay değil…
Bu toplum şairin de yazdığı gibi “asude”liği sevmez mi? Akşamdan defne ağaçlarına tüneyen, sabahları da “ölüm salaları” yerine, cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanmak istemez mi? Sabah sabah nar çiçeklerinin arasında şakıyan bülbülü dinlemek ne güzel olurdu…
Ne diyordu Nazım, “Yaşamaya Dair” adlı şiirinde:
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak, yani ağır bastığından.”
Ne var ki hep ağır melodramları seviyoruz. Bile isteye bu arabesk havayı soluyoruz. Ruhumuz bir cendere altında eziliyor eziliyor…