Niçin geçmişe bu kadar çok takılı yaşarız? Olmayan kitaplar hakkında bir eleştiri kitabı yazan bir yazar vardı. Şu an adını anımsamıyorum. Ortada olmayan kitaplar hakkında yazılmış eleştiri yazılarını okumak belki kimsenin hoşuna gitmez ancak böyle bir kitap yazmış olmak sadece tavır olarak bile soyut sanat yaratıyor. Örneğin geçmişe takılı kalmak üzerine düşünürken, düşüncelerimizi açımlayacak bir örnek ararken, işte varlığı ile elimizin altında durur, olmayan yazılara eleştiri kitabı ve şöyle diyebiliriz; geçmişe takılı yaşamak, olmayan kitaplar hakkında eleştiri yazıları yazmaya benzer…
Geçmişe takılı kalmanın nedenlerinden biri şimdi korkusu mu? Şimdide bir daralma mı? Ruhumuzun gömlek değiştirmesi mi? Ruhun devinebileceği bir uzam yaratma isteği mi? Yaşıyor olduğumuzu her an hatırlayıp, tanıklarla birlikte kanıtlayıp, yaşayacağımıza bir güç isteği mi? Yaşadım, yaşıyorum, yaşayacağım…
Kolektif hafıza ile kolektif bilinç ile mi ilgili? Korunma içgüdüsü mü geleceğe doğru savrulurken uçurumun kenarında tutunduğumuz otlar mı? Benim o, diyerek hayatına sımsıkı sarılmak mı; yer yer keşke ile yer yer pişmanlıkla… Neden durmadan genel bir değerlendirmeye ihtiyaç duyarız? Neden durmadan Orpheus mitindeki Eurydice gibi arkamıza bakmaya… Keşke ile geçmiş neden bu kadar kardeş? (Eurdydice arkasına baktığı an yeryüzüne çıkma hakkını kaybeder)
Anneler mi geçmişi en çok tazeler, rahmin badanası gibi, babalar mı en çok şimdidedir?
Kuşkuların kuşkanasında* durmadan geçmişle ilgili ne kaynar?
Doğan güneşin ritminde niçin yaşayıp gitmeyiz? Antigone’bağırır, kardeşimin cesedi ortada kalmayacak, Hamlet’in gözlerini kan bürür, babamın intikamı… Vişne Bahçesi’nde geçmişe özlemin burukluğu canlanır, kanlanır, insan olur…
Oedipus geçmişi yani kehaneti o kadar kafaya takmasaydı başına gelenlerden kaçabilir miydi? Kendi kendine kurduğu tuzaktan…
Geçmişi düşünüyoruz çünkü geleceğin bilinmezliği bizi ürkütüyor. Tam da bu ürküntü yıkıma neden olan… Çünkü arada kaçan hep bir şimdi var. Yuvarlana yuvarlana gelecek olan bir şimdi… Eğer kahırla, pişmanlıkla, başımıza gelen olayların üzücülüğü ile bir yıkım gibi anımısyorsak geçmişi, şimdinin vişnesi çürür ve geleceğin vişne şarabı çürük vişneden olduğu için zehirler…
Eğer mutlu, güzel anımsıyorsak zaten üstünde fazla durmayız. Hemen geçer şimdiye odaklanırız. Öyle ki sevinçle bile hatırlamanın fazlası geçmişi zarardır bu kez devreye nostalji kavramı, asla geri gelmeyecek bir geçmişe özlem ve dolayısı ile melankoli girer. Melankoli iser yaratıcı kişiler için kontrol mekanizması öğrenilebilecek bir canavar olabilir ancak herkes için öyle değil, üzücü sonuçları da olabilen bir hastalık, bir varoluş…
Baudelaire bilmem kaç kez ev değiştirmiş. Ev hep geçmişimizi taşıdığımız ırmak yatağı… Ev bellek… Ev zamanlar arasında bir bütünsellik şart koşar. Geçmişi geleceğe ulayamıyorsak, düşüncelerimizi yayamıyorsak, benimseyemeyiz… Belki de çoğu yazarın, sanatçının aylak yaşaması, otellerde rahat edebilmesi bir tür belleksizleşme arzusudur.
Nora’ da geçmiş fırlayıp gelir. Geçmiş canlıdır. Ve Nora’da başka bir konu daha ön plana gelir; kadınların geçmişi ile erkeklerin geçmişi aynı mı?
Sürekli hayıflanan, şöyle olsaydı böyle olmazdı, böyle olsaydı şöyle olmazdı diyen… Bir dizi geçmişin tespihini çekmekle yaşayan kişi zihinsel olarak hep genç kalma isteğinde olan, yaşlılıkla baş edemeyen kişi olabilir mi? Niçin hepimizi bir anda şimdiki zamandan kovar? Bir hipnotizmacı olabilir mi? Ya da bir psikanaliz…
Ya bizi götürdüğü yerlerden geri getirmeyi başaramazsa? Biz hayal gücü güçlü kişileri…
Anlatıcılar, masalcılar bunu yapar… Bizi zihinsel bir yolculuğa çıkarır. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin geçmişin ışığı hep bir kandildir, gaz lambasıdır. Hayallerimiz duvarda dans eder…
İşte geçmişten söz etmenin de böyle güçlü bir etkisi var.
Kimse birbirine yaşamadığı bir şeyi ya da görmediği bir rüyayı anlatmaz. Başı sonu bellidir. Bitmiştir. Öykü oluşu da bundandır. Artık bizden çıkmıştır, anlatabilecek düzeyde dışsallaşmıştır. Doğmuştur.
Öyleyse geçmişin sürüp gitmesinin nedeni öykülerin bitmeyişi. Bitmeyen hesaplaşmalar… Sürekli geçmişte takılı kalıp orada yaşamak yerine her şeyi bilincin ışığı ile düşünüp yerine asmalı belki de…
Olan biten neydi? Niçin kurtulamıyorum?
Şüphe şüpheyi kin kini çoğaltır. Sözcükler başkası için kullansak da bizimdir. İyi ya da kötü bir kökünün de biz de olması gerekir. Ne olduğunu bilmek eylemdir. Sözcükler eylemden gelir. Havada uçuşan sözcükleri kullanmaz kimse. Başkasını itham etmek için söylesek bile bizde ayağı yere sağlam basar. Bir kullanım alışkanlığı giderek söylediğimiz şeyi biz yapar…
Geçmişin etkisinde yaşayan gölge kişiler olarak belki de netlikten korkuyoruz. Tam da söylerken olduğumuz şeyden…
Belki de sürekli geçmişten konuşmak ortak yaşam konusunda gizli bir birlik sağlıyordur. Biz oluşumuz her daim geçmişle gıcır.
Geçmişe takılı kalmak akışı keser. Çalışkanlık sessizdir, geçmiş durmadan konuşur. Şimdiyi oyalar… Dürüstlük çalışkanlıkla ışıldar, geçmiş korkaktır, ölüdür, üzüntüdür. Sevinçli güzel günlerden söz etsek bile olmayan kitap eleştirileri okumak gibidir. Alıkoyar. Ama yaptığı bir şey de vardır. Ne olursa olsun bir dirençtir. Durmadan her eşya karşı çıkmak ve eskiden böyle değildi, bizim zamanımızda… Diye söze başlamak… Don Kişot’un yel değirmenleri komiktir ama bir direnç yaratır… Belki de geçmiş hakkında hep konuşmak da yok olmayacak bir şeye sonsuza kadar dikkat çekmektir. Yok, olmayacak bir güçtür. Hep birlikte ruhumuzdan yürüyüp giden bir ağaçmışız gibi… Kökleri derinde…
Borges’in Kum Kitabı öyküsünde savrulan kuma benzettiği başı sonu olmayan, görünce çok ilgisini çeken, değerli şeylerini, kutsal kitabı vs.. takas ederek aldığı bir kitaptan söz eder. Kitap giderek bir kabusa dönüşmüştür. Sonunda gizlice ulusal kütüphaneye bırakır öykü kahramanı. Orada sözü edilen kitap, zamandır. Belki de bizler sürekli zaman hakkında konuşarak, takvimle, planla programla bu sonsuzluk kitabıyla, kum kitabı ile baş etmeye çalışıyoruz.
*yerel ağızda tencere