Henry Ford, hayvanların mezbahaya taşınmasını, bir şerit üzerinde ilerleyip birkaç kişi tarafından parçalanıp paketlenmesine kadar olan iş gücü dağılımını, kendi araçlarının üretimindeki fabrikasyon sistemine uyarlama başarısıyla bilinir. Yürüyen şerit ve çeşitli işlemlerin üretim bandında bölünmesi örneği, geniş bir ölçekte uygulanabilir. Hatta Nazilerin, trenlere bindirip toplama kamplarına yolladığı Yahudilerin yok edilme süreci, bu kavram altında incelenir. McDonald’s’ta bir hamburgerin birkaç kişi tarafından üretilmesi de benzer bir şekilde değerlendirilebilir.
Günümüzde, McDonald’s’ın standardize edilmiş sürede herkesin bu hamburger yapımı işinin sadece tek bir kısmında eğitildiği, yerine kolayca bir başkasının geçebileceği şekilde vasıfsızlaştırılmış banka çalışanları, muhasebeciler, satış temsilcileri ve hatta tasarımcılar gibi, sadece ilgili ürünün bir kısmını tanıyabilen ve genellikle bilgisayar programlarının hallettiği bir arabirimde yansıtılan sonuçlar kadar kendisine öğretilmiş, değiştirilebilir çalışan birimlere dönüşmüştür.
(Serdar Kuzuloglu) İstanbul’da bir markadan hırka sipariş ettiğinizde, kargo şubesi Gaziantep’te çıkıyor; üzerine etiket ekleyen kişi firma hakkında bilgi sahibi değil ve tasarımcısı belki yurt dışında, marka geleneğini sadece web sitesinden okumuş olabilir. Bu nedenle devam eden bir tasarım üretilmesi zor. Her şey birbirinden kopuk, değiştirilebilir, harcanabilir.
Aynı durum telefonlarımız için de geçerli. Hiçbir uygulama ile bağımız yok. Yazılımcının onu geliştirmesi için bir beklentimiz yok çünkü hemen indirip tüketebileceğimiz daha iyi arabirimler her zaman mevcut. Chat programlarında da sevmediğimizi sola kaydırarak beğendiğimizle ilişkimizi hızlıca yaşayıp işlem tamamlandığında onu blokluyor, yeni bir arama işlemine geçiyoruz. Şu anki haliyle komplo teorilerinin “Bize Chip Takacaklar” söylemi oldukça gereksiz, çünkü zaten reklam pazarlanan ünitelere dönüşmüş durumdayız.
Sevimli paketlerde gülen tavukların ve ineklerin midemize girmek için can atıyor gözüktüğü, tuhaf logolu etleri alıp kızartırken, bazen haberlerde yediğimiz hayvanların nasıl öldürüldüğü ve ne şartlarda yaşadığı ile ilgili çok da alakamız olmadan bu endüstriyel eziyetin süregeldiği üretim bandının son kısmındaki rahat tüketici koltuğumuzdan kanal değiştirip Dünya’nın herhangi bir yerindeki savaşı tıpkı film seyreder gibi oturma odamızda sıkılana kadar izliyoruz. Bu duyarsızlık hali, bizi gerçekte ne olduğu ile ilgili empati geliştiremeden, simüle edilmiş bir ortamda, bir fanusun içinde yaşamamıza neden oluyor.
Boğazımıza kadar toksik ve linç kültürünü benimsemiş bir toplum içinde karakterimizin giderek silikleşmesi, tektipleşmesi; yani bir bakıma yok olmanın ne demek olduğunu sokaktaki röntgencilik ve baskıdan başlayıp, televizyonda iktidar normlarının altını çizmek için kullanılan ortam ve senaryo ile bilinçlerde bambaşka oluşumlara, yepyeni tektip kişilerin oluşturulmasına kadar gidebilir. Herhalde yıllar içinde birebir tanık olarak biraz düşünüp açıkça görebildiğinizi varsayıyorum.
Deli Yürek’i izleyip siyah takım elbiseyle dolaşanlara rastladık; “Kulağıma ezan okumaya bile tenezzül etmeyen bir adamın selasını veriyorum” diye babasını öldüren senaryoları izleyip arkadaşlarına tekrar ederek racon kasan, bu sahnenin ağızdan ağıza yayılarak hödükleşmeye yol açtığını; cinsiyetçiliğin farklı boyutlarını, kadın olmanın espirilerle aşağılandığı programları izledik. En uç örneği de ünlü Türk Aile Yapısının Ana figürü Anadolu kadını, şu garip ANALAR diyerek kadın oluşun bir nevi Adamlaştırıldığı görüntülere şahit olduk. Dayakların tertemiz işlenişlerini gördük hep birlikte. Şehir yaşamına uyum sağlamaya çalışanların korkulu rüyası elitist Lemanyak ve muadillerinden, şaşkın, akılsız eğitimsiz köylü kurnazlarının baş belalısı (yazarını çok beğendiğim ???? ) Avrupa Yakası’ndan bahsetmiyorum bile. Yetenekli ellerde en Masum(!) düşüncelerinizin sırıtan senaristlerin elindeki karakter çizimleriyle hinlik peşinde, asağılık kompleksleri yaşayan insancıklara dönüştüğü, böyle gösterildiği, kendi belirledikleri delilik, cinsiyet, statü normali sınırları içerisinde olmayanın tamamen akıl dışı, yabancılaştırılması gerekenler olarak yansıtıldığını hep beraber izledik. Bol bol güldük, eğlendik. Olması gereken buydu herhalde, ne bileyim…
Sonuç olarak, okuldan işyerine, askeriye’den hastane’ye her türlü hizmet veren kurumun tektipleşme ve iktidar vurgusunu normalleştirme birimi olarak çalıştığı, aslında bizi de bu şekilde davranıp birbirimizi gözlediğimiz bir hale sokan, tıpkı yolda “EDS” yazan kamerasız şeritlerden geçmeye korkar hale getirdiği gibi bir otokontrol ihtiyacı ile “ve ayrıca doğrusu buymuş gibi” sonunda yine sokaklardaki denetçilik ve röntgencilik pozisyonumuzu her defasında yeniden dizayn ederek bu döngüyü kendi iktidarının normali ile güncelleyip devam ettirmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
“Hasta Toplumlar” konusu işlenirken kitap içerisinde tuhaf geleneklere örnek olarak 4000 yıldır balık yemeyen bir toplumdan bahsediliyordu. Yani bu tropikal iklimde yaşayan topluluk, yaklaşık 4000 yıl önce birkaçı zehirli balık yiyerek öldüğü için bir gelenek geliştirmişler ve Tanrıların balık yemelerini yasakladığını düşünmüşler.
Avusturalya yerlileri İngilizler tarafından işgal edildiğinde avcı karılarını İngiliz köpekleri ile takas etmişler, çünkü geleneklerinde kadının yeri mülkiyet gibi işliyor. Bin yıllardır tüberküloz, kolera gibi hastalıklardan çocukları ölen halklar var ve bunların etrafta buldukları her yere dışkı bırakan bir toplum olmaları ile bağını çözemiyorlar çünkü o ölüm eşiği yeterince aşılmamış olmalı ki Avrupa’daki Veba salgınındaki gibi önce kedileri öldürüp sonra neden hala devam ediyor diye oturup düşünme kısmına henüz gelmemiş olmalılar. Geleneklerinde uzakta bir tuvalet fikri yok. Bu arada Bangladeş’te sokağa dışkılamak daha birkaç yıl önce yasaklanmış.
Bir bölgeye ziyarete giden helikoptere mızrak atan yerlileri uzaktan izleyen antropologların bölge üzerinde rotası bulunan bir uçağa önce mızrak fırlattıkları, ölmediğini görünce her geçişinde onun bulundukları araziye inmesi için adaklar adayıp bu Tanrısal varlığın kendilerine uğur getirdiğini düşündükleri ritüeller düzenlediklerini gözlemlemişler.
Kurban ritüeli de İslam öncesi pagan oluşumlardan gelen geleneklerden. İslam bunun şeklini değiştirmiş. Aslında onu da önce “Günah Keçisi” olarak pagan kültürü geliştirmiş. İşin aslı, kurban ettiğin varlığın henüz bir günah işlememiş olması. Bunun sebebi, bir emelin gerçekleşmesi için bir varlığı kurban eden kişinin öldürdüğünün günahlarını üstleneceği fikri. Dolayısı ile bebek kurban etmek giderek keçilere yaptığı hataları anlatıp uçurumdan yuvarlamaya, onların da günahsız olduğu gibi yeni akımlara yol açarak dönüşmüş durumda.
Bazı toplumların daha ileri gitmesi var, mesela J. Diamond bunu tüfek, mikrop ve çeliğe bağlamış. Örneğin, Afrika toplumları iki bin yıldır birbirlerine sadece kız kaçırma vb. gibi küçük olaylar dışında büyük savaşlar yaparak teknolojiyi ilerletebilecekleri şans elde edememişler. Birbirlerine sadece aynı klanda bulunan farklı bir virüs bulaştıracakları kadar da yakınlaşmamışlar. Barut, ateşli silahlar vb. geliştirmemiş olmaları da evlerinin en fazla kerpiçten yapılmış primitif mimarisiyle hiç gelişmemiş.
Ancak Avrupa onların vatanına geldiğinde hem virüslerle hem birbirleriyle yaptıkları savaşlarda teknoloji geliştirmek zorunda kalmalarıyla bel ki arada bin yıllık bir farkla gelmiş. Normal olarak her geriden gelen toplum gibi köleleşmişler. Yakında bizim de sonumuz bu gibi ????
Türkiye’de özel bir linç kültürü var. Tüm dünyada görebilirsiniz evet ama bu kadar toksik olması, akılsızca, sadece saldırı için planlanmış, hiçbir empati sınırı olmayan, okumuşu okumamışı, lisanslısı doçenti profesörü, senaristi, karikatüristi, memuru halkı herkes, her bir şey bir başkasını linç etme üzerine kurulmuş. İnanılmaz. Halk sokakta yürüyor, bir lider diyor ki %50’yi zor tutuyoruz. Azınlık grup bir yerde oturup eğleniyor FB’dan bir grup bulundukları yere gidip basıyor ve bu tamamen legal. İnanılmaz bir şey.
Hasta ruhlu geleneklerden gelen bir kültürün her alandaki yanlış ilerleyişine tanık olduğumuzu düşünüyorum.
Sevgiler.
Kaynaklar:
Toplumun McDonald’slaştırılması – George Ritzer,
Simülakrlar ve Simülasyon – Jean Baudrillard,
Özne ve İktidar – Michel Foucault,
Hasta Toplumlar – Robert B. Edgerton,
Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond,
Sapiens – Yuval Noah,
Türkiye’nin Linç Rejimi – Tanıl Bora
Corona Gunlukleri – Serdar Kuzuloglu