in , ,

The Zone of Interest Filmi ve Bizim Büyük Konfor Düşkünlüğümüz Üzerine*

*Filmi izlemeden önce öğrenilmesi durumunda izleyicinin film ile ilgili düşüncelerini veya alacağı hazzı etkileyebilecek açıklama ve ipuçları içerir.

 

Nazi kumandanı ve ailesi ile ilgili olan bu film, tadını çıkardığımız modern hayat konforlarımız hakkında bir şeyler anlatıyor olabilir mi? Dünyayı bizim gibi sınıf bilinci üzerinden tahlil etme hastalığına yakalanmış dermansızlardan biri iseniz ‘Hell, yeah!!’ dediğinizi duyar gibiyiz- Allah size kolaylık versin. Yok, öyle birisi değilseniz, güzel haber, işte bu yazı tam size göre!

Refah ve mutluluk, başkalarının sömürülmesi ya da baskı altına alınması sonucu ortaya çıkan şeyler midir?

Bazılarımız için hayatı kolaylaştıran ürünlerin ya da eğlenceli yaşayış biçimlerinin arkasında gizlenen şey diğerleri için baskı ve şiddet olabilir mi?

Bu yazımızda The Zone of Interest (Jonathan Glazer,2023) filminin bizlere sordurduğu sorulara çeşitli yanıtlar bulmaya çalışacağız.

Film, Adolf Hitler’in Nihai Çözüm adını verdiği, kasıtlı ve planlı olarak gerçekleştirilen toplu katliam yönteminin geliştirilmesinde kilit rol oynayan Rudolf Höss isimli Auschwitz kumandanının öz yaşam öyküsüne dayanıyor. Filmin alametifarikası da tam olarak burada yatıyor. Daha önce izlediğimiz ikinci dünya savaşı filmlerinde olayları çoğunlukla soykırım mağdurlarının gözünden takip ederken, Jonathan Glazer oyunu değiştiren o müthiş numarasını yapıyor ve esas faillerden biri olan kumandan Höss (Christian Friedel) ve ailesinin sıradan günlük yaşamını filmin odağına alıyor.

Tabii burada akıllara hemen Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı (1963) kitabı geliyor.

Glazer, bu fikri alıyor ve adeta el arttırarak burjuva sınıfının bayağı mutluluk ve refah düşkünlüğünün arkasında pek de hoş olmayan bazı gerçekler olduğunu ve etrafımızı çepeçevre saran günümüz kapitalizminin bizlerden nasıl birer Nazi kumandanı benzeri failler yarattığını daha önce örneği görülmemiş bir etkileyicilikle gözler önüne seriyor.

Yönetmen Jonathan Glazer Guardian’daki röportajında geçmiş ile günümüz arasında paralellik kurma arzusunu şöyle anlatıyor:

‘Bana göre bu film geçmiş hakkında bir film değil, bugün ile ilgili, bizimle ilgili bir film. Kurbana olan benzerliğimiz hakkında değil, faile olan benzerliğimiz hakkında bir film.’

Höss ailesinin yaşadığı son derece lüks villa, gaz odaları ile ünlü Auschwitz kampının hemen yanında yer alıyor ve sanki kamptan ve mahkumlardan gelen ızdırap dolu yakarışlar duyulmuyormuş gibi ailenin film boyunca gündelik hayatlarına mutlu mesut devam ettiğine tanık oluyoruz. Kumandanın eşi Hedwig (Sandra Hüller) duvarın diğer tarafından yükselen kara dumana ve acı dolu feryatlara aldırmadan rengarenk çiçeklerden oluşan bahçesi ile titizlikle ilgilenmeye devam ediyor ve bu muazzam güzellikteki bahçeyi annesine gezdirirken kocasının kendisinden ‘Auschwitz’in Kraliçesi’ olarak söz ettiğini gururla anlatıyor.

Uyumadan önce çocuklarına kitap okuyan, onlarla zaman geçirmekten keyif alan, hem ilgili bir baba hem de eşine karşı şefkatli bir koca olan Höss, bu burjuva tipi aile babası haliyle soykırımın yılmaz uygulayıcısı, acımasız bir canavar olmaktan oldukça uzak gözüküyor.

Ailenin evine yerleştirdiği kamera ile gündelik yaşamlarını kayda almış gibi bir izlence sunan yönetmen bakışını tarafsızlaştırıyor. Savaş ekonomisi sayesinde burjuvalaşmış bu aileyi oldukları gibi, oldukları haliyle yansıtıyor.

Bu sayede, izleyici olarak bizler Höss ailesinin nehir kenarındaki yemyeşil kırlarda yaptıkları neşeli pikniği ya da villanın bol güneşli bahçesindeki havuz kenarında güneşlenişlerini izlerken, böylesi bir lüksü yaşama şansı ve konforuna sebep olan şeyin, duvarın hemen arkasından yükselen kara duman ve başkalarının çektiği korkunç azabı görmezden gelme eğilimi olduğunu kolaylıkla anlayabiliyoruz.

Nazi kumandanı ve ailesinin lüks villanın hemen bitişiğindeki katliam kampına karşı olan bu ilgisizliğini konu alan film, nasıl oluyor da günümüz kapitalist toplumu hakkında bir şeyler söyleme potansiyeli taşıyabiliyor? The Zone of Interest filmi, birilerinin çıkar ve refahının başkalarının yoksulluğu, baskılanması ve şiddeti ile olan ilişkisini dolaylı olarak gözler önüne seriyor. İlk gruba ait olanlar ikinci grupta olanları göz ardı etmeye son derece teşne gözüküyor. Edindikleri mal ve mülk ile gurur duyuyor ve kendilerine bu konforu sağlayan sömürüyü yok sayıyorlar. Tıpkı kumandanın karısı Hedwig’in soykırım uygulanan insanlardan yağmalayarak edindiği kürkü sahiplenmekte beis görmemesi gibi.

Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin açılış bölümünde, kapitalizmde görülen iş bölümünün ve karmaşık, kişisel olmayan üretim tarzının, mal üretmek için gereken emeği gizlediğini ileri sürer. Başka bir deyişle, metalar belirli eşitsiz sosyal bağlantıların sonucu olmaktan çok, aldatıcı bir şekilde doğuştan gelen bir değere sahip gibi görünüyordur. Sonuç olarak, iş sömürüsü koşulları ve metaları üretmek için kullanılan işgücü, kapitalizm tarafından gizlenmektedir. Marx’ın akıl yürütmesi, metaların bağımsız varlıklar olarak fetişleştirildiğini, yani kapitalist üretim süreçlerinin doğasında var olan şiddeti gizleyen şeyin kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu ima eder.

Marx’ın tespiti, Glazer’ın kapitalist sistem içinde her birimizin kendi sınıfımızın altında kalarak ezilen sınıfın bizzat ezeni olduğumuz yönündeki güçlü yorumunu destekliyor.

Mağazadan satın aldığımız havalı spor ayakkabısı ya da son model akıllı telefonumuz aslında Asyalı çocuk işçinin emeğinin sömürülmesi değil mi?

Radiohead’in ALL I NEED video klibinin sonunda da dediği gibi:

‘Some things cost more than you realise./ Bazı şeyler düşündüğünüzden daha pahalıya mal olur.’

 

Onca ekonomik krize, geçim sıkıntısına, geleceksiz olduğunu düşünen genç intiharlarındaki artışa rağmen bitmeyen neşemiz ile ayrıcalıklı yeni tip bohemler olarak sabah akşam yoga retreatleriyle ‘hayat anda kalarak nasıl daha iyi yaşanır’ vaazlarımız, kendi dışımızdakinin yoksulluğuna ilgisizliğimizi açık etmiyor mu?

Bayram tatilinde İstanbul’da toplu taşıma ücretsiz olduğu için şehrin elit semtlerini ilk kez ziyaret edebilen asgari ücretliden bu derece rahatsız oluşumuz, Avrupa ve Merkez Asya bölgesindeki ‘modern köle gibi çalışan’ ülke sıralamasında birinci olduğumuz gerçeğinden kopuşumuzun açıkça imlenmesi değil mi?

The Zone of Interest filmi, soykırım tarihinin korkunçluğu ve bundan zenginlik, kariyer ya da en geniş tanımıyla kar sağlayan insanlar tarafından geliştirilen savunma mekanizmaları aracılığıyla refah ve sömürü arasındaki bağı tekrar keşfediyor. Birilerinin başkaları pahasına elde ettiği well-being hali, ortaya konulduğu gibi sadece Nazi dönemine özgü değil, ne yazık ki. Höss ailesinin bize anlattığı şey, ayrıcalık sahibi bazı insanların bugün de kendi zenginlik ve gücünü koruyabilmek için sömürüyü örtülü ya da alenen ve sistematik olarak hâlâ üretmeye devam ediyor oluşudur.

 

Sadede gelecek olursak,

şöyle etrafımıza bir bakalım,

Aramızdaki duvar nedeniyle fiziksel olarak çok yakınımızda olduğu halde sınıfsal olarak çok uzağımıza düşen insanlar var mı?

Bir yerlerden yanmış et kokusu geliyor mu?

Başkalarının Nazi kumandanı biz olabilir miyiz?

Veyahut bizim yahudimiz kimler?

Duyarsızlaşmanın kapitalizmin patolojisi olduğu bir çağda insanlığa dair en iyimser şey, tıpkı kumandanın filmin sonlarına doğru yaşadığı gibi, faili olduğumuz sistematik kötülüğe karşı yoğun bir mide bulantısı ve kusma refleksi geliştimemiz olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan Juno

juno.afm@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Yazarlar için Yazma Teknikleri