Hamiyet Hanım salondaki temizliği bitirmiş, oğlunun odasına açılan kapımın (Odalarımı sahiplenmelerini kabullenebiliyorum ancak yapımdaki bütün kapılar benim) önündeki koltuğa her an kalkmak üzere gibi tedirgin oturmuştu. Azıcık dinlen canım. Biraz önce seslendiği Mustafa’nın çıkmasını bekliyordu. Doğumunu bekle, büyümesini bekle, bacağını kısaltmalarını bekle, iyileşmesini bekle, devam etmesini bekle.
Odadan gelen seslere kulak kesilmişti. Duyduğu tıkırtıları zihninde görüntülere dönüştürüp oğlunun içeride ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Mustafa’nın son zamanlarda kötüleşen durumu onu çok kaygılandırıyordu. Oğlunun neşeye olan “takıntı”sını elbette biliyordu. Bu onun için gerçek bir “takıntı”ydı. Değilse Neşe’nin gülerken ya da anlamadığı bir şey hakkında konuşurken çenesi üzerindeki derinin nasıl sola doğru kaydığını biliyor, Neşe’yi çirkin buluyordu. Ağzının büyüklüğünü ve dişlerinin çirkinliğini görünce midesi bulanıyordu. Ona göre yalnızca oğlu değil hiçbir erkek böyle bir kadına aşık olamazdı. Bütün bu olumsuz yaklaşımına rağmen Hamiyet Hanım oğlunun ona olan aşkını tüm hücreleriyle anlıyor hatta bazı zamanlar onu haklı buluyordu. Ondaki o hafifliğe, Hamiyet Hanım’a göre sadece aptallarda olan o saflığa aşık olmasını anlıyordu. Ama Hamiyet Hanım özellikle rahmetli kocası yüzünden aptallığa karşı doğal bir tiksinti duyuyordu. Aptal erkek neyse de aptal kadına hiç dayanamıyordu. O Neşe’nin oğlunu istemeyişiyle garip şekilde ilgilenmiyordu. Konu hakkında komşuları tarafından sürekli sıkıştırılan Hamiyet Hanım konuyu değiştirmeye bile çalışmıyordu. Karşısındaki Neşe’den bahsedince bakışları şeffaflaşıyor, sanki görüşü duvarlarım dahil her şeyin içinden geçiyordu. Komşu tabi sus pus.
Son zamanlarda evhamı iyice artan Hamiyet Hanım, çocukluğundan beridir üzerine titrediği oğlunu daha yakından izler, attığı her adımı gözetler olmuştu. Hamiyet Hanım’ın bu aşırı dikkatli ve duyarlı olduğu dönemde, tesadüf olsa gerek Mustafa da iyice kötülemişti. Bu gözetleme işini ondan gizlice yapması gerektiğini de uzun zaman önce kavramıştı. Neyse ki. Bu yüzden Mustafa’nın zannettiğinin aksine, dün gece yer değiştiren tüfekten tüfeği kendisi almış kadar haberdardı. Benim içimde gerçekleşen bir şeyden herhangi birinin Hamiyet Hanım’dan daha fazla haberdar olması mümkün değildi elbette.
Karadeniz’den göç ettiklerinde kendi elleriyle diktiği (İçkiye düşkün kocası sürekli sarhoş gezdiğinden çok az yardım edebilmişti) ben –aman yanlış anlaşılmasın- onun sabırla ördüğü örümcek ağı gibiydim. Tıpkı örümcek gibi ağındaki en ufak titreşimi sezer; onun nerede olduğunu tespitle kalmaz, ağırlığını, boyunu-posunu kavrardı.
Mustafa dün gece tüfeği almak için hareketlendiğinde, uyumakta olduğu odasında (bu iki odam bitişik) birden gözlerini açmış, sıradanlığı bozan sesleri dinlemeye başlamıştı. Geceleri sıklıkla mutfağa gidip bir şeyler atıştıran oğlunun çıkardığı çekingen seslerden mutfağa gitmediğini anlamakta zorlanmamıştı. Böyle mutfağa mı gidilir? Sonra salona çıkan topal oğlunun normalde kalp çarpmasına benzer bir büyük, bir küçük atım ritmi veren yürüyüşündeki değişimi fark etmiş, hani neredeyse yasak bir şey yaparken hala çocuklaşabilen Mustafa’nın dizlerinin üzerinde emekleyerek küçük odaya doğru ilerleyişini birebir gözünde canlandırmıştı. “Kilerde ne işi var ki”. Sonra üzerinde yatak ve yorganların yığılı olduğu sandığın açıldığını duymuş ancak annece bir iyi niyetle tüfeği aklına getirmemişti. “Eski fotoğrafları mı arıyor yoksa”. Bu olabilirdi ama şu hareketlerdeki yavaşlık ve sakınganlık içini sıkıyordu. Fotoğrafları arayan birinin sesleri değildi, bunlar. Nedense değildi. Düşündüğü şey oğluyla ilgili olduğundan küçük bir kaygı payı her zaman bir kenarda dururdu. Ama uyku kaygıdan ağırdı ki; uyku ağır basınca üzerine çok fazla düşünmemişti. Mustafa’nın odasına geçişini duyunca da biraz rahatlamış ve uykuya dalmıştı. Mışıl mışıl.
Sabah ezanıyla uyandığında ilk aklına gelen şey bu olmuştu, başka ne olacaktı. Banyoyu düşünecek vakit değildi ya doğrudan kilere koşmuştu. Odaya girdiğinde geceden açılan sandıktan yayılan ağır naftalin kokusundan kalanı çekti, ciğerlerine. Naftalin kokusu her zaman bir şey yapar insana. Sandığın üzerindeki yastıkla yorganı o böyle mi koymuştu? Koyar mıydı hiç! Onları aşağı alıp sandığı açtığında, önce neyin eksik olduğunu anlayamadı. Dur bakalım. Eski fotoğraf albümleri sandığın kenarındaki küçük bölmede öylece duruyordu. Bu iyi. En üstte Mustafa’nın 6-7 yaşlarına ait bir fotoğrafı vardı. Tamam. Objektiften utanmış, fotoğrafı çekildiği için mutluluğunu gizlememiş küçük Mustafa, sevinçle gülümsüyor, bileklerini örtmeye yetmemiş mavi kazağından (bu kazağı ona kendisi örmüştü) uzanan gergince içe burulmuş ellerini birbirine paralel şekilde kenetlediği bacaklarının üzerinde tutuyor. Ah yaramaz. Ahşap bir sandalyede oturmuş. Yanında biri daha var ama fotoğrafı çeken onu bilerek kadraj dışı bırakmış, bunu yapmak için de Mustafa’yı kadrajın en sağına almış. Her kimse artık bu istenmeyen şahıs, bir kadın. Bu fotoğrafın hemen altında yapılışımın ilk haftalarında arka bahçemde, komşu kadın Laz Emine’nin kendi iki katlı evlerinin balkonundan çektiği fotoğraf var. Ne kadar gençmişim o zamanlar, daha arka sıvam bile bitmemiş, briketlerim öylece ortada. Bazı yerlerde briket yetmemiş, kırık tuğla parçalarıyla tamamlamışlardı duvarımı, o da görünüyor. Görünsün. Hamiyet yine elini beline atmış, biraz yorgun biraz da elindeki işten başka şeye değer vermeyen, o an fotoğraf çekimini küçümseyen bir duruşla poz vermiş. Verir mi verir. Karşısında da kız kardeşi. Benden önce dikilmiş sağımdaki komşunun sakini Ayşe Hanım çay getirmiş. Sağ olsun.
Ah o zamanlar komşuluk vardı. Bana neyse. Şimdi şu koca apartmanlarda kimse birbirinin yüzüne bakmıyor. Onların şimdikilerden daha iyi olduklarından mı acaba bu? Hiç değil. Köylerinden, kasabalarından kopup gelmiş çaresiz insanların, kendilerine benzeyen insanlara sarılma ihtiyacı vardı. Köylülük işte. Bir yerde yaşamın üremesi için, koşulların uygun olması gerektiğini, doğayla yakından temasla gelişen köylü kavrayışlarıyla çok iyi görüyorlardı. Çiftçilik. Kendi evlerini kendi elleriyle yapan son nesil olduklarından, yanlarına konuşlanmış diğer yuvalar hayatiydi onlar için. Hırlısı, arlısı var hırsızı, arsızı var. Var. Şimdilerde şu apartman sakinlerine bakıyorum da bir yılı doldurmak mesele onlar için. Ev sahiplerinin bile gözü hep dışarıda. Önceden de yuvasızlığı seçenler vardı ama şimdilerde herkes yuvasız. Yalnız hissettiğinde, korktuğunda, üzüldüğünde, bir şeylerden kaçtığında nereye sığınacak bu kadar insan? Aklım almıyor.
Arada bu fotoğraflara bakıp yerine elleriyle koyduğundan düzenlerinin değişmediğinden emindi. O zaman bunlara dokunmamış. Genç kızlığından kalma çeyizlik örtüler, nevresimler de yerli yerindeydi. Sonra en üstteki örtüleri kaldırdığında, soğuk demirin altta kalan özenle katlanmış çarşaflar üzerinde çaprazlamasına oluşturduğu izi fark etti. Aniden, içini büyük bir umutsuzluk kaplamıştı. Kaplamasın mı? Oracıkta bir süre ağlamıştı. Kısık sesli, derin hıçkırıklı, bol nefesli ağlama biraz kendisine getirmişti, onu. İşte o kadar.
Sonra salona geçip kafasını dağıtmak için temizliğe koyuldu. Her zaman yaptığı gibi. Tozlanmaya fırsat bulamamış eski mobilyaların üzerini sildikçe içindeki umutsuzluk yerini yapmacık bir iyimserliğe bıraktı. Öyle çok değil. “Kendi canına kıyacak değil ya, koca oğlan, erkek adam, merak etti demek babasının tüfeğini, Karadeniz damarı işte, sülalece düşkünüzdür tüfeğe tabancaya, rahmetli babası da her gün alır oyuncak gibi oynardı bununla”. Bir yandan temizlik yapmış bir yandan da sanki karşısındaki birini ikna etmeye çalışır gibi bu cümleleri geçirmişti, zihninden. Şurayı burayı silerken, sıkça suya ve deterjana maruz kaldığından epeyce kızarmış, derisi çatımdaki kiremitler gibi pul pul olmuş ellerinden ayırmıyordu, bakışlarını. Vardır bir hikmet.
Mustafa’nın odasındaki kapıma yaklaştığını anlayınca, ucuna emaneten oturduğu koltuğa iyice yayıldı. Temizlik yapmış, yorulmuş gibi görünmek istiyordu. Görünecekti de. Kapımı açıp yüzüne bile bakmadan çıkan oğluna bakılırsa işini iyi başarmış, ona hiçbir şey sezdirmemişti. Sanki Mustafa’da bir şeyleri sezecek hal var.
Çıkar çıkmaz hiçbir şey söylemeden Hamiyet Hanım’ın önünden geçip banyoya gitti. Hamiyet Hanım da onunla ilgilenmiyor göründü. Sekerek giden oğlunu ardından izleyip içi buruldu. Kısa bacağı gittikçe kısalıyor muydu ne? Çıkmasını beklemeden “İki ekmek alsan yeter, azıcık da zeytin alıver” diye seslendi. Sesinde sadece ona seslenirken kullandığı ton vardı. Şefkat. Bağırsa da o yoğun şefkat eksik olmazdı. Homurdandı içeriden beriki. Homur homur. Annesinin sözlerini duymuştu. Homur homur. O sıra elini üzerindeki bluzun yakasından içeri sokup derinlerden para çıkardı. Bir kısmını ayırıp kalanını eski yerine sokuşturdu.
Banyodan çıkan oğluna uzattı parayı. “Uykunu aldın mı tosunuuumm” dedi onun kıpkırmızı olmuş gözlerinin içine bakarak. Görmek istediği Mustafa’yı bekledi, bir süre. Oğlunun genel İfadesindeki şaşkınlık artmış, bir de üzerine korku eklenmişti, sanki. “Aldım, aldım, iyi uyudum dün, ekmek, zeytin var mı başka bir şey” dedi Mustafa. “İlaçlarına dikkat et aman oğlum, unutma içmeyi, yok başka bir şey, o kadarcık” diye karşılık verdi Hamiyet Hanım. “Alıyom anne sen de yaa, unutacak ne var, takım elbisemi ütülendin mi, bugün iş çıktı, düğüne gitcem”. “Ütüledim tabi oğlum, odamda ütü masasının üzerinde, Ahmetgilin düğünde mi olcan”. “Evet, zeytinle ekmek mi sadece,” “evet, oğlum, zeytinle ekmek, çok alma zeytini, kalınca kötüleşiyo” dedi ve oğlunun ardına dönüşünü, dış kapıya yönelişini izledi. Bu kadar çabuk gitmesini istememişti.
Bahçe kapımdan çıkana kadar bekledi. Sonunda. Yığılıp oturduğu yerden oğlunun odasına bakmanın merakıyla dinçleşerek kalktı. Önce perdeleri ve pencereyi açtı. Tüfekle fişekleri, sanki onları kendi elleriyle koymuş gibi buldu ve saklandıkları yerden çıkardı. Baktığı yerlerde bulamasa şaşıracaktı belki. Tüfeği kucağına alınca tuhaf şekilde kocası onu istediğinde asılı olduğu yerden alıp getirişlerini hatırladı. O ağırlığı o sıkılığı hissetti ellerinde. Babası ve kocasından silahlara aşinaydı Hamiyet Hanım. Neredeyse Mustafa’yı tamamen unutup babasının ona tüfek atışı yaptırdığı zamanlara gitti. Neydi adamın adı. Yatağın üzerine çöküp iki elinde şöyle bir tarttı tüfeği. Yanılmıyordu, gerçekten o ağırlığı hissettiğinde doğrudan çocukluğuna gidiyordu. Bu yüzden tekrarladı birkaç kez gidip geldi. Tekrarladıkça ağırlık etkisini yitirmeye başlamış, Hamiyet Hanım keyifsiz şimdiye dönmüştü. Şimdi.
İlk aklına gelen soru aletin dolu olup olmadığı oldu. Tam olarak ne tür bir tüfek olduğunu anlamak için evirip çevirdi önce onu. Bir iki hareketle ortadan kırıp, içinde fişek olmadığını gördü. “Acaba saklasam mı bir yerlere de bulamasa” diye aklından geçirdi. Olmaz. Mustafa’nın buna fena parlayacağını düşünüp vazgeçti. “Yok yok canım belli ki merak etmiş, baksana fişek bile koymamış” diye düşündü, sonra. Fişek kutusunu yanına çekip iki fişek aldı sağ eliyle. Defalarca tekrarlanmış bir hareketin akıcılığında yerleştirdi bunları yuvasına. Dahası. Bunu yapınca iyi hissetti. Zararsız bir şeye dönüştü sanki tüfek. Bildik bir şeye. Boşken daha kaotik ve korkutucuydu durum. Güçlü bir hareketle de kurdu onu sonra.
Odada çok fazla zaman geçiremeyeceğini biliyordu. Ne yapması gerektiğine dair hızlıca düşünüp tüfeği ve fişekleri bulduğu yerlere bırakmaya karar verdi vermesine. Fişekleri ayaklarıyla yatağın altına, tüfeği de yatakla karyola arasına yerleştirdi. Oğlunun onları saklarken yaptığı hareketlerin aynıydı. Sanki tüfek ve fişekler başka şekilde saklanamazdı. Nedense namluya yerleştirdiği fişekleri çıkarmak istemedi. Bak şimdi. Boş bir tüfek daha zararlı bir şey gibi geldi. Gel de anlat bunu. Nasıl olur da bir insan boş silahı dolusundan daha tehlikeli bulur? Kendisi bu sonuca biraz karmaşık bir yoldan ulaşmıştı. Tüfeği öylece koymaya karar vermeden hemen önce fişekleri çıkarmak aklına gelmişse de, kendisinden gizli bir iş çeviren oğluna, onun ne yaptığının farkında olduğuna dair bir iz bırakmak istemişti. Pekâlâ. Annenin oğluna yaptığı küçük gizli bir uyarı denilebilirdi, buna. Bu konu üzerine hiç konuşmayacaklar ancak gerçeği ikisi de biliyor olacaktı. Hadi inşallah. Mustafa bunu fark ederse (aksi ihtimal de epeyce güçlü ya) annesinden sakladığı şeyin bilindiğini, bunun o kadar da gizli bir şey olmadığını sezecekti. O mu? Hatta bunu ondan sakladığından dolayı birazcık utanması da olasıydı. Utangaç çocuktu zaten. Az utanırsa sorun yoktu ama çok utanması büyük meseleydi. Çok utanınca çok sinirlenirdi insan. Dostoyevski mi oldun başımıza be Hamiyet Hanım! Tüfek doğrudan elinden alınırsa da çok utanırdı. Doğru söze ne denir. Hem bu, Mustafa kötü bir şeyin peşindeyse de değilse de olumlu bir etki yaratacaktı. Gerçi kötü bir şey istemesi pek mümkün değildi ama olmaz da denilemezdi. Muhakkak merak etmişti çocuk babasının şeyini.
Bu romanın sonu nereye varacak çok merak ediyorum.
Yazanin eline saglik