Gece kondum ben, gecekonduyum. Karanlıkta, telaşlı ellerle traktör römorkundan indirildi, briketlerim. Harcım serinde karıldı, aceleye geldi çatım. Gerek yok geniş bir avluya, yok üstümde bir katım. Kapı kirişleri koltuk değneğim, pencere pervazları gözüm. Şakülüm kayıklığından duvarım eğri ama keskin bakışlarım, terazili sözüm.
Beni yıkamadılar, bütün arkadaşlarım gitti, birkaç eski dosttan başkası kalmadı buralarda. Onlar da kimsenin oturmadığı birer virane. Yakında yerlerine şu tepeden bakmaya bayılan züppelerden birini dikerler. Ukala şeyler. Sanırsınız kendileri Branicki Sarayı. Şeklinizi şemailinizi beğenmezler. Tabi kendi akılları değil bu, insanlardan taklit ediyorlar bu bakışı, kendi hisleri ya da fikirleri bile yok cahillerin. Bizim zamanımızda da evlerimiz pek kültürlüydü diyemem ama bir ruhumuz bir karakterimiz vardı. Şu güzelim mahallede kaç tane ev varsa o kadar da farklı üslup vardı. Şimdi dört tane müteahhidin ucuza çalıştırdığı mimarların-mühendislerin az malzemeyle, çok göz boyamayla diktiği şu yapılar çok renksiz, biçimsiz, ruhsuz.
Biraz yaşlandım ama beni ilk yapıldığım zamanlar görmeliydiniz. Duvarlarım sıkı, çatımdaki kiremitler kızıl oğlan çocuğunun kısa saçları gibi pek. Hiç unutmam duvarlarım yükseldikçe geri durup, elini beline koyup gururla bakmıştı ki Hamiyet Hanım. O zamanlar o da gencecik, terk edip geldiği Karadeniz’in dik yamaçları gibi inatçı, kararlı.
Dikildiğim gün hava soğuktu, Mustafa bebek daha o zamanlar. Hamiyet Hanım bir eliyle duvarı harçla sıvıyor, bir eliyle de Mustafa’sını ısınsın diye memesinin altına sokuşturuyordu. Yapılışıma dair o kadar şey değil de nedense bu anı çok yer etti, Hamiyet Hanım’ın zihninde. Bu anıyı Mustafa büyüyüp konuşulanı anlar hale gelince ona sitem edeceği durumlarda çokça kullandı. Mustafa topal kaldıktan sonra kullanım sebebi değişti, artık sonsuz sevgiyi ifade eden güzel bir hatıraydı. Sadece oğluyla kendisinin bildiği bu özel şeyden bir kez başka bir insana bahsetti. Beni yıkıp yerime beş katlı, on iki daireli bir apartman dikmek istediğini belirtince adam. “Ben oğlumu aha şurama bastırarak yaptım bu evi, ben ölmeden kimse dokunamaz ona, Fransız balkonmuş, benim evimin her yeri balkon, hadi başka kapıya” diye paylanınca, ne yapacağını şaşırmıştı, herif oğlu herif.
Aşk olsun Hamiyet Hanım’a “Ölmeden yıktırmam” dedi, yıktırmadı vallahi. Nasıl bıraksın elleriyle yaptığı yuvasını? Kim bırakır? Ama sonra o olay oldu, önce Mustafa kayboldu ortalıktan. Ayrılığa dayanamadı kadın, bir yıl dolmadan kalp krizinden rahmetli oldu. Bir yıl boş kaldım sonrasında, tuğlalarıma kadar donmuştum o kış, pencerelerim soğuktan takırdıyordu. Yazın da havasızlıktan fenalık geçirdim. Sarı Recep kaldı sonra yedi yıl. İlk yılında bir arkada bir önde iki penceremin üç camı kırıldı, taktıran olmadı. Elin verdiğiyle karnını doyuran Sarı Recep mi verecek parasını? Kuytu arayan köpeği, doğuracak yer bakan kedisi, zar atan kumarcısı, evdeki dırdırdan kaçan içkicisi, torba tutan torbacısı geldi gitti. Sarı Recep sabit, ondan kalan boşluğu kim doldurursa artık. Pis küfürbaz maydanoz satmayı da bırakmıştı. Sonra bu birkaç ay ortalıktan kayboldu. Duyuldu ki bir dolmuşçuya küfür etmiş. Herif eski boksörmüş nereden bilsin. Bir yumrukta öldürdü, mahallemizin ozanını. O da “ben ozanım, yapma etme” diyememiş, utanmış.
Ben iki yıl daha dingonun ahırlığına devam. Sonra nerden estiyse ses çıktı Mustafa’dan. Onun muhtara mektubuyla derlendim toparlandım. Sekiz yıl kiracılar geldi gitti, sonra dört yıl daha kimsecikler yaşamadı, içimde. Artık yaşlılık çöktü, ölüyorum demiştim ki, kim geldi dersiniz: Mustafa. Saçları kırlaşmış, yüzü kırışmış, epeyce de kilo almış. Benden beter yani. Yine de iyi oldu ha. Keşke elinden iş gelse de, şöyle sağımı solumu toparlasa, çatımı bir aktarsa, duvarlarımı güzelce bir sıvasa, bahçemi şöyle güzel çiçeklerle bir düzenlese! Villa laf mı o zaman.
Amma pek umudum yok. Gözünü para bürümüş deyyusların. Mustafa’nın geldiğini görünce daha da çok heveslendiler. Nereden duymuşlarsa eski mevzuları duymuşlar. Neymiş, arsam çok değerliymiş, eskisi gibi değilmiş, gidip gelip bunu söylüyorlar. Kötüsü, iyice aklına girdiler. Mustafa yatağına oturmuş, böyle düşüncelere dalmışsa kötü bir şeyler olacak demektir. İşte yıllar önceki Allahın belası günün sabahı da yatağında böyle oturmuş, böylesi düşünceli görünüyordu.
Nasıl unuturum o günü. Odasında dağınık yatağının kenarına oturmuş, sürekli zorlamaktan yorulmuş sağ bacağını ovalıyordu. Bu bacağının üstüne yükleniyor ya, nasıl kaslaşıp incelmiş bacak. Çok daha gençken muavin olarak çalıştığı bir otobüsün şarampole yuvarlanmasıyla yitirmişti, sol bacağının yedi santimlik kısmını. Ağır bir depresyon ve birkaç intihar girişimi sonrası yaşamaya devam. Durumuna alışmıştı bile denilebilir. Topallığı üzerine çok nadir düşünüyordu, artık. Yalan olmasın bunu kendisinden hiç duymadım ama kaza olmadan önce Amerika’da bir dil kursuna gitmek için para biriktirdiğini söylerlerdi. Dil öğrenip ne yapacaktı ki?
Yüzünde bacağına masaj yapan birinde olabileceğinden fazlaca bir şaşkınlık ifadesi vardı. O ifade hiç eksik olmaz zaten. Bir de sürekli uykudan biraz önce uyanmış gibi bir mahmurluk. Gözleri çipil çipil. Mahalleli bunu kullandığı psikiyatrik ilaçlara bağlar “Onun içtiğini ata ver yerinden kalkamaz” derlerdi. Kimileri Mustafa’nın Neşe’ye olan aşkından kafayı sıyırdığını, bu yüzden hülyalar gördüğünü söylerler, onun yaşadıklarını yaşasalar kendilerinin daha beter olacaklarını iddia ederlerdi. Olur mu olur. Bunlara göre ilaçlar sadece mahmurluk yapıyordu.
Üzerinde amatör ligdeki ilçemiz futbol takımının renklerinde bir eşofman vardı. İçine zor sığmıştı. Evde ne giydiğini çok önemsemez. Hamiyet Hanım kazadan sonra en aydınlık odama onu yerleştirdi. Anneciğin ne güzel düşünmüş seni o odaya koymuş, neden perdeleri hep kapalı tutarsın be adam. Zavallı annesi sürekli söyleniyordu ona bu yüzden: “Ah oğlum şu perdeleri çeksen de içeri ışık girse ya, gözün gönlün açılsa ya”. Mustafa duymaz, bildiği gibi devam. Kadıncağız o dışarı şöyle bir dolanmaya çıksa hemen odasına koşar camı ve perdeleri açar, o gelene kadar öyle tutardı. Oğlu fark edip kızmasın diye de kapıda gelişinin tıkırtısını duyar duymaz, odayı hızla eski haline getirirdi. İçeride temiz hava birikiyordu tamam, ama o ışığı odama kim hapsedecek?
Yetmedi. Hadi herhangi bir şey düşünen herhangi bir insanı ele alalım. Ona şöyle bir karşıdan baktığınızda onun ne düşündüğünü anlamanız mümkün mü? Değil. Ama o an düşündüğü şeyin vücudunda yarattığı tepkiyi gözlemleyerek düşüncesi hakkında genel bir yargıya varabilirsiniz. Tamam. Mesela yüzünde bir keder görürseniz, üzücü bir şey düşünüyor dersiniz ya da bakışları derinleşmişse soyut bir şeyler. Ne mümkün Mustafa’nın o anki görünüşünden neler düşündüğünü anlamak. Hafif aşağı sarkmış kalın alt dudağının ve kapanmak üzere olan gözlerinin ortak eseri bönlük. O şaşkınlık. Bedenin duruşundan da akıyor yorgunluk. Ağır psikiyatrik ilaçlar, bilinciyle bedeni arasındaki bağı zayıflatmışsa ona bir şey diyemem.
Oysa o hep yaptığı gibi Neşe’yi düşünüyordu, onun kendisini neden istemediğini. Gerçi istemediğinden hiçbir zaman yüzde yüz emin olamıyordu. Onlarca, yüzlerce kere duyduğu “hayır” a rağmen. Esasında bu ‘hayır’lar gerçeği net bir şekilde gösteriyordu. Ama bu Mustafa’ya yeter mi? Zaten sualin küçüğü, sıkıntının büyüğü bu.
Zerre yalan yok, Mustafa son derece aşıktı. Bir aşık kadar gururluydu. Kendisini istemeyecek bir kadınla saniye bile durmazdı. Ama ufacık bir sevgi eksikliğinde gurur krizine girecek aşık adam heeeyyy. Aynı aşk yüzünden ondan vazgeçebilmeyi göze alamıyordu. Her ‘hayır’la biraz daha küçülen o ihtimal var ya o ihtimal. Gittikçe artan inat ve inançla ona sarılıyordu. Olur olmadık yerlerden bu küçük ihtimali besleyecek veriler topluyordu, saatlerce bazen günlerce düşünüp. Evirip çevirip. Kendisine sıkıntı veren, düşünmek istediğinin tersini gösterecek her anıyı kenara itiyordu. Bir dahaki kötü hissedişine kadar unutuyor, görmezden geliyordu onları. Neşe’nin, aşkını bilip hala onunla görüşüyor olması. Ona çok samimi davranması da. Kendisine verdiği hediyeleri sevinçle kabul etmesiyle. Onca zaman sevgili edinmemiş olması da muhakkak Mustafa’yı destekliyordu. Muntazaman.
En son hayır’ını iki gün önce almıştı. Bunu düşünüyordu. İstenmemek fikrini kabul etse kurtulacak. Laf bu ya “Ah Neşem başka dünyada yaşıyor”. Hangi bağlantıları kurarak bu noktaya ulaştığını kim bilebilir? Nasıl gülmezsin tek suçlunun Neşe’nin dinlediği şarkılar olduğu sonucuna varmak üzereyken. Aşık olmaya, aşık olduğunun farkına varmaya imkan vermiyordu, bunlar. Besteleri de berbattı ama sözleri daha fazlası. “Tamam kadınların çoğu arabesk sevmez, ama en azından türkü falan dinlese”. Hele yabancı şarkılara hiç tahammülü yoktu, “Sözlerini anlıyor musun da dinliyorsun bunları” diye kendince küçümsemişti geçenlerde Neşe’yi, dağın tavşanın kızgınlığından haberi olmadığı bir sıra. “Sözünden banane ayol, müziğini dinliyorum ben, sözlerini kafamdan yazıyorum” desin mi Neşe. Ne yazıyordu acaba kafasından. Öğrenmenin yolu yoktu. Kesin havai, ciddi olmayan şeyler yazıyordur diye düşünmüştü, Mustafa. Ciddi olmamak ne de yakışıyordu Neşe’ye! Evet, bir yolunu bulup müzik alışkanlığını değiştirmeli. Çok mantıklı gelmişti bu ona. Gerekirse açık açık konuşmalı onunla, bu “pis pis” şeyleri hatırı için dinlemezdi belki.
İçeriden temizlik yapmaya başlayan annesinin yani Hamiyet Hanım’ın çıkardığı sesleri duydu. “Olur mu canım öyle saçma şey” diye düşündü, “İyice saçmaladım ben de”. Salondan gelen gerçek tıkırtılar kendisine getirmişti sanki onu. Neşe’ye şu şarkı mevzusunu açmaktan o anda vazgeçti. Kesin. Ona karşı sürekli saçmaladığı için kendine kızıyordu, şimdi. Bunca gereksiz kaprise, anlamsız çıkarımlara rağmen hala kendisiyle görüşüyor olması bile şükredilecek şeydi. “Ah Neşe’m”. Suçlanmış hissediyordu. “Ama yani o da hiç yardımcı olmuyor” diye kaçırdı ağzından. Bütün her şeyi olabildiğince sade bir şekilde ona izah edip kendisine yardımcı olmasını isteyebilirdi. Fırsat bulursa isteyecekti de. Gerçi Neşe oldukça akıllı bir kadındı, Mustafa’nın bu halini fark ediyor olmalıydı. Sonra fark ediyorsa neden yardımcı olmadığı sorusu belirdi zihninde. Neden, neden, neden… Neşe’nin güzelliğine bağladı bunu. Güzellerde naz olduğunu kim bilmez canım. Gerçi bunca hayır’ı nazla açıklamak biraz zor ama bu reddin naz olmayabileceği (Çünkü Neşe’nin tavırları naz yapan bir insandan çok, kibar olmaya çalışarak reddeden bir insana benziyordu) fikrini üstün bir çabayla çürüttü. Her güzelin aynı şekilde nazlanacağına dair yasa mı var ki? Neşe de böyle nazlanıyordu. Bu son fikir yüzde yüz aklına yatmamış, pek içine sinmemişti. O halde Neşe’yle bir şekilde konuşmalı içine sinmeyen kısımlarını da belirterek bunları ona anlatmalıydı. Fırsat bulursa anlatacaktı da. Konu o zaman netleşirdi.
Mustafa son zamanlarda (birkaç aydır) garip bir huy edinmişti: Ani karar almak. Çatımdan düşer gibi. O da her zaman değil, yalnız iki halde. Birincisi, gece uyku için yatağına girip, kendisini heyecanlandıracak bir şeyler düşündüğünde, bir türlü uyumayı beceremediği o sessiz gecelerde. Zihnine aniden giren belirli belirsiz bir fikir, kendisinden daha belirgin bir fikre yol açardı, sonra o, daha net bir başkasına. Bu fikirler arasında öyle güzel bir açılım olurdu ki Mustafa’nın uykusu kaçardı. Sevinçten -nasıl dense- daha derinlerde bir mutlulukla dolardı göğsü. Bazen yatağında doğrulur sevinçli bir merakla düşünmeye devam ederdi. Takla atsa yeri. Düşüncesine coşkunluğunu artıracak yeni bir şeyler eklediğinde daha fazla dayanamaz, dizlerinin üzerinde yüzükoyun yatağına kapaklanırdı. Şöyle kapan evladım. Yüzünü temiz nevresimlere sürer derin derin nefesler alırdı. Sonra bu keyfin geçmesini engellemek ister ve bunu engellemenin yolu yüzünü kapamakmış gibi, iki eliyle yüzünü kapar, yatağın yumuşaklığından da yararlanarak öne arkaya sallanırdı. İleri, geri… Ardından kendini birazcık zorlanarak yana devirir hiçbir şey düşünmeden birkaç dakika boyunca öylece beklerdi. Ne o öldün mü be çocuk.
Belki o hiçbir şey düşünmediğini sanıyordu. Düşünmedi de nereden çıktı bunlar. Çünkü o düşüncelerinin denetimini yitirdiği birkaç dakikanın sonunda kesin bir karar almış olarak kendine gelirdi. Mutlu denilebilecek gecelerdi bunlar. Zaten kederli düşünceler uykusunu hiç kaçırmazdı. Belki bünyesi alıştığından belki de yeterince üzülemediğinden böyleydi. Uzun süreli sıkıntıların verdiği bağışıklık ve ağır ilaçlar hakkıyla kederlenmesine engel oluyordu, belli ki. Belli ki hüzünden çok yorgunluk hissedip, gözlerini kapar kapamaz uyuyordu böyle gecelerde.
İkincisi ise duşta olurdu. Bir tür arınma hissiyle dolardı, tepesinden aşağı akan şırıl şırıl suları duyumsarken. Her duşta olmuyordu haaa. Yanlış olmasın. Bazen sadece temizlenip çıkıyordu. O kadarcık. Bazen de duşun sonuna doğru yukarıda olduğu gibi kesin bir karara varıyordu. Uyumadan öncekinden farklı olarak, alınan karar bazı fikirlerin sonucu ortaya çıkmıyor, kendisi bazı fikirlere sebep oluyordu. Böyle olunca yine birbirini ve kararı destekleyen parlak fikirlere doğru yol alır, duştan çıkmaz bilmezdi. Duşta olduğunu unuturdu. Uzunca süre banyodan çıkmamasından tedirgin olan annesinin kapıyı vurmasıyla hatırlardı nerede olduğunu. Çoğunlukla memnun olmadığı bir alışkanlığı bırakma kararı olurdu, bu. Çok nadiren de gelecekle ilgili bir tahmin belirirdi zihninde. Ne tahmini. Bunu kendisi, hiçbir zaman tahminmiş gibi algılamazdı. Düşündüğü şeyi kesin olacak gibi sezinlerdi, ta ki o olay bambaşka şekilde sonuçlanıncaya kadar. Olsun. Her seferinde yanılsa da bu öngörüsü sıcaktaki buz gibi eriyip gidene kadar inancını yitirmezdi.
Alışkanlığını bırakma işini hiç beceremezdi. Kolay mı? Diyelim ki sigara içmeyi bıraktığında, bir günü bile zor geçiriyor, birkaç saat içinde kendisine yeminler ederek verdiği sözü yutuyor, bir sigara yakıyordu. Gerçekten de o ne yemin etmeydi öyle. Bildiği bütün yeminler, dini olanlar, sevdiklerinin ölümleri üzerine olanlar, onuru ortaya koyanlar. Sürekli kaybeden ama kazanmaya inancını yitirmeyen; cebindeki bütün parayı, sırtındaki ceketi, kolundaki saati, karısının yüzüğünü, nesi varsa her şeyini ortaya koyan kumarbaz. Kazanıp kaybetmek de umurunda değildi, aslında. Ortaya olabildiğince çok şey koyup riskin büyümesini istiyor, elinde hiçbir şey kalmayan insanın cüretkârlığıyla eğleniyordu. Elbette, her yenilgide iradesinin biraz daha zayıfladığının, gittikçe dibe sürüklendiğinin farkında değildi. Allahın sopası, ondan bağımsız şekilde yoktu, o ne yapsın.
Bu sabah oldukça dinç hissediyordu, gerçi. Önceki gece sabaha kadar uyumamasına bakılırsa mucize. Yatağının başucundaki saate baktı, saat 11’e gelmek üzereydi. Giyinmek için kalktı ve gardırobuna doğru yürüdü. Dolabın kapağındaki boy aynasında kendisini görür görmez, zihninde aniden dün geceye dair bir şey belirdi, suçlulukla telaş karışımı bir his yüreğini doldurdu, elbise dolabına arkasını dönüp hızla yatağına yaklaştı. Dizleri üzerinde çömelip, yatağın altındaki soğuk demiri tutup çıkardı. Rahmetli babasından kalma çifteliydi, bu. Babası Ayyaş Baki. En az kırk yıllık vardı ve son yirmi yıldır hiç kullanılmamıştı. Çalışıp çalışmadığı meçhul. Onu dün gece kiler olarak kullandıkları küçük odadaki sandıktan çıkarışını ve odasına getirişini hatırladı. Hah şöyle kendine gel. Dipleri paslanmış saçma dolu fişekleri de küçük metal bir çikolata kutusunda bulmuştu. Annesine yakalanmaktan çok korkmuş, bu yüzden iki dakikada yapacağı işi yarım saatte yapabilmişti. Yapamaz olasıca.
Onu odasına getirmeye karar verişini, getirip bir süre inceledikten sonra yatağın altına saklayışını çok net hatırlıyordu. Hatta saklamak için daha iyi bir yer bulması gerektiğini de belirlemişti. Bunu da hatırlıyordu ama onu neden getirdiğini hatırlamıyordu. Neden, neden, neden… Dün gece neler düşündüğünü şöyle bir yokladı. Tüfekten önce ne düşündüğünü çıkarabilmek için zorladı biraz kendini. Ha gayret. Bu sırada bağdaş kurmuş, yüzünü aynaya dönmüş kucağında eski tüfekle oturuyor, bir taraftan saçlarını düzeltiyordu. Başını arkadan öne doğru okşayan sağ elini birden kaldırıp alnına bir tokat indirdi. Çat. Hatırlamıştı, evet, öldürme kararı almıştı…
Peki kimi? Neşe yi mi? Hayır elbette değil. Kendisini mi? Böyle bir şeyi aklından bile geçirmez, her şeyden önce annesine kıyamaz. Annesini mi, yok artık daha neler. Kimseye kızmayı başaramadığından, düşmanı da yok ki bunun. Dün gece de kimi öldüreceği üzerine hiç düşünmediğini anımsar gibi oldu. Gerçekten de böyleydi. Öncesinde nasıl olmuşsa bir şekilde ölüm üzerine düşünmüştü. Ölüm. Onun kesinliğini kavrayıp etkilenmiş, bir parça da huzur hissetmişti. Ölüm. Onun kişi için iyi kötü her şeyi sona erdirmesi hayranlık duyulacak bir şeydi. Vay canına görüyor musun? İnsan ölmekten korkmamalıydı o halde. Hadi bakalım. İstese hemen öldürebilirdi kendini, bunu şiddetle hissetti içinde. Bunu bilerek ölmemek ayrı bir zevkti. Hem ne gerek vardı buna, istese de istemese de bir kez ölecekti, hayatındaki hiçbir şey ölümü isteyecek kadar katlanılmaz değildi.
Çocuk yaşlarındayken intihar eden dayısını hatırlayıp kederlendi. Onun ölümüne değil de; yaşamaya, ölümü isteyecek kadar isteksiz oluşuna üzülmüştü. O kadar mı kötü be. Dayısı gırtlağına dayadığı bir tüfekle öldürmüştü kendini. Acaba o an dayısı katil mi maktul mü olmuştu? Sonra babasının tüfeğini hatırlamıştı. Neredeydi acaba? Sonra onun kilerdeki sandıkta olabileceği… Orada bulunca da amaçsız alıp odasına getirmişti. Hooop burada işte. Kısa sürede kesin bir ölüm sağlayabilecek aleti elinde tuttukça güçlü bir güven hissetmişti. Sadece ölümü kendisi için basitleştirmekten gelmediğini sezinlemişti bunun. Ölüm. Dünyadaki en gerçek şeye sahipti sanki. Ölümü kabullenmekten daha yüce bir şey gibiydi, bu. Öldürmek, ölüm-dürmek. Sonra Annesinin, Neşe’nin ve kendisinin ölümü üzerine düşünüp birazcık ağlamıştı. Kendisi ölse Neşe ne çok ağlardı kim bilir? Ağlamak çok iyi gelmişti, zaten hemen sonrasında bu rahatlamayla uykuya dalması çok kolay olmuştu. Mızmız bebek uyumuştu. Koca bebek.
İçeriden Hamiyet Hanım biraz öncekinden daha kararlı bir tonda seslendi: “Mustafa hadi oğlum geç oldu, bakkala git gel de kahvaltımızı yapalım, hadi tosunum.”
Annesinin şefkatli sesiyle irkildi. Kucağındaki tüfeğe bakıp kızdı kendisine. Eşek herif. Onu karyolayla yatağının arasına sokuşturdu. Fişek kutusunu da ayağıyla yatağın altına ittirdi. O da orada dursun kime ne zararı var. Annesi odasına pek girmezdi ama yine de tedbirli davranmak istedi. Uygun bir zamanda yerine koymalıydı onu. Hamiyet Hanım görse kötü bir şey var zanneder yüreğine inerdi kadının. “Tamam anne uyandım, giyinip çıkarım” dedi her zamanki sıradanlıkta. Çıkacaktı da.
Sonraki Bölüm
Bölümler ne zaman yayınlanacak diye beklemekten yorulduk. Acaba kitap olarak yayınlasanız da bir solukta okusak nasıl olur?
Merhaba; bir geleneği diriltme girişimi olarak romanı bölümler halinde yayınlamayı tercih ettik. Çarşamba – Cumartesi olmak üzere haftada iki bölüm yayınlanacaktır. Sonunda tüm eser pdf formatında erişime sunulacaktır.
Pembe dizi havasında sürdürdüğünüz bu yalancılığı bıraksanız artık diyorum!!!
ya hiç pembe dizi izlememişsin ya da hiç roman okumamışsın zırvalaman başka türlü açıklanamaz
Emile, okumayın. Bakmayın. Görmeyin. Bu pervasız nefreti bırakın.