Hamiyet Hanım’ın gecekondusu mahallemizin merkez camiinin bulunduğu eğimli sokağın en aşağısında kalan yapıydı, efendim. Bu sokağı çoğunlukla yaşlıların kullanacağını tahmin edersiniz. Mahallemizin en düzgün asfaltı da caddelerimizde değil, aşağıdan yukarı doğru daralan ve camiden sonra biçimsiz (hesapsız dikilen gecekondular yüzünden bir daralıp bir inceliyordu) ilerleyen bu sokakta bulunurdu. Bu sokağı günde birkaç kez kullanan ihtiyarların yavaş yürüyüşlerinin daha az yıpratıcı olmasından olacak burasının asfaltı hiç eskimiyordu. Oysa mahallemizin hemen her sokağı bir seferberlik haliyle aynı dönemde asfaltlanmıştı ve diğerlerinin hali haraptı. Buranın kaldırımları dahi koyuldukları ilk günkü gibi tertemiz görünüyordu. Diğer sokaklardakilere baksanız, birçoğu iki üç kez yenilenmek zorunda kalmıştı.
Mustafaların gecekondusu da bu yeniliğe ve temizliğe hakkıyla ayak uyduruyordu. Hamiyet Hanım her yeri eğri büğrü bu yapıyı öyle güzel bir bahçeyle süslemiş, o bahçeyi öyle çiçeklerle donatmıştı ki bu sokaktan geçerken başınızı şöyle bir çevirip bakmazsanız olmazdı, efendim. Yoğurt beyazı duvarları, eflatun dış kapısı, koyu kahverengiye boyanmış ve ölçüsüz yerleştirilmiş ahşap pencereleri her ne kadar birbiriyle uyumsuz görünse de, kalabalıktan üst üste binmiş peynir tenekelerine koyulmuş çiçeklerin, her yanı sarmış sarmaşıkların, bunların hepsini kolu altına almış büyük incir ağacının bulunduğu bahçe içindeyken insan gözünü yormaz, hatta görüşünüze girince bir süre bakmayı terk edemeyeceğiniz bir şeye dönüşürdü. Hafif öne yatmış sundurması ve aşağı çökmüş çatısı kapıdan giren insanı saygıyla karşılar, güvenilir bir yere gelindiği hissi vererek onu içeri buyur ederdi, efendim.
Mustafa bahçe kapısından çıkar çıkmaz, gecekondularının yakınındaki Engin Bakkal’a değil de, giderken yolu biraz uzatıp Neşe’nin evinin önünden geçmesini sağlayacak İlhan Bakkal’a gitmeye karar vermişti, efendim. Her zamanki gibi. Neşelerin evi Ayazağa Caddesi’ndeydi. Mahallemizde bunun gibi araç yoğunluğu yüzünden değil de, diğerlerine göre daha geniş olması yüzünden cadde unvanı almış birkaç yol vardı. Evlerinin demir bahçe kapısından çıkıp çok fazla yürümeden Ayazağa Caddesi’nin yukarı ucuna ulaştı. Biraz daha yürüyüp Engin Bakkal’ın hizasına kadar geldi. Engin Bakkal’ın sahibi Dobi Murat epeyce iri göbeğinin ağırlığından yere kapaklanmamak için geriye doğru abanmış, arada onu ne kadar kolay taşıdığını göstermek ister gibi yukarı aşağı sallayarak Mustafa’ ya bakıyordu. Dolgun gıdısıyla iyice geriye yatmış başından bakan iki göz yıllardır çözemediği bir şeyi düşünüyor gibiydi. Mustafa’nın uzun zamandır kapısının önünden geçip neden kendisinden değil de daha uzaktaki İlhan Bakkal’dan alışveriş yaptığını merak ediyordu. Sitemden çok merak vardı tacizkar bakışlarında.
Mustafa’nın aklı hala tüfekte olmasa belki Dobi Murat’a görünmeden önce onu fark eder, gerekirse o içeri girene kadar beklerdi. Ya da dalgın rolü yaparak onu duymazdı. Ancak iş işten geçmişti, efendim. Mustafa’nın görüldüğünü fark etmesiyle adamın onu fark etmesi aynı anda gerçekleşti. Göz göze gelmişlerdi. Ne düşünecek ne de kaçacak vakit vardı. Küçük yuvarlak kafası, göbeğinin iriliğinden daha da küçük görünen adam çekirdek çitliyordu. Sol avucunu elindekileri düşürmemek için olabildiğince kapamaya çalışmıştı ancak tombul elleriyle çok azını kavrayabilmişti ve çekirdeklerin bir kısmı kapanmış avucunun yarattığı çukurda çok tekinsiz duruyordu. Mustafa’yı görmenin heyecanıyla sarsılınca bir miktar çekirdek yere döküldü. Onları önemsemediğini ima eden bir mimik edinip, bunları geçelim tavrıyla söze girdi:
-Oooo Mustafa sen geçer miydin buralardan, çok şaşırdım valla.
Mustafa olabildiğince mahcup görünmeye çalıştı efendim ancak vücudunda mahcup olmasını sağlayacak şey her neyse işlemez olmuştu. Sadece zihninden cümlesini kurabiliyordu. O da öylesine, sığ bir cümle.
-Oooo Murat Abi nasılsın, Engin içeride mi, selam söyle ya, dedi. Dobi Murat onu bırakacak gibi görünmüyordu. Birkaç çekirdeği sinirli bir şekilde çitleyip devam etti:
-Mustafa sen de bi alemsin, Engin kasada, selamını ona versene, burası yabancı yer mi? Dedi, devamını getireceğini hissettiren acılı, pişkin bir gülüşle. Mustafa oradan öyle kolay geçemeyeceğini artık daha iyi kavramıştı. Biraz sonra Neşe’yi görme ihtimalinin önündeki bu kocaman engel canını sıkıyordu. Öncesinde defalarca yaptığı gibi onu görmezlikten gelerek oradan geçmediği için hata yapmıştı. Üstelik böyle yapsa bunun için fazladan rol yapması da gerekmeyecekti. Çevresiyle olan bağını koparmak sıkça yaptığı bir şeydi, böyle anlarda değil selama yanıt vermek, tepesinden bir kova su dökseniz ne olduğunu ya hiç anlamaz ya da çok sonra fark ederdi. Ama şimdi bundan çok uzaktı. Karşısında irtibata geçtiği, belki de kendisinden bir şey bekleyen biri vardı. Bu durumdayken, Neşe’yi düşünmeye koyulup, onunla ilgili çeşitli derin kederler ve aşırı sevinçler içeren hayaller kuramaz, dünyayla bağını koparamazdı. Neşe’yle hiç mi hiç bağı olmayan ve bu yüzden zerre ilgisini çekmeyen bu şişman adama, içindeyken kendisini epeyce gergin hissettiği, çoklarının gerçek dediği o düzeyden cevap vermesi gerektiğini handiyse kavramıştı, efendim. Bu konuda bir şey yapabilmesi için öncelikle onu anlaması gerekiyordu. Yüzünü olabildiğince ifadesiz kılmaya çalışarak:
-Annem bekliyo Murat Abi, bir iki bir şey alıp gideyim, kahvaltı yapacaz, çay beklemesin, uğrarım ben kardeşimin yanına akşamüzeri, dedi. Zorlama cümleleri sanki kendisi söylememiş gibiydi. Bulabileceği en ortalama cümleler bunlardı ve bunlar Dobi Murat’a küfür gibi gelmişti. O da ses tonunu yükselterek:
-Ya Mustafacım yanlış anlama, şurada komşu sayılırız, Engin’in falan bir terbiyesizliği olmadı değil mi sana karşı?
Mustafa bu sorudan hiçbir şey anlamadı. Cevap verip vermemesi gerektiğine karar veremedi. Dobi Murat’ın aşırı merakı ve girişken tavrı, onda içe kapanma isteği ve utangaçlık uyandırıyordu. Aklına bakkalın kendisi gibi şişman oğlu Engin’i överse durumu toparlayacağı fikrinin gelmesiyle:
-Yok be abi, Engin gibi temiz çocuk mu var mahallemizde, ta eskiden beri kardeşimden ötedir, yani ne terbiyesizliği olacak çocuğun, deyivermesi bir oldu.
-Mustafacım sanki kapımızda yılan var Allah aşkına, yani sırf meraktan soruyorum inan, kızmıyorum ki ne haddime, sitem de etmiyorum, ama yani kaç yıl oldu böyle bu, demeyim diyodum ama inan meraktan, zeytinse aynı zeytin, o da teneke Marmarabirlik satıyo ben de, ekmekse aynı ekmek, desen ki fiyat, olamaz mümkün değil, onun stoğuyla benimki bir değil imkanı yok fiyatta altıma inemez, aha işte görüyosun kapıdan çıktığın gibi buradasın, şu halinle üşenmiyorsun da oraya kadar… Şu halinle derken niye zahmet ediyon diyorum… İşte cebindeki sigaran, onu bile buradan almadan geçiyosun, hesabını biz mi soracaz, tabi değil, herkes istediğini istediği yerden alır ama komşuluk diye bir şey var, sizin başınıza bir şey gelse biz ejderha kesiliriz, kuran musap çarpsın zerre önemi yok ama merak ediyom Mustafa, nedir bu işin aslı?
Adam iyice heyecanlanmıştı, efendim. O iri gövdeye kan pompalamak için akla karayı seçen kalbi hızla vurmaya başlamış, akciğerleri de ona yetişebilmek için hızlıca kasılıp gevşiyordu. Soluk soluğaydı. Mustafa onu sonuna kadar dinledi. Bütün söylediklerini harfiyen anladı ama hala onun ne istediğine dair net bir fikir oluşturamamıştı. Zaten kafası yeterince karışık olduğundan, imalı cümlelerdeki, basit göndermelere yoğunlaşamıyordu. Kesin cümlelere ihtiyacı vardı. O anda en kesin olan cümle ejderhalı cümleydi. Onun üzerine bir şeyler söylemeliydi:
-Neyin aslı yani abi, saydığımız insansın, sana da bir mesele olsa biz feriştah kesiliriz dedi, iddiayı yükseltip samimiyetini ortaya koyduğunu düşünerek.
– Ya Mustafa saf mısın, ben mi safım anlamıyom, poşetle şuradan her gün yürüyosun yukarı doğru, inişini görmesem çıkışını kesin görüyom, aldığın da belli, zeytin, ekmek, beyaz peynir, tabi yumurta, sigara düzenli, margarini peyniri falan bir ara marketten alıyodunuz, karlı olana kim ne diyebilir, ama gördüm geçen Sana yağı da oradan aldın. Hani desem İlhan Bakkal’ın güzel yüzüne o da değil, adamın gözü resmen böyle yan bakıyo, ne gördüğü belli ne konuştuğu diyenin hesabı… ta lisedeyken bizim bakkaldan çıkmazdın… Engin’i biliyon kardeşin gibi büyüdü, birlikte dondurma bile karmıştınız hani, hatırlıyo musun, eşoğlueşek dondurmanın yarısını yemişti, dedi söylenenlere daha fazla tahammül edemeyip konuşmanın ortasında hiçbir şey söylemeksizin ardına dönüp yoluna gitmekte olan Mustafa’nın ardından.
-İyi Mustafa hayırlı uğurlu olsun ne diyim ki dedi Dobi Murat ve bol pantolon cebinden hiç ayırmadığı ay çekirdeğinden hırsla yenisini avuçlayıp çitlemeye devam etti. Mustafa onun duyup duymamasını önemsemeksizin mırıldanarak:
-Sağolasın Abi, diyebildi. Dobi Murat’ın etkisinden çıktıkça aklı başına geliyordu. Biraz önce yolunu neden kestiğini, ona o bütün şeyleri neden söylediğini anlamıştı. Neşe’yi görürüm umuduyla diğer bakkala gitmeye başladığı ilk zamanlarda, Engin Bakkal’ın önünden geçerken ne kadar utandığını hatırladı. O zamanlar durumu bu kadar ağır değildi. Şimdi hiçbir durumda o kadar utanamazdı. Yine de bir gerilim hissettiği ve bununla başa çıkamayacağını kestirdiği kesindi. Elbette, o an yaşanan gerilimin sorumlusu Mustafa değildi. Dobi Murat siz insanların deyimiyle kalın kafalılık etmese ve Mustafa’nın bunu Neşe’ye olan zaafından yaptığını kavrasa onu yolundan çevirmeyecekti. Üstelik Dobi Murat Mustafa’nın yaşadığı süreci yakından biliyordu. Neşe’den ilk hoşlanmaya başladığı andan bacağının kesilişine, onu gittikçe daha büyük bir saplantıya dönüştürmesinden bunun uğruna yaşadığı saçma olaylara, hep şahit olmuştu. Mahallemizde bazıları, birinin aşk için delireceğine inanabiliyor ancak aynı aşk yüzünden alışveriş yaptığı bakkalı değiştirmesini anlayamayabiliyordu. Dobi Murat da bunu yapmıştı, efendim.
Mustafa ilk başlarda, yolu uzatmayı göze alıp dönüşte birkaç sokak öteden dolanıp evine dönüyordu. Zaman geçtikçe buna gerek duymadı. Zaten bu sürede kendi gerekçeleri oluşmuştu. Şişman olmaları bir meseleydi, çok fazla muhabbet ediyorlardı, özellikle sabahları bu hiç çekilmiyordu, İlhan Bakkal hiç öyle değildi kısa ve öz konuşurdu ve inanılmaz hızlıydı, istediğiniz şeyi anında poşetinizde bulurdunuz. Dobi Murat ve oğlu Engin hantal, ağır tiplerdi, gerçi bu ağırlıkları insana alışverişe dair bir güven verirdi ama bu o kadar da güçlü bir his değildi, efendim.
Mustafa’nın o an bulunduğu yerden yirmi-otuz derecelik bir eğimle, 161metre 83 santim sonra Beşinci Sokak’ta (tam çocukların oturmakta oldukları yerde) sonlanıyordu cadde. Yolda kimsecikler yoktu. Kafasını kaldırıp sokağın sonunda siluet şeklinde bir grup insan gördü. Caddenin ortalarına yaklaştığında bakışlarını sola çevirdi. Neşelerin siyah bahçe kapısını, kaba sıvalı bahçe duvarını gördü. Sonra bahçenin içindeki açık vişneçürüğü badanalı eve baktı. Dinlenme bahanesiyle duraksadı bir süre. Uzun bacağının üzerinde yükselip görünürde kimse var mı diye bakındı. Evin çerçeveleri özensizce laciverte boyanmış salona ait büyük penceresine odaklandı. Ufak bir aralık bile bırakılmadan çekilmiş tül perdelerin ardında bir hareket var mı diye dikkat kesildi. Sonra suçlanmış gibi sağına soluna bakındı. Kısa bacağının üzerine indi. Biraz daha yolun kıyısına çekilip soluklanmaya başladı. Sırtını Neşelerin evinden tarafa dönmüştü. Amaçsızca bir süre caddeyi izledi.
Sonra yine yola koyulmuştu ki, birkaç adım sonra Neşelerin evinin bulunduğu taraftan, hangi bahçeden çıktığını anlayamadığı Zafer hızla önünden geçti: Neşe’nin ergenlik çağındaki kardeşi. “Ne o Zafer ne oldu, nereye koşuyon” diye seslendi ardından. Dönüp yanıt vereceğinden emin bir poz alıp bekledi. Tedirginlikten ağlamaklı çocuk duraksayıp ona kısa bir süre baktı ve hiçbir şey söylemeden aşağı doğru koşup gitti. Bu hareket hoşuna gitmedi ama durmadı üzerinde, peşi sıra, adımlarını biraz daha hızlandırıp, yürümeye devam etti. Bir “mesele” olduğu belliydi. Neşe’nin kardeşiyle, dolayısıyla Neşe’yle ilgili bir meseleye heyecansız yaklaşamazdı. Yüzünü görev edinmenin parıltısı kapladı, evdeki tüfeği, Dobi Murat’ı, kahvaltı alışverişini unutmuştu.
Biraz sonra Zafer’in sokağın sonundaki gruba karıştığını gördü, efendim. Ellerini kollarını sallayarak heyecanla bir şeyler anlatıyor gibiydi. Sesini zar zor duyabiliyordu. Yürürken çok fazla sarsıldığından olan biteni görmekte zorlanıyordu. Dursa o da olmayacaktı. Görebildiği tavırları birilerine bir şeyler anlatmaktan çok kavga ediyor gibiydi. Bir şeyler söylüyor, bir anda ardına dönüp bir tekme savuruyordu, sonra yine birkaç cümle söyleyip hızla yana çekilip hayali bir darbeden sakınıyordu.
Yaklaştıkça çocukları net görür olmuştu. Zafer’in arkası dönüktü. Diğerleri de tanıdıktı, Sarı ve tayfasıydı, bunlar. Genelde içine kapanık, kimseyle pek bir şey konuşmayan Mustafa mahalle çocuklarını severdi, çünkü çocuklar ona “garip” davranmıyordu. Akranları ve büyüklerinden köşe bucak kaçmasının tersine onlarla kendi çabasıyla vakit geçirir, bir sorunları olduğunda samimiyetle dinlerdi. Mustafa’nın sosyal çevresi mahallemiz çocuklarıydı. Belirli bir yaşı aşan ve artık “olgun” olan insanlar, Mustafa’ nın herhangi bir şey yapmasına gerek kalmaksızın, ondan uzaklaşır, onu bir meczup gibi görme eğilimi edinirdi. Bir gün önce “biraz tuhaf ama çok iyi biri” olarak gördükleri kişiyi, ertesi gün zayıf karakterli, düşkün, sağı solu belli olmayacak, kimseye bir faydası dokunamayacak biri olarak görmeye başlarlardı. O da bundan hiç yüksünmez, bakışında tereddüt gördüğü kimseyi o an diyalog listesinden çıkarırdı. Gerçi keşke Sarı ve tayfasını da bu şekilde listesinden çıkarmış olsaydı da onların bu olayına kıyısından da olsa dahil olmasaydı dediğim çok olmuştur, efendim. Her şey çok farklı olabilirdi o zaman.
İlkin Sarı ile göz göze geldiğinde gülümsedi. Mustafa’da ender görebileceğiniz çok normal bir tebessümdü, bu. Selçuk’u ve Ramazan’ı da severdi, yüzünde bozmadan tutmaya devam ettiği tebessümü onlara da yöneltti. Osman’ı çok iyi tanımazdı ama iyi çocuğa benzediği için onu onaylayan bir baş hareketiyle onda sonlandırdı, artık yüzünü yormaya başlayan hareketi. Çocukların grubunda varlığını hissettiği heyecana katılmak isteyerek, coşkulu bir sesle “Ne o gençler, bir arıza mı var, hayırdır” diye seslendi. Zafer’ in kendisini aydınlatacağını umuyordu ama o yüzünü dönmemekte kararlı görünüyordu. Birkaç adım daha atarak çocukların yanlarına kadar geldi. Nasıl olsa aralarından birisi konuyu ona açacaktı.