in

Uyanış Mah. – Tefrika Roman 1. Bölüm

Akıl Fikir Müessesesi olarak edebiyatımızın önemli geleneklerinden birini canlandırmak ve yayıncılık tekeline karşı özgür yazarları destekleyebilmek adına, Eyüp Rol isimli dostumuzun Uyanış Mah. isimli eserini siz edebiyatseverlerle paylaşmaktan onur duyarız.

SOKAK FENERİ

Ölü bir camdan ağlayan korku

İniyor serseri ve boş geceye;

Kaldırımlar bütün sükut, uyku…

 

Her duvar, her kovukta şimdi niye

Bir büyük göz niyaz eder, ağlar

“Bitsin artık bu gizli şüphe!” diye?

 

Korkarım… Saklanır heyulalar…

Bana der: “İşte bir sahife oku,

Sarı gölgemde hasta kalbin var!…”

 

Ölü bir camdan ağlayan korku…

Ali Canip Yöntem(1877-1967)

1-Ben: Yazarın Takdimi ve Giriş

Öncelikle bir yazar için fazla sabırsız, heyecanlı ve sinirli bir kişi olduğumu yazacaklarımın başında belirtmem gerekir. Sakın bu amaçsız girişi okuyacaklarınıza karşı tavrınızı belirlemeye yönelik bir güdüleme girişimi ya da başarısızlıklarımı örtmeye niyetli bir bahane olarak almayın. Yok, daha neler, kim böyle bir şey için bunca zaman harcar? Bir şekilde giriş yapmak zorunda olmasam, buna ihtiyaç duymayacaktım. Şu an benim için bir olasılıktan ya da hayalden ibaret olsanız da, kendimi size karşı sorumlu hissediyorum.

Bunu yazmak için kendimce sebeplerim olduğu bir gerçek, yani öyle olmalı.(Sorumluluk insanı suskunlaştırır ama işte beni böyle geveze yapıyor. Kahve içtiğimde de uykum gelir)

Tabi hemen bundan sonrası daha zor benim için. Anılarından bahsederken insanın kendini tutması zor. Demek istediğim anlatacağım bazı şeyleri kendime yonttuğum falan sezilebilir. “Bu ne sinirmiş be” diyebilirsiniz ama bunun da engelleyemediğim sinirimden kaynaklandığını bilmenizi; böylesi çiğliklerimi de aşırı iletken bünyemin bu tip bir duyarlılığına bağlamanızı isteyeceğim. Hani çok da bir şey beklemiyorum.

Keşfe ve güzele olan aşırı heyecanım da başka bir dert. Bu huyum bunları yazarken bana kolaylık sağlayabilirdi. Ama elbette sınırı aşmasaydı. Takıntı gibi. Şu kırk iki yaşıma rağmen hala bir şey beni heyecanlandırdığında oracıkta saplanıp kalıyorum. Gitme vaktim geldiğini hissetsem de o güzellik ya da yenilik her neyse onu terk edemiyor, yeni bir oyuncak edinmiş çocuk gibi ona tapınıyor, etrafında dolanıyorum.

Sözü daha fazla uzatmadan konuya girmeliyim, farkındayım. Şu an bulunduğum şehre iki hafta kadar önce atandım. Burası çok yabancı bir yer değil benim için. Çocukluğumun, ilk-gençliğimin bir kısmı burada geçti. Kimliğimi tamamen ele vermemek için ne görevle geldiğimi söylemeyeceğim. Gerçi anlatacaklarımda durumumu tehlikeye atacak herhangi bir şey yok ama yine de kim olduğumun bilinmesini istemiyorum. Dahası iş için gelmiş de olmayabilirim, atanma kelimesine takılmayın. Tüm bunları kafanız karışsın diye söylemiyorum; bu, en son isteyeceğim şey olur, elimden geldiğince dürüst davranmaya çalışıyorum…

Öyle ya da böyle, çocukluğumu geçirdiğim semt çok gelişmişti, ulaşım sorunu falan olmayınca, kiralar da cazip olunca evi buradan tuttum. Şansa bakın ki, zamanında ikamet ettiğimiz gecekondunun arsasına yapılmış dört katlı apartmanın en üst katında boş bir daire buldum. Üstelik isteğime uygun olarak eşyalı bir evdi. Hemen taşındım.

Biraz beklerseniz, bugünün tarihine bir bakmam gerekiyor… Evet, yanlış hatırlamıyorum, beş gün önceydi. Balkondaydım. Tam şu an gibi. Öncesi var… Evin planını berbat bulmuştum. Anlaşılan burası çişli bir aile için tasarlanmış. Epeyce lüks görünen dış kapıdan girer girmez tuvalet koymuş olmalarını başka türlü açıklayamamıştım. Size hoş geldin diyen bu alaturka tuvaletten başka alafranga iki tuvalet daha var. İki oda bir salon bir ev için bunca tuvalet fazla değil mi sizce de? İki oda dediğime bakmayın, bu iki odacık bir klozetle hızla tuvalete dönüşebilecek kadar küçük yerler. Neyse ki salon gerçek bir salon. Evin yarısından fazlası salondan oluşuyor.

Evin projesini çizen kişiye birkaç küfür etmeden geçemezdim. Ettim. Ağzıma gelmişken eşyaları yerleştiren kişileri de aradan çıkarmamak olmazdı. Onların da kulaklarını inceden çınlattım. Sanki bir ev döşemek için değil, buraya depolanmak için getirilmişlerdi. Allah’tan kolay olsun diye bunları türlerine göre ayırmışlar, epeyce yer kaplayan oturma grubunu salona, buzdolabını mutfağa, diğer eşyaları kategorilerine uygun yerlere koymaya gayret etmişlerdi. Çamaşır makinesinin paketi açılmamıştı ama isabet ki banyodaydı. Banyo demişken aklınıza yanlış bir şey gelmesin diye, burasının diğer üç tuvaletten ayrıca bir yer olduğunu ve içinde klozet olmadığını belirtmeliyim. Evi soğuktan titreyerek gezmeyi tamamladığımda birazcık dinleneyim ve aceleyle gelirken dikkat edemediğim çevreye göz atayım diye evin balkonuna çıktım. Ne iyi yapmışım.

Eski mahallemde yapılar çok değişmişti ancak sokak başlarına dikilmiş lambaların bazıları hiç değişmemişti. Yaz kış saatlerce dikildiğimiz, mahalledeki akranlarımızın sosyalleşme yeri olan bahçe duvarının dibindeki sokak lambası da olduğu gibi duruyordu. Bahçe duvarını, kaldırımı genişletmek için kaldırmışlardı ya da asfaltı.  İdrarla suladığımız yolun kıyısındaki idrarla sulayarak öldürdüğümüz meşe ağacı çoktan gitmişti. Kurumuş hali yıllarca kalmıştı oysa. Güzelim ağacı iç etmiştik, botanik bilgi eksikliği yüzünden. Gübrelediğimizi falan sanıyorduk. Ama boşluğu hemen yolun kenarında aynı yerinde duruyordu.

Kaldırımlar yenilenmişti, çoğunlukla akşamları yoldan geçenlere görünmek istemediğimizde arka tarafında oturduğumuz trafo aynı yerindeydi. Genelde görünmek istememek için özel bir nedenimiz olmazdı. İki yüz metre kadar uzağımızda bulunan İlhan Bakkal’dan bizim eve giderken geçtiğimiz hafif eğimli yolun eğimi oradaydı; İlhan Bakkal yoktu, yerine kocaman bir bina dikilmişti. O tanıdık eğime çok kötü davranmamışlardı, yalnızca üzeri asfaltlanmıştı. Ancak İlhan Bakkal’ın gözünün yaşına bakılmamıştı. Bin yıllar sonra arkeolojik bir kazıda, onu veresiye defterine ve oturduğu yerden kapıyı kapamasına yarayan uzun sırığına sarılmış vaziyette bulabilirlerdi. Ama o çiklet kokuları, ibreti-i alem için dükkanın ortasında sallandırılan sucuklar, her peynir tartılışında yalanan iki parmak yalan olmuştu. Ne üzücü.

Bir tarafını beşinci sokağın ,bir tarafını Ayazağa Caddesi’nin oluşturduğu ters ‘T’ biçimindeki(yukarıdan gelenler için düz ‘T’) üç yolu aydınlatan, evimizin hemen önündeki sokak lambası onca yılda hiç eskimemişti. Ne malıysa artık. Acaba değiştirmişler midir diyerek dikkatle baktım, ama oydu. Üzerine basketbol oynamak için astığımız demir çember bile duruyordu.

Böyle söyleyince aklıma geldi de, ışığıyla eski evimizi merdivenlerine kadar aydınlatan bu sokak lambasının çocukluğumdaki işlevleri saymakla bitmez: Kışları ertesi gün okula gitmekten kurtulmak için kar tatili beklediğimiz akşamlar, televizyondaki meteoroloji haberlerinden çok onun ışığında yapacağım kısacık bir gözleme bel bağlardım. Evimizin sıcak salonunun perdesini zırt pırt aralar, kar yağıyor mu, yağıyorsa yoğunluğu ne kadar izlerdim. Lambamızın kar taneleri arasına hapsoldukça daralan ışığı, boy uzatır diye kurallarına uymaksızın rastgele basketbol oynadığımız potanın görünmesine yetmiyorsa, karın yağmasında payım olduğuna inanan bir coşkuyla “Tatil yağıyoooooo, tatil yağıyoooo” diye bağırarak sokağa fırlardım.

Sokağa çıktığımda hep geç kalmış olurdum, benden önce çoğunluğun zaten sokakta olduğunu görürdüm. Hep birlikte önemli işler yapıyormuşçasına, o bir-iki sokaklık alanda, elimizdeki karla ne yapılabiliyorsa eksiksiz yapmamız gerekir gibi davranırdık; eğimli yerleri kayganlaştırmak için ilk hamleleri yapar, düzlüklerde kardan adamlık yer bakar, sonradan çıkacağını tahmin ettiğimiz çocukları hesaba katarak kartopu savaşı için takımlar tasarlardık. Saat dolmadan bir iki fire hariç umduğumuz kişiler gelmiş olurlardı. Gelirlerken, kimisi annesinin sokağa çıkmadan önce ağzına tıkıştırdığı son lokmayı geveliyor, kimisi bağcığını bile bağlamadan çıktığından, eğilmiş ayakkabısıyla ilgileniyor, kimisi de, kayganlaştırılan yeri ilk test edenlerden olmak için aceleyle, yolun eğimli tarafına koşuyor olurdu. Ne günlermiş.

Televizyondan okulların birkaç gün tatil edildiğini duymuş ama ebeveynleri izin vermediği için aramıza katılamayan çocuklar, dışarıda olamamanın üzüntüsüyle evlerini soğutma tehlikesini göze alarak, pencerelerini açar, olabildiğince uzağa duyurma çabasıyla yırtınarak kaç gün tatil edildiğini bildirirlerdi. Sanki biz bilmiyoruz.

Bazen de akşam oyunlarımızın sahne ışığı oluyordu, bu lamba. Bir akşam altında mahallemizin maskotu küfürbaz Sarı Recep’e yaptığımız şakayı hiç unutmam. Gerçi, mahallemizde esmerlerin baskın oluşundan olacak, belirli bir esmerlikten biraz açık renge sahip kişilerin lakabı genelde ‘Sarı’ olurdu.(Bu arada benim lakabım da Sarı’ydı) Ama bu Sarı Recep için geçerli değildi. O gerçekten sarıydı. Altmışların-yetmişlerin modası, kulaklarını örten biçimde uzun saçlarıyla; uzun zamandır müdahale edilmediğinden gözlerinin bir kısmını kapamak üzere uzamış kaşlarıyla; burun deliklerinin hemen çıkışında sigara dumanından kızıllaşmış ve devamında sakallarına karışmış bıyıklarıyla; kıvrıklığından uzunluğu anlaşılmayan seyrek sakallarıyla; güneş görür görmez kızaran ince derisiyle tam bir sarışındı. Her kurduğunuz cümleye kafiyeli bir küfürle cevap verebilme yeteneğinin doğuştan geldiğinin yanı sıra, öncesinde çok zengin olup, apansız bir beyin kanaması sonucu felçli kaldığında ortağı tarafından dolandırılarak beş parasız bırakıldığı ve bu yüzden sokak aralarında el arabasıyla maydanoz satmaya kadar “düştüğü” söylenirdi.

Hiç kimsenin bizzat şahit olmadığı bu acıklı hayat hikâyesinden mi, felçli oluşundan mı, yoksa küfürleri belirli bir kafiyede ettiği için sempati uyandırdığından mı bilmiyorum, onun herkese dümdüz gidebilme hakkı vardı. Bu hakkını da son damlasına kadar keyifle kullandığı görülürdü. Belirli kişilere küfretmeyi ayrıca seviyordu, bunlardan birini yakalarsa, hali hazırda saydırdığı kişiyi bırakır, maydanoz dolu el arabasının(inşaat işlerinde kullanılan türden bir arabaydı, bu) tutacaklarına sıkıca sarılıp, diğerinden daha güçlü olan sol bacağının üzerinde geriye doğru abanarak, yönünü yeni hedefine çevirirdi, sekerek.

Ağzından değil de boğazından gelen(zaten onun ağzı yok gibiydi, normal bir insanın ağzının bulunduğu bölgeye yakın bir yere sapladığı sigarası sayesinde bizler bir ağzı olduğunu varsayıyorduk, yoksa kimsenin ağzını gördüğünü sanmam) hırıltılı kısık sesiyle ettiği küfürler insanı fena güldürürdü. Çünkü o gizemli, acıyla çatallanmış sesten öylesi ayıp şeyler duymayı beklemezdiniz. Diyafram da sağlamdı hani. Uyakları doğaçlama şekilde o kadar hızlı ve yerinde kullanıyordu ki, sonrasında çok kez onun gerçek bir halk şairi olduğunu düşünmüşümdür. Kişisine göre mesafe değiştiren kinayesiyle; deyimler kullanan, atasözlerine ve gündeme göndermeler içeren tarzıyla gerçek bir sokak şairiydi. İstisnasız her hava kararmaya başladığında bizim sokağın başında görünür, yürümek için destek aldığı el arabasını ittirip, sağ bacağını ardında sürükleyerek devasa bir salyangoz gibi usulca yanımıza gelirdi. O yanımıza vardığında istisnasız karanlık kavuşmuş olurdu. Onu görür görmez gülmeye, onun aramızdaki gözdesi Laz Ali’yi o gelmeden kızdırmaya başlardık. Laz Ali birazdan başına gelecekleri bilir, ona karşılık verebilmek için yeteneksizce hazırladığı, yarım kafiyeyi aşmayan küfürleri telaşla hatırlamaya çalışırdı. Salak. Yanımıza geldiğinde dururdu. Düşmemek için dengeyi zor koruduğu, o yumuşak duruşta bile öne arkaya esnemesinden anlaşılırdı. Sonra uzun ve zayıf olan Laz Ali’ ye mesela “Boyu uzun göğe değer, ölürüm ben Ali’yi ……… eğer” der, yeni yarattığı küfrün sevinciyle hevesli, ayakta durmakta zorlanarak, sarsıla sarsıla gülerdi. Gülmekten yere düştüğünü hiç görmesem de birkaç defa düşmekten birilerine tutunarak kurtulduğunu görmüştüm.

Laf lafı açıyor, sonra bir gün onu acaba alt edebilir miyim diye geçirmiştim aklımdan. Ergen sadizmi. Zihnimi yokladığımda basit kelimeler üzerinden epeyce kafiyeli küfür yaratabildiğimi fark etmiş, bizim çocuklara da dramatik etkiyi artırsınlar diye koroluk görevi vermiştim. Laz Ali bayılmıştı bu fikre. Kazma herif. O akşam Sarı Recep geldiğinde, yine yakınımızda park etti ve Laz Ali’ye “Nereliydin la sen?” diye sordu. Ne yapmak istediği belliydi, Laz Ali ona memleketini söylemek istemeyecek, o da aramızdan birine soracaktı, Laz Ali’ye küfretmesinden hoşlanan bizler de hemen “Erzurumlu” diye beklediği cevabı verecek, o da ona “Dadaş mısın, godoş musun” diyerek performansının açılışını yapacaktı. Sohbeti uzatmak istediğinden midir nedir, ara sıra böylesi kalıplar kullanırdı. Genelde de girişte. Kafiyeli küfür etmekten sıkıldığından da olabilir. Belki de sıklıkla karşılaştığı kişiler için, yeni dizeler yaratmayı gereksiz buluyordu.

Bu kez Laz Ali’nin yüzünde kızgınlık yerine kurnazca bir ifade görünce biraz durakladı. Laz Ali beni işaret ederek “Ona sor bak, ona” diyince bakışlarını üşenerek bana çevirdi. Beni kendi yanına çekmek isteyerek sırnaşık bir ifade takındı ve başıyla Laz Ali’yi işaret ederek: ”İyice zayıflamış la bu” dedi “Kuru tahtaya çivi çakması güzel olur”. Kendimi tuttum, gülmedim.

Sarı Recep’in ağzından Kısa Maltepe sigarası hiç düşmezdi. Sigarayı yakıp ağzına bir kez koydu mu, ona sönene kadar hiç dokunmazdı. Bir dümen olduğunu hissetmişti, bununla ağzında yanan bir sigara varken karşılaşmak istiyordu. Tipik tiryaki. O sıra sigarası söndüğünden, yenisini yakmak için, tek eliyle arabasından tutunup, zorlanarak cebini yokladı. Eline sigara paketini alınca, kolunu yeterince yukarı kaldıramadığından başını aşağıya eğdi. Sonra sürekli tükürük sızan ve bıyıklarından görünmeyen dudaklarına yapışmış izmaritten kurtulmak için başını salladı. Sallamakla düşüremeyince tükürmek istedi ama onu da beceremedi. Sonra ağzını hafif aralayıp sanki çukur bir şeyden bir şey dökmek ister gibi alt çenesini yana doğru devirmeye çalıştı. Sonra epeyce izmarit. Gün boyu atmayı başaramayıp diliyle ağzına çektiği izmaritler sıvıdan şişmiş halde kazağına döküldü. En az bir paketlik sigara izmaritinin göğsüne düşüşünü izledim. Tuzaktan bununla kurtulamayacağının farkında, başını kaldırmadan, çekingen bana dönüp “Nereli bu” diye sordu. Planladığımız gibi “Sana ne” dedim ona bana yönelsin diye. Bana “Senin adın ne” diye sorar sormaz, satmakta olduğu maydanozları merkeze koyarak, mecazi de olsa küfür anlamı çıkartılabilecek fiillere(neyse ki Türkçe buna çok elverişliydi) basit kelimelerle uyaklar oluşturarak, bir dize okudum. Hemen ardından beş altı kişilik koro devreye girdi ve öncesinde belirlediğimiz bir iki kelimelik küfürleri, bazı heceleri tekrarlayarak seslendirdi. Bir yandan da tekrarlanan hecelerin geldiği kısımda, ellerinde makineli tüfekle ona ateş ediyormuş gibi bir hareket yapıyorlardı. Sonra bir dize ben, sonra yine koro, bir dize ben, sonra koro…

Sarı Recep daha önce görmediğim bir ifadeye bürünmüş, şaşkınlıkla bir bana bir koroya bakıyordu. İstese dönüp yoluna gidebilirdi ama gitmiyordu. Ne kadar devam edebileceğimi görmek istiyordu, sanki. Tatmin edici bir zaman sonra bitirdik. Bizim son verişimizle gitmek için harekete geçmesi bir olmuştu. El arabasına tutundu ve geldiği hızda evine doğru yola koyuldu. Ne gülmüştük, karnımıza ağrılar girmişti.

Sonraki günler Sarı Recep sokağın başına geldiğinde şöyle bir dikilip, sokakta bizi görürse, yolunu değiştirir oldu. Buna en çok Laz Ali sevindi. Arkadaşlarım Sarı Recep’in bir daha yanımıza uğramayışını, yenilgiyi kaldıramayışına bağladılar ama ben bunu hayatında en iyi yapabildiği şeyi, bir yeniyetmenin kolaylıkla yaptığını gören kişinin hayal kırıklığına bağlamıştım. Herkes tarafından üstün görülen şiiri yeni yetme bir velet tarafından aşılmış, onun açısından bakılınca belki de hiçleştirilmişti. Bundan sonra onunla aynı ortamda denk gelişlerimiz hep benim çabamla oldu. Küfürleri değil ama uyaklı küfürleri bıraktığını bile duydum. Artık serbest nazım kullanıyordu.

Bir de bu sokak lambasını nişan tahtası olarak kullandığımız zamanlar vardı. Sapan sezonunun uzun sürdüğü bir yaz mevsiminin sonlarıydı. Hiç unutmam. Tüm sapancılar, bu lambanın cam koruma kapağını ve içindeki flüoresanı tek atışta patlatabilmek için uğraşır olmuştu. Bunu yapabilen çok az kişi vardı elbette. Bunlardan birisi Ramazan isminde kirli yüzlü, açık kumral bir çocuktu. Kimileri bunu dört beş atışta başarıyorlardı. Bunlar da atışların hepsi -en azından- dış korumayı kırabilmişse sapan ustası sayılıyorlardı. Bunu asla beceremeyeceğini bilenler ise bunu birilerinin önünde hiç denemezlerdi. Onlar sezon boyunca yanlarında gezdirdikleri sapanları ve gün boyu ceplerinde biriktirdikleri en biçimli taşları kimsecikler yokken çıkartır, lambanın yanından ıslık çalarak geçen isabetsiz atıştan sonra bir iki deneme daha yapıp şanslarını sonraya bırakırlardı. Ben onlardan biriydim. Beş altı sokak aşağımızdaki Dutluk denilen yere gidip cepler dolusu çakıl taşı getirmişliğim çok olmuştur.

“Sapan mevsimi” geldiğinde, bir iki kafa ve birkaç cam kırılacak, sokaklar karanlıkta kalmaya başlayacak demekti.  Kırılan kafa ve camlar bizim değilse, akşam oyunlarımızı daha heyecanlı kılan karanlık sokakları zaten seviyorduk. Sevmeyip ne yapacağız. Kulak tırmalayan çınlamayla yanan lambayı yüksek bir “çat” sesiyle patlatarak, sokağı sessizliğe ve karanlığa gömmek büyük eğlenceydi. En az haftada bir değişir olmuştu, lambamız. Üç dört günlük karanlıktan sonra birilerinin ricası ve şikâyetiyle yenisi gelirdi. Artık dış korumayı değiştirmeye bile gerek görmüyorlardı.  En sonunda başka türden bir lamba taktılar. Büyükler bunun “otoban lambası” olduğunu söylüyorlardı. Öncekinden oldukça farklıydı. Diğerleri gibi beyaz değil sarı renkliydi ve onlara göre epeyce fazla aydınlatıyordu.

Hatırlıyorum; o günün akşamı Ramazan toz toprak içinden çıkıveren gizemli bir kovboy gibi bir anda yanımızda belirivermişti. Hangi yönden geldiğini bile anlamamıştım. Çocukluğuna yakışmayan bir ağırlıkla körüklediği sigarasını atıp önce bir tükürmüş, sonra sapanını cebinden çıkarıp yerde taş aramaya koyulmuştu. Kendine has sapancılığıyla yanında hiç taş bulundurmazdı, taşını o an doğaçlama bulurdu. Sonra bulduğu çakıl taşını aletin meşinine özenle yerleştirdi. Kaliteli bir lastikten yapılmıştı sapanı. Serum lastiğini komşu mahalleden, babası eczacı olan bir çocuktan zorla almıştı. Kiraz ağacı çatalından yaptığı aletin tutma yerini şambrel parçaları ve renkli paket lastikleriyle sararak kolay tutulur hale getirmeyi ihmal etmemişti. Gerçekten çok havalı görünüyordu. Sapanın lastiğini öyle sündürmüştü ki, etrafındaki herkes koptu kopacak korkusuyla sakınarak izliyordu. Taşı bırakmasını beklediğimiz anda “Yazık la bu güzelmiş kırmayak bunu” demesin mi. Şaşırmıştık. Şu an kim olduğunu hatırlamadığım bir çocuk “He o’lum pahalıya benziyo, yazık” diye desteklemişti onu. Laz Ali ona doğru birkaç adım atıp “Vuramıycam diye korktun de miii” diye dalga geçmişti. Bu sözü kimse iplemedi, hem söyleyen kişi, hem de söylenen şey yüzünden. O sağlam sapancıydı, bunu herkes bilirdi.

Ramazan elindeki sapanı, içindeki taşla birlikte sarıp, gri kumaş pantolonunun arka cebine sokuşturmuş, yeni bir taş aramaya koyulmuştu. Bir an Laz Ali’yi mi taşlayacak diye düşünmedim değil. Sapana göre oldukça büyük bir taşı, sağ elinin işaret parmağıyla sıkıca sarmış “Bak şimdi şu en sondaki fincana bak” demişti sol eliyle lambadan daha uzakta ve ondan daha küçük bir hedef olan porselen izalasyon malzemelerinden birini gösterirken. Bileğinde çok kısa, sanki devam etmesi gereken bir hareketi yarıda kesmiş gibi bir şey oldu. O kadar. Sonrasında direkten ateşler saçılıyordu. Tüm mahalle karanlığa gömülmüş, biz de oradan kaçmıştık. Ertesi gündüz sokağa çıkan ilk çocuğun işi direği kontrol etmek olmuştu. Ramazan’ın nişan aldığı fincan(mutlaka bunun teknik bir adı vardır) yerinde yoktu. Sonrasında Ramazan’ın bu şovunu uzun süre kimse unutmamış ve sokak lambası bir daha hiç hedef alınmamıştı.

Anılar insanı kuşatıyor, içeri girmek istememiştim. Deli üşüyorum bu arada, büzülmüşüm balkonun köşesinde, hatta titriyorum. Öylece beklerken sokak lambasının altında bir hareket fark ettim. Sokağı seyretmeyi bırakmıyordum ama hiç rahat değildim, hani. Hafif esse de epeyce üşüten rüzgarın etkisini azaltmak için, balkonda eğilmiş, gelen kişiye sanki pusudaymışım gibi gizlice bakıyordum. Biraz sonra iri cüsseli bir adam iyice netleşmişti. Sağ profilini görebiliyordum, o da siluet halinde. Birden beşinci sokak üzerinde düz gitmekten vazgeçmiş gibi ani bir hareket yaparak doksan derecelik bir açı yapıp yukarı doğru döndü. Bir iki adım attı ki üzerindeki kalın pardösü ve kışlık kıyafetler yüzünden tanınmaz olan adamda tanıdık bir şey fark ettim. Adam topallıyordu. Çocukluğumda defalarca karşılaştığım, zihnime kazınmış bir görüntüydü bu. İnsan kokuları ve titreşimlerin yarattığı görsel etkiyi asla unutmuyor…

Bu adam Mustafa Abi’ydi. Bu tanıdık salınım anılarımın bulunduğu yerde bir şeyleri harekete geçirmişti, sanki. Önce kısa nostaljik bir mutluluk, ardından keskin bir endişe ve suçluluk hissetmeye başladım. Umarım aranızda daha önce buna benzer bir şeyi yaşamış birileri vardır da ne demek istediğimi anlamıştır. İnsanların sakat birini gördüğünde hissettiği türden bir acıma değildi bu, acıma hiç değildi. Daha çok suçluluk hissediyordum. Adamı ben topal bırakmış olamam ya, neyin nesiyse. Tabi bu hislerin doğru tespitini şu an yapabiliyorum. O an kendimi kötü hissettiğim dışında çoğu şeyin farkında değildim. Keyfimin kaçtığı kesindi. Balkonda sıkıldığıma karar verip içeri geçtim. Bir süre sonra yeni mekan yorgunluğundan olacak uyuyakalmışım.

İşte o gece gördüğüm, daha önceki hiçbir kabusuma benzemeyen rüya ve ertesi birkaç gün aynı rüyanın tekrarlanması üzerinden yaptığım çıkarımlar, bu yazılanların en önemli sebebidir.

Ah ne kabustu. Aslında buna rüya görmek demek de çok yanlış olur. Hiçbir görüntü yoktu. Bolca ışık vardı, gözlerimi kamaştıran, o da görüntü sayılırsa, sıcak bir de, ama cehennem sıcağı değil, yakmıyor, felç edecek şekilde kemiklerinize kadar ısıtıyor. Kalbinizin, beyninizin, bağırsaklarınızın ısındığını birebir hissediyorsunuz. Yanma değildi, yineliyorum…

Daha çok rüya duymuştum ben. Çünkü bana çok uzun süre gibi gelecek bir zaman boyunca sürekli “yazık topal kalmasın dedim” cümlesini sayıklıyordu bir kişi. Ya da sayıklamıyor ve ben hiçbir şey duymuyordum. Bu cümlenin vereceği anlam, pişmanlık benzeri bir hisle bütün hücrelerime sızıyordu. Ben o deli yaz sıcağının rehavetinden bir santim bile kıpırdayamazken. Terlesem soğuyacağım biliyorum, ama damla ter yok kupkuruyum, elimle derimi yoklamak istiyorum ama üşeniyorum buna. Üşendiğim için de kahroluyorum bir taraftan. Sesin tonu sürekli değişiyor.

Cümle buydu bu olmasına ama rüyamda cümlenin anlamından çok bana hissettirdikleri vardı. Nedense müthiş bir azap veriyordu. Bir süre azap devam edip de dayanamayacak gibi hissettiğimde aniden cümlenin çok komik olduğunu düşünüyordum. Çok saçma buluyordum bir an bu cümleyi, bana bunun söylenmesinden nefret ediyor oradan uzaklaşmak istiyordum ama ışık ve biliyorsunuz sıcak ve aydınlık.  Tam gülme hissiyle dolduğumda yine aynı azap gelip içime oturuyordu. Nasıl yorucu bir rüya olduğunu anlatmam mümkün değil. Bu gecenin sabahında yataktan çıkmak istememiştim. Hasta olmuştum, boğazım, başım her yerim ağrıyordu. En fenası boynumdu ve kalan yerlerim de tutulmuştu. Rüyamı bir önceki gece geçişini gördüğüm Mustafa Abi’yle ilişkilendirmem zor olmadı. Ancak bunda beni bu kadar etkileyecek şeyin ne olduğunu anlayamamıştım.

Şu üzerine oturulan organın uyurken açıkta kalmasıyla ilgili deyim de aklıma gelmedi değil. Belki bununla geçer giderdim. Aynı rüyayı şu son beş gündür her gün görmeseydim.

Sonraki birkaç gün yine akşam saatlerinde balkona çıkıp oturur oldum. Çat pat Freud okumuş biri olarak tekrarlayan rüyaları bir alamet aramadan geçmenin enayilik olacağını biliyordum. İş güç olmayınca, nane-limon kaynatırken, içerken beni sarsan bu rüya üzerine düşünmek epeyce mantıklıydı. Hastayken kurallara uymaya daha meyilli oluyor insan. Belki yine Mustafa Abi geçer, her şeyi hatırlamamı sağlardı… Beklediğim gibi olmadı.

Dün gece bunun üstesinden gelemeyeceğim bir şey olduğunu anladım. İsmi lazım değil bir dostumu arayıp, daha önceden destek alıp çok methettiği, hastalarını ilaçsız iyi etmesiyle ünlü bir psikiyatrisin numarasını istedim. Sadece üstün körü bir fikir alacaktım, delirmediğimden emindim. Geç bir saat olmasına aldırış etmeden aradım. Aramaz olaydım. Doktor telaşa hiç gerek olmadığını, eski mahalleme taşınmışsam ufak tefek olumsuz şeyler hissetmemin çok olağan olduğunu, bunun için en hafifinden ilaç bile yazamayacağını basit şekilde anlattı. Ne kadar acı çektiğimi anlamadığını düşündüğümü söylediğimde ise böyle hissetmemin de normal olduğunu ifade etti. Acı çekmemin nesi normal dediğimde, acı verici bir anı canlanırken acı çekmemin normal olduğu karşılığını verdi. Telefonda atışır gibiydik. Üstelik bu durum karşıdakinin hoşuna gidiyordu. O an yalnız biriyle konuştuğumu hissettim. Konuşmaya teşvik edici tarzına eşlik ediyordum. O ilk gün balkonda neler düşündüysem neler hissettiysem savruk bir şekilde bahsettim. Sarı Recep’le ilgili kısımlardan bahsetmenin abes kaçacağını düşünmüştüm, buralara girmedim. Konudan konuya sekişime aldırmadan anlattıklarımı sessizce dinledi ve “Şu Ramazan dediğiniz çocuğu da yeniden düşünün derim, sanki onunla da ilgili bir sıkıntınız var” dedi karşıdaki ses “Mustafa Abi’niz anlaşılan hala oralarda, şu yaramaz Ramazan şimdi ne yapıyor demiştiniz, biraz daha bahseder misiniz, lütfen?”  İşte bu büyülü soruyla, zihnimde bir duvarın yıkılışını hissettim. Taşları her yere dağılmıştı. O an farkına vardım ki bu rüyanın ilk çocukluk yıllarımla hiçbir alakası yoktu. Yaşadığım hezeyan, bu şehirden bir daha dönmemek üzere ayrıldığım yılın baharında yaşadığım bir anıyı uzun yıllar yadsımış olmamdan kaynaklanıyordu. Bu olay sonrası buradan üniversite okumak için gitmiş ve ailemin de aynı sene evimizi satıp şehir değiştirmesiyle bir daha gelmemiştim.

Telefonda felaket haberi almış her insan gibi ahizeyi(yani telefonu) kulağımdan şaşkınlıkla çekerek bu yeni gerçekliğe inanmamı sağlayacak cevap o aletteymiş gibi dehşete düşme, merak karışımı bir hisle bakışlarımı ona odakladım. İçimdeki huzursuzluk yerini terk etmiş, geride kalan boşluk daha genişleyerek güçlenmiş, yarattığı girdapla ta geçmişime uzanıp, bu konuyla ilgili ötelediğim ne kadar pişmanlık varsa hepsini içine çekmişti. Bu sözle, kendilerinden kaçtığım yüzlerce, binlerce ‘keşke’ aynı anda çığ gibi üzerime çökmüştü. Acayipti ya. O an ağlamam, delice pişman olduğumu hissederek rahatlamam gerekirdi belki de. Hadi canım oradan. Bunu aşağılıkça buldum. Yapabileceğim en adam akıllı davranış eksiksiz bir dürüstlük olabilirdi. Olduğu kadar yani.

Biraz kendime geldiğimde, uzun süre cevap vermeyerek kendisine çok fazla ayıp ettiğimi düşündüğüm doktorun suratına telefonu kapadım. Böyle şeylere alışık olmalıydı.

İşte şimdi bu ayaza aldırmadan balkondayım ve bunları yazıyorum. İçimde bir pişmanlık var, şimdi açık konuşalım. Dürüstlük de Allah’a mahsus hani. Ha şahit isterseniz, anlatacaklarıma şu evler değilse bile onların arsaları; şu sokaklardaki çakıllar, taşlar; işte şu sokak lambası şahittir.

İkinci bölümü buradan okuyabilirsiniz.

15 Yorum

Cevap Yazın
  1. bir ilk esere göre oldukça yetkin bir dil ve okuyucuyla dürüst bir ilişki kurma biçimi gördüm. samimi, çarpıcı ve neşeli. diğer bölümleri merakla beklemekteyim.

9 Pings & Trackbacks

  1. Pingback:

  2. Pingback:

  3. Pingback:

  4. Pingback:

  5. Pingback:

  6. Pingback:

  7. Pingback:

  8. Pingback:

  9. Pingback:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şişli Ortak Deneyim Atölyesi, Üç Oturumluk Erkeklik Atölyesi Düzenliyor.

Tohum Saçma Etkinliğine Açık Davet