in

Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

Türk şiirinin usta kalemi Şükrü Erbaş, “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” gibi kışkırtıcı bir isme sahip bu şiiri yazdığında ne demek istemişti? Açıkça yönlendiren, varyeteye olanak bırakmayan ve köylülerin mutlak ölümüyle sonuçlanması kaçınılmaz bu soruya nasıl cevap verilebilir? Bu yazıda sizinle bu soruların cevabını aramak istiyoruz.

Gelin önce şiiri okuyalım, ardından da başından geçenleri…

Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

 Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır

Değişen bir dünyaya karşı

Kerpiç duvarlar gibi katı

Çakır dikenleri gibi susuz

Kayıtsızca direnerek yaşarlar.

Aptal, kaba ve kurnazdırlar.

İnanarak ve kolayca yalan söylerler.

Paraları olsa da

Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.

Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.

Yağmuru, rüzgarı ve güneşi

Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden

Düşünemezler…

Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek

Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar karılarını döverler

Seslerinin tonu yumuşak değildir

Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.

Gazete okumaz ve haksızlığa

Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.

Adım başı pınar olsa da köylerinde

Temiz giyinmez ve her zaman

Bir karış sakalla gezerler.

Çocuklarını iyi yetiştiremezler

Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.

Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz

Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.

Birbirlerinin evlerine ancak

Ölümlerde ve düğünlerde giderler.

Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar

Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır

Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.

Binlerce yılın kalın kabuğu altında

Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.

Aldanmak korkusu içinde

Sürekli birbirlerini aldatırlar.

Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse

Karılarından en az on adım önde yürürler

Ve bir erkeklik işareti olarak

Onları herkesin ortasında döverler.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler

Kendilerinden olanlarla alay edip

Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.

Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir.

Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.

Yiğittirler askerde subay dövecek kadar

Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-

Ezim ezim ezilirler.

Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.

Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp

Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.

Dindardırlar ahret korkusu içinde

Ama bir kadının topuklarından

Memelerini görecek kadar bıçkındırlar

Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez

Şehre giderler!

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar

Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara

Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden

Kızlarının talihsizliğini

ve hayırsız oğullarını anlatırlar.

Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde

Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.

Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta

Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki

Zengin bir akrabalarından söz ederler.

Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar

Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre

Yollara tükürürler..

Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine

Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.

Yarı gecelerde yıldızlara bakarak

Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.

Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa

Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.

Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe

-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-

Sonuçlarını görmeden inanmazlar.

Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.

Mülk düşkünüdürler amansız derecede

Bir ülkenin geleceği

Küçücük topraklarını ipoteği altındadır.

Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden

Zamanın derin ırmakları önünde…

KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL

NASIL KURTARALIM?

 

Cumhurbaşkanına Eleştiri Yazdıran Şiir

Son iki dizesi bilinçli olarak büyük harflerle yazılmış şiir, ironilerle bezeli. Kızdıran, düşündüren, üzen, zihni kurcalayan… özetle bir şiirin yaratması gereken duyguları fazlasıyla insanın içine dolduran bir şiir. Peki ne hissetti insanlar bu şiiri okuyunca? Gelin buna da çarpıcı bir hikayeyle bakalım.

Şiirin bir bölümü 27 Şubat 1994 tarihli Milliyet gazetesinde, Melih Aşık’ın “Açık Pencere” isimli köşesinde yayımlanır. Gazeteyi okuyan dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Melih Aşık’a bir faks gönderir. Melih Aşık’ın Açık Pencere isimli köşesinde 3 Mart 1994 tarihinde Demirel’in faksı yayımlanır. “Demirel’in Şiir Eleştirisi” başlığıyla yayımlanan faks şöyledir:

“Köşenizde yayımlanan ve köylülüğü konu alan Şükrü Erbaş’a ait şiiri okudum. Köylülüğü ağır şartlar çerçevesinde sunan söz konusu şiirin çok katmanlı bir yapıya sahip olduğu görülüyor. Şiirin, köylüleri eleştirir görünürken aslında ironik bir üslupla, bizzat şartlar içerisinde değerlendiremediği köylülüğü, ona tepeden bakarak uygarlık yolunda yük gibi gören yanlış anlayışı eleştirdiği kanaatindeyim. Bununla birlikte, gerektirdiği gibi derin bir anlayışla okunmayıp, sadece düz anlamı itibariyle dikkate alındığında köylümüzü zem eden bir metin olarak yorumlanabilecek ve birtakım yanlış anlayışlara yol açabilecek niteliktedir.”

Aslında Demirel özetle şunu söylemeye çalışmaktadır: “Sevgili şair, sağcı solcu vb. çatışmalardan çok çektik, yeni bir kamplaşmaya ihtiyacımız yok! Vakit birlik vaktidir!” Demirel, her zamanki kurnazlığıyla bir taşla iki kuş vurmaya çalışmaktadır. Birincisi, bu ironik şiire kendince “müspet” bir cevap vererek “şehirli” liberalleri avlamak, ikincisi ise “köylü”lere ‘sahip çıkarak’ oy deposunu sağlama almak.

Aslında şiir bir açıdan Demirel’in cevabı üzerinden okunabilir. Kurnaz kasaba siyasetçilerinin tuzağına düşen “herkese” seslenir şair:

“Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler

Kendilerinden olanlarla alay edip

Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.”

Bu açıdan bakarsak şiiri okuyanlar, “kendinden olan” şairi bırakıp -kızıp, alay edip- “başkalarına” inanmakta ısrarcı değil midir hala?

 

Konumuza dönelim. Şükrü Erbaş, bu eleştiri üzerine Melih Aşık’a şiirde ne anlatmak istediğini açıklayan bir not gönderir:

” Bu şiir, başımın belası bir şiir. Tarihsel ya da sosyolojik açıdan dünya kadar söz söylenebilir. Şiirde söylediklerimin dışında -şiirin açıklaması olarak değil elbette- çok kısa şunları söyleyebilirim: Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen; dinini mülke; mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke, tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar, bu düzeysizliğin egemenlik alanı haline geldi. Gerisinde bu bakışın yattığı bir tepki şiirdir, Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Kendim için, onlar için, insan onuruna yakışır bir yaşama biçimini tersinden söyleyen bir dili, kurgusu vardır. Sevmediğimiz değil, sevdiğimiz insanlar bize dert olur değil mi? Yargılanan aslında feodalizm, gelenekler.”

Şiirin Sırrı

İşte burada biraz soluklanalım dostlar.

Şiirin tüm sırrı burada gizli galiba. Köylü derken kastedilenin ne olduğu, öldürmek ve kurtarmanın neyi ifade ettiği, şairin darağacına gönderirken tereddüt etmediği şeyin ne olduğu… Hepsi burada. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan tüm acıların kökeninde yaşanan şey hep aynı aslında. Aynaya baktığımızda gördüğümüz yansımada gizli her şey: İnsan!

Toprak, güç, din ve para için birbirimizi öldürdük. Lüks, şatafat, gösteriş ve para için hayvanları öldürdük. Zevk, hobi, rant ve para için bitki örtüsünü öldürdük. Biz yaptık bunu. İnsanlar!

Ve şiirin üzerindeki sır perdesi aralanıyor: Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

Tekrar şaire kulak verelim:

“Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen; dinini mülke; mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke, tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar, bu düzeysizliğin egemenlik alanı haline geldi.”

Şairin bu şiiri hüngür hüngür ağlayarak yazdığını düşünsenize. Delirmiş, çaresiz… Her yanında ölümler yıkımlar, gözyaşı… İnsanlık adına, kendi adına bir şeyler yapmak istiyor, işin içinden çıkamıyor ve silahına sarılıyor. Başlıyor kör bir terörle etrafındakileri öldürmeye. Bir tür cinnet hali.

İşte edebiyatın gücü burada devreye giriyor. Elindeki tek silahı -kalemi- alıyor, etrafına ve yaşadığı ülkeye bakıyor. Ve hınçla saldırıyor, sözünü esirgemeden, kabalaşmadan, ağlayarak kendini hançerlemeye başlıyor… Kendini hançerliyor çünkü ülkesinde geri kalmışlığın, tutuculuğun, cahilliğin sebebi olarak gösterilmiş köylülerin kalbine sokuyor hançeri. Kendini hançerliyor çünkü devrimci bir şair olarak ülkenin ve dünyanın kurtuluşunu işçi sınıfında, köylülerde ve yoksullarda görüyor…

Bu Düzeni Neden Yıkmalıyız?

Bu düzeni neden yıkmalıyız ismiyle şiir yazamazsınız. İçinde yaşadığınız düzene dair eleştirilerinizi kabaca sıraladığınız bir metin de şiir olamaz. Şairlere o yüzden şair denir. Şükrü Erbaş da bu şiirinde, ne kendisini ne de köylüleri hançerliyor. Tüm öfkesini toplayarak tüm gücüyle sallıyor hançerini, kokuşmuş düzenin kalbine doğru!..

Şairi dinlemeye devam edelim:

“Şiirim hakkında suç duyurusunda bulunuldu ama sonuç çıkmadı. İmzasız küfür mektupları aldım. Söyleşilerde üzerime yürüyenler oldu. Bir yerlere heykelimi dikmek isteyenler çıktı. Bir saat şiirin derdini anlattıktan sonra, “Gerçekten köylüleri öldürmek istiyor musunuz?” diyen zeki(!) gazeteciler çıktı.

Sanırım dünyada ilk kez bir cumhurbaşkanı bir şiire uzun uzun yanıt verdi. Ne yazık ki gerisinde köylü-kentli ayrımına yol açar kaygısı ya da paranoyası vardı. Keşke şiirin içinden bir ilgi olsaydı. Sayın Demirel, o yanıttan kısa bir süre sonra bir protokol karşılaşmasında köylülere dokunmamamı, sanatımı başka alanlarda icra etmemi de öğütledi! Şiirin başarısını görüyor musun?!..”

Bu ülkede şairler var, hep oldu ve bundan sonra da olacak. Hepsi halktan yana tavır koydu, hepsi yoksuldu ya da öyle olmayı tercih etti. Orhan Veli cebi delik gitti, Nazım Hikmet bütün Anadolu’yu anlattı da kendisi sığamadı bu topraklara, Sabahattin Ali’nin gitmesine bile izin vermediler, öldürdüler. Ahmet Arif öyle “yoksul”du ki koskoca cihanın tarihini şiirinde anlatırken “paraya ihtiyacım var duyuyor musun?” demek aklından bile geçmedi…

Şükrü Erbaş’ı biraz daha yakından tanımak isteyenleri, fotoğrafçı, şair Mehmet Özer’in, Şükrü Erbaş için çektiği “armağan”la baş başa bırakalım.

Var olsun şairler!..

İçerikte kullanılan resimler, Ressam Neşet Günal’a aittir.

Yazan fernando

3 Yorum

Cevap Yazın
  1. Şiir yazmak için on kural:
    1-Acı çekeceksin
    2-Acı çekceksin
    3-Acı çekeceksin
    .
    .
    10-Acı çekeceksin
    Yoksullar gibi hayatın gerçek acılarını yaşayacaksın. Yoksa çektiğin acılardan şiir değil yazıklanma çıkar.
    Eline sağlık Pessoa?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Telafisiz Bir Ceza İdam: “14 Yaşında İdam Edilen George Stinney, Suçsuz Bir Çocuktu!”

Kaya Kadın Maya Angelou ve Onun Dik Başlı Şiiri