Ayazağa Caddesi’nden aşağı telaşla koşturan Zafer nefes nefese yanımıza kadar gelmiş, karşımızda duruyordu. Şimdi, biz “ne oldu” diye merak etmiştik ama o bir şey şeyler anlatacak gibi de görünmüyordu. Halimden anlayın diyorsa da kusura bakmasın, tek derdimiz o değildi. Ayrıca nesini anlayacağız onu da bilmiyorduk. Ramazan onun durumuyla bizden daha ilgili görünüyordu. Bir şeyler sezmişti belki de. Palavracı Zafer’in gözleri bizim anlamsız, belki de umursamaz bakışlarımıza isyan ediyor, yuvalarından çıkmaya çalışır gibi bir büyüyüp bir küçülüyordu. Neden kendisiyle daha ilgili olan Ramazan’a dönmüyordu derseniz, onu o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum. “Ne oluyo lan, nedir bu halin?” diye sorunca, biraz kendine gelir gibi oldu. Yani öyle çok değil.
Daha o yanımıza gelmeden Ramazan ayağa kalkmıştı; sorumun cevabını beklemeden, beni muhatap almaya çalışan Zafer’le aramıza girdi ve “Fatih’e siz mi saldırdınız lan” diyo sordu. Yani Zafer’in Fatih’e saldıracağı da şeytanın aklına gelmez. “Abi valla benlik bir şey yok, kendisi kaşındı” deyince şaşırdım, yalan yok. Bu kadarla kalmadı, saldırı anını da ayrıntılarıyla anlatmaya başladı. Fatih kaşındı tamam da, kaşınıp da ne yapmış ondan bahsetmiyor. İşin orasının önemli olmamasından değil elbette işine gelmediğinden. Bari şöyle kızacağımız bir şeyler uydursa dedim ya, uydurdu. Ağzı hiç boş kalmaz, güzel de uydurdu. Dört kişi araya almışlar bunu, yer misin yemez misin? En azından Fatih’in yanında “çıktığı” olmasaymış iyiymiş. Ama olmuş, Zafer bir kere gerekçeyi güzel salladı. Gerekçe neydi onu hatırlamıyorum, gerçi. O an üzüldüm diyemem ama ayıp diye de bir şey var. Onlar da toplanıp Zafer’i bir yerde sıkıştırsa, haksızlar diyemezdik. Hatta yerine göre bu durumu görsek müdahale de etmezdik. Buna kahkaha atanlarımız da olabilirdi. Ama şamata çıkmıştı işte, “Hacıkadın’ın bebeleri” ile hoş bir gerilim.
Bu “Hacıkadın Bebeleri” bizi nedense hiç sevmezlerdi. Hâlbuki biz onlara bayılırdık! Haftada 3 mevzuumuz varsa, ikisi bunlarlaydı. Nasıllar derseniz bir kere acayip Gümüşhanelilerdi. Bunun için doğmuşlar ve bir araya gelmişlerdi sanki. Yani Gümüşhanelilik için. Övgüyle bahsederlerdi bundan. Bizim tarafta da aynı memleketten insanlar vardı ama yok onlar öyle değillerdi. Hacıkadın’ın Gümüşhaneliliği diye bir şey vardı. Bariz. Bu özelliklerinden geri kalmayacak kadar kamyoncu ve inşaatçılardı. Sokaklarında pis yağ lekeleri, lastik izleri, her yerde çimento harç kalıntıları. Bize bakarsanız sokaklarımız çekirdek kabuğunun bol olduğu ve temiz yerlerdi, hem biz her yerdendik, işlerimiz beş benzemezdi, bizi bir araya getiren eylemin ta kendisiydi. Tabi onların çok kolay ulaştıkları ve kullanmayı iyi bildikleri kalasları vardı. O kadar döner bıçağını nereden bulmuşlardı hala aklım almıyor. Yeri gelince bahsedeceğim bundan. Şimdi lafı bir yere tıkamak olmaz. İnsanın kafası karışıyor.
O sıra bir baktım, Mustafa Abi gelmiş. Gelmiş laf mı, soru soruyor. “Bir arıza mı” varmış? Ne arızası anlamış değilim. Cevaptan önce eksik kalan bir şeyi tamamlama niyetiyle yerimden atladım. “Ooo Mustafa Abi, nasılsın” deyip eline yapıştım, tokalaştım. Diğerleri daha şimdiden hazırlanmışlar, sağ elleri havada bekliyorlardı. Öldüler sanki. Eli yorulanlar aceleci davranıyor, ilk sıralara girmek için araya dalıyorlardı. Onlar da tokalaştılar tabi. Yalnız Zafer yanaşmadı, Memik’in elindeki közü izmaritine dayanmış sigarayı alıp kamburunu olabildiğince çıkararak bir nefes aldı. Sırtı Mustafa Abi’ye dönüktü. Ablasına gayrimeşru şekilde aşık bir adama iyi davranmanın, yenice kurduğu erkekliği zedeleyen bir şey olduğuna inanıyordu. Keriz. Biz de gazlamıyor değildik hani. Yoksa daha küçük yaşlardayken kendisine sürekli bakkaldan-marketten bir şeyler ısmarlayan(bizlere de sıklıkla bahşiş verirdi) Mustafa Abi’sini çok severdi. Böyle adamı kim sevmez. Şunu da belirtmeli ki Zafer’i, Zafer’in ablası Neşe Abla’yı ve Mustafa Abi’nin ona olan aşkını, Zafer’in bu durum karşısındaki tavrını, oradakilerin pek umursadığı yoktu. Bir şeyi umursamak daha kalabalıkken yapılan, daha sosyal bir şeydi. Bu sayıda insanlar zahmet ettiğine değmezdi.
“Bir şey yok be abi, Zafer kavga etmiş geçen birileriyle de onu anlatıyo” dedim en genelinden, herkesin tokalaşması bittiğinde. Büyüklere genel konuşacaksın, bunu herkes bilir. Bir de Mustafa Abi çok iyidir, yalan yok ama kısa tutmak lazım, işimiz gücümüz var. Yanıtımı önemseyerek dinleyen Mustafa Abi’nin gözü hala Zafer’deydi. “Kimmiş onlar Zafer, bir şey yaptılar mı sana” diye sordu, sırtına doğru. Yani sözlerin onun ardına çarpıp yere düşüşünü gözlerimle gördüm. Zafer kamburunu daha fazla çıkardı. Yüzünde duyduklarına katlanamayan bir ifade vardı. Acı çekiyor gibiydi. Gerçi yoksulluk ve arabeskle yoğrulan mahallemizde acı çekmek bir çeşit erdemdi, ve kendisine özel bir çabayla ulaşılıyordu. Kendini jiletleyeni mi ararsın, cama kafa atanı mı istersin, koluna kaldırım düşüreni mi dersin, naylon yakıp bacağına damlatan mı dilersin, diline sigara basan mı bakarsın, çay bardağı yiyeni mi beklersin, hepsi vardı. Elbette kimse bunu sözlü olarak dile getirip de “Acı çekmek iyi bir şeydir” demiyordu. Bunu akıllarından bile geçirmezlerdi. Öyleydi yani. Ancak özellikle gençlerin ona aşırı bir eğilimi vardı. Bazı ilkel kabilelerde hala devam eden gençliğe acı çekilecek bir törenle geçişe benzer bir şey vardı, galiba. Bu; kendimizi diğerlerinden bağımsız ve kendine yeterli hissetmenin bir yoluydu. Kolay mı? Verimsiz topraklarda bir bitkiyseniz belirli oranda kavruk ve çetin olmak, en azından öyle görünmek zorundasınızdır. Yani.
Zafer’ in yerine Ramazan atıldı söze “Hacıkadın’ da Mütayit (müteahhit) Ömer var ya Mustafa Abi, onun oğluyla kavga etmişler, Zafergil dövmüş gerçi”. Sanki ona bir şey soran oldu. Adamın işi gücü var göndersenize gitsin. Osman ve Memik sessizce söylenenleri dinliyordu. Selçuk suratına aşağılayıcı bir ifade takınmış, Zafer’i kesiyordu. Eleştirel birkaç laf etmek istiyordu ancak, onu küçümsemek için büzdüğü dudakları bir türlü toparlanmıyor, bu yüzden cümle kuramıyordu. Zafer kendini tutamayıp ağır bir küfür etti(Dört kişi dövdükleri Fatih’e) sonra “Fena küstürdük şerefsizi, adam topluyomuş şimdi, burayı basacakmış” dedi. Kurduğu cümlelerden daha tehlikeli bir durum var gibi davranıyordu. Abartacak ne varsa. “Nereyi basıyolarmış la” diye çıkıştım Zafer’e ‘basma’ fikri ondan çıkmış gibi. “Abi ben n’apıyım, Levogil söylüyo, gelemezler bence de götleri yemez zaten” dedi suçlanmış. Ramazan söze girdi :“Neyi basıyolar la, kolay mıymış öyle”. Mustafa Abi her şeyi olduğu gibi bu olayı da çok önemsemişti. “Neydi o çocuğun adı, kimmiş topladığı adam” diye sordu yine Zafer’e. “Babasının inşaatından ameleleri getirecekmiş, öyle diyo, atarı olan gelsin bakalım” diye cevapladım sorusunu. Bir yerde konuşmak lazım. “Fatih adı, abi” diye ekledi, Ramazan. “Fethettiği yeri ….” diye bir küfür salladım ben de üstüne. Görseniz, epey sinirlenmiştim. Diğerleri de müstakbel hasımlarımızın sokağımıza kavga niyetiyle gelmelerinin ne kadar olanaksız olduğuna dair bir şeyler söylüyorlardı. Onlar sözlerimi öyle destekledikçe, büyük bir kavganın gelmekte olduğunu düşünmeye başlamadım değil. Çoğunluk bir şeyi sakince savunuyorsa büyük olasılıkla haklıdır, ama aynı çoğunluk bir şeyi hararetle savunuyorsa durum sakattır. Oradan kaçmasan da ortalıklarda görünmemek en iyisidir. Kafam inceden basar bu işlere. Ama şu sinirim her şeyi mahvediyor. Ben de iyi gaza gelmiştim.
Aramızda yaşanan sıradan tartışmayı dışarıdan biri görse o an birbirimizle kavga ettiğimizi düşünebilirdi. Yani bence. Cümleler bir önce konuşan kişinin söylediklerinin ortaya koyduğu etkiyi daha da artırma, ortamı daha da kışkırtma amacıyla kuruluyordu. Karşılıklı gergin konuşma bir süre daha devam etti. Mustafa Abi o sıra bir şeyler hatırlar gibi oldu. Bakkala gitmesi gerektiğini hatırladı galiba. Bir taraftan da yeterince ilgi gösterdiği kanaatine ulaşınca “Aman gençler dikkatli olun, bir isteğiniz var mı benden, bir sıkıntı falan olursa gelin yanıma, her zaman, ben sizin abinizim biliyosunuz” dedi. Yani sağ olsun, adam kötülük olsun diye söylemedi ki bunu. Yardıma ihtiyacınız olursa gelin dedi, o kadar. “Canının sağlığı abi, kendine iyi bak” dedim, gurubumuzu temsilen. Kimsenin haberi yok. Diğerleri homurdanmaya devam.
Zafer’in korkusu bizim ortama yayılmıştı. Fark etmiştim durumu. Benim aklım o sıra başka yerde olmasa belki ben de korkardım. Sinirliyim ama demek ki o kadar değil. Mustafa Abi elini ceketinin iç tarafına attı. Aman dedim, para verecek. Böyle şeylerde de yanılmam. Ufak tefek bir şeyler verdi, sağ olsun. Şimdi işin iyi tarafı, dönüşü var bir de bunun. Mustafa Abi öyle güzel bir insandı işte. Birazdan bize harçlık verdiğini unutacaktı. Onun unutmayacağı hiçbir şey yok, Neşe Abla’dan başka tabi.
Gerçekten Neşe Abla onun için büyük meseleydi. Şu yaşıma kadar o kadar çok aşka içeriden ve dışarıdan şahit oldum ama onun gibisini görmedim. Mustafa Abi ona öyle tutkundu ki gerçekten hayatta başka bir ihtimal görmediğini anlıyordunuz. Yani onsuz yaşamayı falan hiç düşünmediği belliydi. Buna kendisinden başka kimsenin inanmaması tabi onu biraz zorluyordu. Hiç kimse inanmasa sorun değildi belki ama işte Neşe Abla’da böyle bir şey yok gibi davranıyor ve öyle yaşıyordu. Mustafa Abi bacağının kesilmesinden gelen kederi, böyle yaşıyor olmanın katlanılmazlığını, kaba erkeksi duygularını, tüm beklentilerini, annesi Hamiyet Teyze’de doyuramadığı şefkat ihtiyacını, her şeyini Neşe Abla’ya olan aşkına oynamış ve kaybetmişti. Bunu kabullenmek de istemiyordu. Kolay mı? İnatla masadan kalkmıyor, oyunun kendisini kuşatan inancıyla, inandığı şeyin gerçekleşmesini bekliyordu. Deliler inatçı olur, bunu bilmeyen mi var?
Ardına dönüp sokağın aşağı kısmına doğru yürümeye başladı. İlhan Bakkal’a gittiği belliydi. Her gün yaptığı iş. Gitmek üzere başını çevirirken biraz önce düşündüğü şeyi hatırlamak ister gibi bir ifade vardı yüzünde. Öyle hatırlıyorum. Yıllardır tanıdığım Mustafa Abi’ nin böyle düşünceli baktığını ilk kez görmüştüm. Yani düşünceli bakardı da, daha değişik bakardı. Böyle baygın, hayata katlanamıyormuş ama katlanamamayı da boş vermiş gibi. Ondan kötülük gelmeyeceğini bilirdiniz. İnsan üzülüyordu, hani oturup ağlamasak da. Ama o an acayip bir canlı bakıyordu. Ne vardı acaba aklında diye düşünmedim değil, sonraları. Yani onu o an anlayabilir miydim? Bu halinin biraz önce dinledikleriyle ilgisi olmadığına emindim. Çünkü yanımıza geldiği ilk anda da, hareketlerinde bir gariplik sezmiştim. Kesin olan bir şey vardı ki, onu bu hale getiren her neyse kıyısından köşesinden de olsa Neşe Abla’yla ilgili olmalıydı. Yani o zaman öyle düşünürdüm. Gerçi biraz sonra bakkaldan alacağı şeyleri hatırlamaya çalışıyor da olabilirdi. Mustafa Abi’ ydi sonuçta. Kafa gidik.
Uyanış Mah. 8. Bölüm (Sokak Lambası: Mustafa Yoluna Devam Ediyor)
Heyecan yükseldi. Fırtınanın kopacağı anı bekliyorum. Çok başarılı buluyorum öykünüzü. Kaleminize sağlık
Biçim, üslup ve tempo profesyonel yazarları andırıyor ancak amatör ruh ve içtenlik kitapları basılan ve belirli bir üne kavuşmuş yazarları kıskandıracak kadar görkemli. Umarım yeni eserlerinizi de okuma fırsatı buluruz.
Thank you for this excellent write-ups. Keеp sharing
great articles!
Merhaba; öncelikle yazarın kalemine sağlık, zevkle okuyoruz. Bölümlerin belirli bir periyotta yayınlanacağı söylenmişti ancak buna pek uyulmuyor. Neden acaba?