Sağolsun, Mustafa Abi yine para tokalamıştı. Parayı tereyağından kıl çeker gibi alıp yerime geçtim. Kalktığımda yerimde oluşan boşluk hemen doldurulmuştu. Kaldırımlarda oturuşlarımızda sıkış tıkışlık gibi değişmez bir yasamız vardı. Oturanların arasında bir santim bile aralık olmazdı. Sanki aramızdan geçmek isteyecek birileri vardı da onları engellemek için etten duvar örüyorduk. Biraz önce ben kalkınca olduğu gibi bir boşluk oluştuğunda da, bütün halinde canlı bir organizma gibi harekete geçirilir, oluşan boşluk giderilirdi. Ne gıcık! Sol baş kısma geçip oturdum.
Mustafa Abi görünmez olduğunda, Zafer yeniden peydahlanmıştı. Herhalde yakında bir yerde soteye yatmış, onun gidişini beklemişti. Sanki adam onu yiyecek!
Mustafa Abi’nin verdiği para katlanıp küçültülmüş halde hala elimdeydi, bunu ona uzattım. Paranın miktarından ne alması gerektiğini anlamıştı ama ben yine de “İki buçukluk kola al, 6 tane de plastik bardak, kalanına da çekirdek” diye belirttim. Hemen her gün birkaç kez yaptığımız bir alışverişti bu. Öyle parayla aramız pek iyi değildi, yani çok paramız olmazdı, ama ne zaman bu menüyü alacak bir varlığa ulaşsak paraya hiç acımazdık. Zafer malzemeyi bir koşu alıp geldi. Ramazan sakiliğe soyunmuş, koltuğunun altına yerleştirdiği plastik bardakları birer birer eline alıp sağ dizine yasladığı şişeyi devirerek kola servisi yapıyordu. Herkes kolasını alınca ay çekirdeği paketi açıldı. Aramızdan kimse kola servisi bitmeden çekirdek yemeye kalkışmazdı. Öyleydi, yani.
Bu küçük törensel sunum oradaki varlığımızı bir çeşit toplantı havasına sokmuştu. Servis boyunca Ramazan’ın kolayı sahibine vermek için sarf ettiği isimler dışında hiçbir şey konuşulmamıştı. Çok fazla sesiz durmak pek tarzımız değildi. İlk yudumlar alındıktan sonra birkaç çekirdek çıtlatıp söze girdim: “Yapacağımız belli o’lum işte, yerimiz yurdumuz belli, kesin lambanın buraya gelecekler. Vay la mahalleyi basacaklarmış öyle mi? Vay be… Burayı boş bırakmamak lazım. Akşamları iki kişi dümenden burada otursun, bunlardan biri Zafer olabilir… Yok, ama olmasın, onu görürlerse direk saldırırlar, gerek yok, benle Memik duralım mesela, emanetleri ayağımızın dibine alır bekleriz, üç-dört kişi Vuralgilin merdivenlerde bekler, üç-dört kişi trafonun orada, üç dört kişi sokağın sonunda oturur, birkaç kişi İlhan Bakkal’ın önünde dikilir. Bizim evin bahçesine de üç dört kişi. Geldiklerinde ben hiçbir şey yokmuş gibi lafa girer, konuşurum bir şeyler. Hani kardeş gerek yok falan hesabı. Hem bakarız kaç kişiler o arada, herkes istediklerini gözüne kestirir… En yakında kimler varsa ona göre seçin adamınızı. Zafer’e cezasını biz verdik muhabbeti yaparım gerekirse, bunlar iyice inanana kadar beklerim, sonra patlatırım birine, sesi duyar duymaz çıkarsınız siz de… Her türlü çökeriz tepelerine… Vay be, mahalleyi basacaklar demek?”
Plan gayet iyiydi, hiçbirinin itirazı olmadı. Biraz da kafaları basmadığından önerecek planları yoktu şimdi yalan yok. Memik yanımda durmayı severek kabullendi. Zafer başındaki belaya ortak olmamızla birlikte neşelenmişti. Heyecanla “Tamam abi ben gördüğüme haber vereyim, herkese anlatırım durumu, mahalle basmak öyle kolay mıymış abi la” dedi. Selçuk “Ben bizimkilerle (kendi yakın tayfası) Vuralgilin merdivenlerde beklerim, Lazo’nun emaneti de isterim abimden” diye ekledi. Bahsettiği “emanet” mahallemizin efsanevi bitirimlerinden Lazo’nun döner bıçağıydı. Sapında kendisinin el yazısıyla “LAZO” yazardı. Sürekli keskinleştirilen ve saygıyla korunan bu döner bıçağı elbette hiçbir zaman döner kesmek için kullanılmamıştı. Namlı sahibi yirmi bir yaşındayken Ayı lakaplı, Ahmet isimli biri tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünde, o an işe yaramamış olsa bile, öncesinde en az yüz yaralama olayında suç aleti konumundaydı. Lazo öldükten sonra saklandığı yerden arkadaşları tarafından alındı ve elbette eskisi kadar aktif kullanılmadı. Hani neredeyse, yeni dönemde kavgalarda saçtığı dehşetten daha az insan yaralayan bu “emanet” kutsal bir şey olarak görülürdü. Kendisini kullanan kişiye büyük bir özgüven verdiğine şahsen tanık olmuşluğum vardı. Yani olmasın mı?
Pusu planımıza göre çok sayıda kişiye ihtiyacımız vardı. Kesin olan bir şey de bu sayıda kavgacı tipi bir araya getirmek gerçekten zor olacaktı. Ramazan düşünceli baktığı asfalttan başını kaldırıp, karşımızdaki Zafer’e “O’lum Fatih ötleğin teki la, tanıyom ben o salağı, yediği dayakla kalır, bu kadar büyütmeye ne gerek var, gerekirse gider konuşurum ben onlarla, kolay mıymış la öyle mahalle basmak” dedi. Zafer hiç böyle düşünmüyordu. Sonra çoğunu dinlemediği bu sözleri bana bakarak karşıladı: “Yok abi fena hırs yapmıştır şerefsiz, çıktığı kız vardı yanında, rezil oldu salak.” Yüzündeki korkulu ifade söylediklerini güçlendiriyordu. Zafer ve arkadaşlarının sayıca üstün durumda Fatih’e saldırması, üstelik bunu onun kız arkadaşının yanında yapmış olmaları hiçbirimiz için kabul edilebilir bir şey değildi. Tabi bunu oradaki kızcağızı pek önemsediğimiz için böyle düşünmüyorduk. Düşüncemiz kendi erkekliğimiz ve ona atfettiğimiz onuru korumaya yönelikti. Ya da böyle bile değildi bilmiyorum, bir yerlerden duymuştuk işte kadın yanında adam bozulmayacağını.
Dahası bu durum kavga için insan toplamamızda artı bir zorluk olacaktı. Zaten bu yüzden Zafer’i epeyce azarladık. Fakat Fatih kızgınlığına yenilip yanlış bir strateji geliştiriyor ve belalı olarak gördüğü sokağın çocuklarının böyle “etik” bir duruş sergileyeceklerini öngöremiyor olabilirdi. Yani elbette böyle değildi ve ona tek seçenek kalıyordu: buraya etkili bir saldırı yapmak. Bunu göze almışsa da epeyce hazırlıklı geleceklerdi. “Gelsinler bakalım” dedim kendi kendime. Yine sinirlenmiştim. “Ben Azizgile, Çiftçigile falan da söylerim, gördüğünüz herkese haber verin, emanet de ayarlayın, sopa, sallama ne bulursanız trafonun oraya zulalayın” diye devam ettim kararlı bir şekilde. Aziz ve Çiftçi mahallemizin bizden yaşça büyük belalı tipleriydiler. Belalılığın farklı dereceleri vardı ve dereceniz arttıkça daha geniş bir insan kitlesi tarafından tanınıyordunuz. Mahallemizde Selçuk gibi birkaç sokağın belalısı tipler olduğu gibi cinayetten yatıp çıkmış Aziz ve tüm ilk gençliğini kavgaya, posta koymaya, vücudunu façalarla doldurmaya vakfetmiş Çiftçi (Asıl ismi Levent’ti) gibi kişiler de vardı. Bunlar ilçe bazında bir üne sahiptiler. Bu tipleri kavgadaki rahatlıklarından tanırdınız. Onlar kavga ederken heyecanla ya da karşıdakini korkutmak isteyerek bağırmaya, yüzlerinde delirmiş bir ifade yaratmaya başvurmazlardı. Soğukkanlılık mı, deneyim ilgisizliği mi olduğuna karar veremeyeceğiniz bir sükûnetle davranırlardı. Hislerinde göremeyeceğiniz aşırılık, kazanılmış kavgayla başka bir yerde karşınıza çıkardı. Bu tipler sıradan kavgacılar gibi hasımlarını alt edip bırakmaz, korkudan bitap düşmüş zavallıyı memnun olmadığı işinin gereklerini istemeyerek yerine getiren bir işçinin nazlı tavırlarıyla dakikalarca dövmeye devam ederlerdi. Çiftçi Selçuk’un abisiydi, onun dahil olduğu bir kavgaya doğal olarak gelirdi. Aziz’le de benim aram iyiydi. Öyleydi, işte.
Ramazan varılan sonuçtan apaçık rahatsız olmuştu. Bu kavgayı gereksiz görüyor gibiydi. Aslında onun olası kavgaya katılacağını hiçbirimiz düşünmüyorduk, sonuçta Fatih bir şekilde onun arkadaşıydı ve haklı durumdaydı. Ama bu ona iyi hissettirmeye yetmiyordu. Bize ihanet ediyormuş gibi mi hissediyordu, sözlerinin önemsenmemesine mi kırılmıştı bilmiyorum. “Aman haa Ramo, hani muhabbet falan olur çaktırma karşı tarafa bir şey” dedim her ihtimale karşı. “Ayıp ediyonuz kardeş la, ne çaktıracakmışım, valla ayıp ediyonuz, benden iti (‘it’ yerine ‘iti’ dediğini çok net hatırlıyorum) gibi korkar şerefsiz, iki tokat atarım gerekirse, siz karışmayın bence, çözerim bu işi, yoksa siz bilirsiniz… Muhbir miyim la ben.” Sözlerime alınmıştı. Söylenerek yanımızdan ayrıldı. Son zamanlarda böyle küsüp gitmelerine çok şahit olmuştum. Birkaç gün sonra hiçbir şey yokmuş gibi geleceğinden emindim. Bu yüzden ses etmedim ardından. Her ne pahasına olursa olsun planımızın deşifre olma ihtimaline izin vermemekle de iyi yapmıştım. Başka ne yapacaktım ki?
Zafer’e “Bugün gelme ihtimalleri var mı lan” diye sinirle sordum. “Olabilir abi, evinden aldırcam onu diyomuş şerefsiz, babası falan girmiş mevzuya, çok sağlam geleceklermiş”. “Şerefsiz yemişsin boku uğraş şimdi, bizim de başımızı belaya sokacan, kaç kişi gelirler, gelirlerse?”. “Valla yirmi otuz bile olabilir abi, mahalle basacaklar kolay mı”. Bu gerçekten yüksek bir sayıydı. Bu kadar büyük bir kavga için en az üç-dört gün uğraşmamız gerekirdi ama yapacak bir şey de yoktu. Olabildiğince hızlı örgütlenip hazır olmalıydık.
Neyse ki kendisini suçlu hisseden ve dayak yemekten ölesiye korkan Zafer yüksek çaba göstereceğe benziyordu. Hemen ona haber vermesi gereken kişilerin isimlerini saydım. Osman sakladıkları emanetlerin yerlerini ekledi. Memik bir bilardo salonu ismi verdi ve oradan bilmem kimi bulup ondan kırılmış ve kullanılmayan istekaları istemesini söyledi.
O an bilmiyorduk ama verilen görevleri üstlenen Zafer hepimizi şaşırtan bir performans sergileyecekti. Bu akşam toplanan insanları ve kavga gereçlerini gördüğümüzde ağzımız açık kalacaktı. Öyle çok sürmeyecekti, bunun etkilerini Zafer yanımızdan ayrıldıktan yarım saat sonra görmeye başlayacaktık. Yoldan ister yaya, ister arabayla geçen kim varsa yanımızda duracak, bu baskından söz edecekti. Üstelik öyle yüzeysel bilgilerle değil, planımızı ayrıntılarına kadar biliyor olacaklardı. Plan kişilerden kişilere aktarıldıkça atacağımız pusudaki bütün roller doldurulacaktı. Hatta fazlası peydahlanacak, benim belirlediğimin üzerinde yeni ekipler oluşturulacaktı. Sabit durma noktaları dolduktan sonra gezgin birkaç ekip eklemlenecekti. Çiftçi ve Aziz gibi büyükler ekseriyetle bu gezgin ekiplerde olacaktı. Planı duyan kişi kendi rolünü ekleyip son halini diğerine aktardıkça, cephemiz şiştikçe şişecek, çoluğu çocuğu da sayarsak neredeyse elli-altmış kişi sayısına ulaşacaktı.
Ancak o yanımızdan hızla ayrıldığında Osman da, Memik de, Selçuk da, ben de epeyce tedirgin, bu kadar büyük bir kavgada neler olabileceğine dair fikir egzersizi yapmaya devam ediyorduk. Zafer’in olayı bize anlattığı gibi anlatmayacağı aklımıza gelmiyordu, haliyle. Kurnaz.
Kola ve çekirdeğimiz bitince geride kalan bizler de dağıldık. Memik, biz yokken gelirler de oturduğumuz noktayı tespit ederler diye olacak, ayağıyla belirli bir alanda toplanmış çekirdek kabuklarını süpürdü. Ciddiyetle uğraştı bunun için.
Anilari hatirlamak cok gyzel