İnsan, doğumundan itibaren hayatın zorluklarını yenerek yaşamını devam ettirmek için bir başkasına ihtiyaç duyar. Aklıyla övünen insanın belki de en zayıf noktası budur. Çocukluğunda bakım verenine bağımlı yaşar, bilişsel gelişimiyle birlikte topluma ayak uydurarak çoğunluğun içinde kendine kabul gördüğü bir alan açmaya çalışır. Ruhsal ve bedensel enerjisini bilinçli /bilinç dışı süreçlerle çevresine uyumlanabilmek için kullanır. Aidiyet geliştirdiği toplum tarafından onaylanması için ondan beklenen, ahlak adı verilen toplumsal değerlere göre davranmasıdır. Ahlaki değerler kişinin iç dünyasında toplumsal vicdanını oluştururken doğru ve yanlışı, iyinin ve kötünün çerçevesini çizer. Yasa, ayıp ve yasak kavramları benlikte oluşur, suçluluk ve utanç bu çizgiler aşıldığında benliğin kendine yönelttiği ağır cezalara dönüşürler. Başlıktan da anlaşıldığı gibi konumuz, yıkıcı içsel bir duygu olan utancın kaynağına dair çok yönlü bir araştırma girişimidir. Metni bilgi yığınına dönüştürmemek, ilgili kavramlar hakkında sorgulama fırsatı tanımak adına ana metni iki parça halinde (I ve II) yayınlamanın daha uygun olduğunu düşündüm. Şu an okumakta olduğunuz ilk bölüm, utancın oluşmasında temel teşkil eden ahlaki gelişim ve ahlaki gelişimin önemli kavramı vicdan üzerine odaklanmıştır.
Vicdan kavramını ele alırken karşımıza iki farklı temel bakış açısı çıkar. Bunlardan ilki vicdanın insanın fıtratıyla doğuştan gelen ‘Tanrının sesi’ olarak betimlenen bir lütuf olduğudur. İkincisiyse vicdanın çevre aracılığıyla insanın benliğinde zamanla oluştuğudur. İlk savın savunucularından olan Platon’a göre mutluluk ahlaklı bir insan olmaktan geçmektedir. Vicdanıyla barışık insan içsel bir huzur yaşar. İnsanın ruhunda taşıdığını varsaydığı adalet, cesaret, ölçülülük ve bilgelik vicdanla barışık bir yaşamın sonucudur. Düşünür Jean Jacques Rousseau da vicdanın iyiyi isteme ve kötüden kaçmayı sağlayan, karar alırken insanı asla aldatmayan tanrı vergisi doğal bir duygu olduğunu savunmuştur. Ona göre vicdan ruhun derinliklerinden gelen sestir, doğruyu ve yanlışı anlamamızı sağlayan içsel bir ilkedir. İkinci tür düşüncenin önemli temsilcisi batılı düşünür John Locke ise Tabula rasa (boş levha) adını verdiği teziyle vicdanı açıklamıştır. Locke’a göre, ahlakın temeli olan vicdan ve akıl aslında aynı şeyi ifade etmektedirler. Ona göre dünyaya dair bilgi ya da ahlaki değerler doğuştan gelen şeyler değildir. Bilginin somut deneylerle elde edilmesi gibi ahlaki değerlerde deneyimle zaman içinde oluşur. Ahlak kurallarının toplumdan topluma hatta aynı toplum içinde zamanla değişime uğraması ahlakın evrensel olmadığına dair iyi ve açık bir kanıt oluşturarak Locke’un tezini desteklemektedir. Dolayısıyla vicdan ya da akıl ne yasa koyucudur ne de yasanın kendisidir. Akıl/vicdan, yasayı tanımayı, kavramayı ve yorumlamayı sağlayan yargı gücüdür. Locke’a göre vicdan insanın içinde zamanla gelişerek güçlenen bir yargıçtır ama doğuştan gelen bir yasa ya da yasa koyucu olamaz. Benzer biçimde Immanuel Kant da, insanın doğuştan iyi ya da kötü bir kaliteyi içinde yerleşik olarak taşımadığını savunmuştur. İnsanın aklını doğru kullanabildiği ölçüde içsel muhakemesi gelişir ve ahlaklı bir kişiye dönüşür. Kant’a göre, vicdan içsel yargı mekanizmamız, içimizde kök salan yasadır dolayısıyla Tanrı’nın da temsilcisidir.
Vicdan kelimesinin Arapçadaki karşılığı 19. yüzyıla kadar ‘açığa vurulmayan içsel bilgi’ anlamına gelen damir kelimesidir. Bu dönemden itibaren modern Arapçada damir ‘ahlaki bilinç ya da duyarlılık, his, niyet’ anlamlarına gelmektedir. Arapçada vicdanın sezgisel yanına vurgu yapılırken Türkçe’ ye geçişte anlamında daralma olmuştur. Felsefe Profesörü Zübeyir Saltuklu’nun yaptığı tarihsel araştırma, kökeni Arapça bir ifade olan vicdan sözcüğünün Kur’an ve hadislerde kelime olarak yer almadığını, toplumun günlük dilinde yer aldığını ancak herhangi bir atasözü ya da deyimde rastlanmadığını ortaya koymuştur. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık vicdanı, ahlaki tavrı denetleyen meleke olarak işaret ederler. Örneğin Kur’an içinde vicdan yerine nefs kelimesi karşımıza çıkar. İyi ve kötüyü ayırt etmeyi sağlayan, fayda ve haz verene yaklaşıp zarar ve acı verenden kaçan nefsi arındırmanın ebedi kurtuluşu getireceği belirtilir. İlginçtir ki Osmanlı’nın çöküş döneminde, vicdan kelimesi batılı kaynakların çevirileri ardından ahlakla ilgili kitaplarda yer almaya başlamıştır. Teoloji alanından akademisyen Oddbjørn Leirvik’in çalışmaları da vicdan kavramının 19-20 yüzyıllar arasında küreselleştiğini göstermektedir. Leirvik, 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ait: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Herkes akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirlerine karşı kardeşlik ruhuyla hareket etmelidir” maddesinden yola çıkarak bu dönemden itibaren vicdanın küresel boyutta ahlaki bilginin merkezi haline geldiği yönünde yorumlamaktadır.
Güncel TDK Sözlüğü’nde vicdan, “kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” olarak açıklanmıştır. Pedagojik terminolojide vicdan, öznenin davranışlarının ahlaki değeri veya genel olarak çeşitli davranış tarzları hakkında hüküm verme ve yargıda bulunma melekesi olarak geçmektedir. Eğitim psikolojisinin terminolojisinde vicdan, kişinin tasarladığı ya da yapmakta olduğu davranışların uygun olup olmadığını kestirmesine yarayan, ödev ve sorumluluklarla ilgili düşüncelerinin oluşturduğu bir dizgedir. Anlaşıldığı üzere vicdan, insanın iyiyi kötüden doğruyu yanlıştan ayırmasını sağlatarak ahlaki tutarsızlıktan kişiyi kurtararak dışarıdan bir otoritenin doğrudan denetimi olmadan kişinin kendiliğinden ahlaklı davranmasını sağlarken öz denetimini mümkün kılar.
Psikoloji alanında ahlaki gelişimini sağlayan vicdanın temellerini açıklamak için çocuğun gelişim sürecine dikkat çekilir. Bu süreç bilişsel (düşünce ve yargıların gelişimi), duygusal (duygu ve değerlerin gelişimi) ve davranışsal (davranışların gelişimi) boyutlara sahiptir. Bu alandaki en önemli isimlerin başında gelen Sigmund Freud, ahlakın doğuştan gelen içgüdülerle alakası olmadığını aksine bebeklik ve çocukluk çağında yaşanan ilişki biçimlerinin kalıcı etkisiyle şekillenmeye başlayan ve sosyal öğrenme sonucu içsel ölçütleri oluşan bir olgu olduğunu savunmuştur. Bu süreç Freud’a göre id, ego ve süper ego arasında ki çatışmalardan ve denge arayışından ortaya çıkar. İd (alt benlik) yaşamda kalmamızı sağlayan hayvani dürtülerimizin (cinsellik- saldırganlık vb.) oluşturduğu psişik enerjinin deposudur ve arzularımızı tatmin ederek bizi doyuma ulaştırmak ya da bize zarar veren acıdan kaçınmamızı sağlamak için bilinçaltımızda her an tetikte bekler. İd aynı zamanda toplumsal gerçekleri kabul etmeyi ve onlara göre davranmayı reddeden benliğimizin sabırsız karakterdeki ilkel bölümüdür. Temel ihtiyaçlarımızın hemen o an karşılanması için egoya sürekli baskı yapar. Ego benliğimizin bilinçli ve dengeleyici kısmıdır. İdin ihtiyaçlarını toplum tarafından kabul edilebilir biçimde karşılamaya çalışır. İd zevk ilkesine göre hareket ederken, ego gerçeklik ilkesine göre hareket eder. Süper ego(üst benlik) ise egoyu, aile (ebeveynlere ait süper egolar) ve sosyal çevre tarafından çocuğa ödül-ceza aracılığıyla öğretilen ahlaki amaçlara yönlendirmeye çalışır. Amacı kusursuz bir varlığa dönüşerek başta anne ve baba tarafından ardından herkes tarafından sevilmek için onaylanma arzusudur. Bu yüzden süper ego, benliğin temel düzeydeki ihtiyaçlarını yok sayarak idi ve egoyu devamlı baskılamaya çalışır. Zamanla bakım veren ebeveynler yerlerini otoriteyi temsil eden diğer kurum ve kişilere bırakırlar.
Freud’a göre ahlak ve vicdan, süper egonun gelişerek baskın gelmesinden oluşur. Toplum tarafından onaylanmayan davranışlar süper egonun iki alt sistemi olan vicdan ve ego-ideali aracılığıyla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Vicdan onaylanmayan davranışlar ve düşünceler geliştirdiğinde bunları engellemek için kişide suçluluk ve utanç duygularını yaratarak onu cezalandırır; ego- ideali kişinin topluma uymasını sağlayan onaylanan davranışları yapmaya devam ettiği sürece gurur ve kıvanç gibi duyguları yaratarak kişiyi ödüllendirir. İnsanın vicdani yanını oluşturan süper ego çoğunlukla suçlayıcı karaktere sahip bir iç ses olarak tanımlanabilir. Davranışlardan benliğe yönelen utanç duygusu bu durumda ortaya çıkar ve yoğun yaşandığında ruhsal hastalıklara sebep olur.
Bilişsel gelişim kuramının kurucusu Jean Pieaget’e göre, ahlaki gelişim bilişsel gelişimle paraleldir ve aşamalar hiyerarşik bir yapılanma gösterir. Soyut düşünmenin gelişmesiyle çocuğun ahlaki gelişimi de dışa bağımlı halden özerk döneme geçiş yapar. Herkes bu aşamaların (bilişsel ve ahlaki) en üst noktasına kadar ulaşamayabilir. Erken çocukluk döneminde dışarıdan gelen kurallar sebepleri henüz keşfedilmemiş sadece boyun eğilmesi gereken şeylerdir. Önemli olan bakım veren yetişkinlerin onayını alabilmektir. Piaget bu dönemi heteronomi olarak adlandırır. Bu dönemin sorunlu bir yapıda geçmesi yetişkinlerde yasalara karşı kutsal ve değişmeyen bir saygının duyulması şeklinde kendini gösterir. Zihinsel kapasitesi sınırlı olan çocuk için cezalandırılmasına sebep olan şey yanlış/kötü, ödüllendirildiği şey sorgusuz doğru/iyi kabul edilir. Sorgulama yerine sonuç odaklı bir kabul vardır. Bu dönemde çocuk, üstü kapalı ya da açık biçimde kendine kural koyulmasını bekleyebilir. Çocuktan otorite figürüne doğru tek yönlü bir saygı ve boyun eğme vardır. Otorite figürü ile ilişki kuramayan çocuk, içe dönük ben merkezcil bir bakış açısına sahiptir. Çocuk kendisine baskı yoluyla dayatılan ahlakın dış dünyada ki her şeyin ve herkesin uyduğu değiştirilemez tek gerçeklik olduğu yanılsamasını yaşar, çünkü içsel yaşantısını dış dünyaya yansıtır ve bunun ayrımını yapamaz. Ona yap denilen şeyi yapar, yapma denileni yapmaz. Eşitlik gibi kavramlar bu dönemde henüz ortaya çıkmamıştır. Ortalama 7-8 yaşına kadar bu süreç devam eder. Otonom dönemde, çocuğun akranlarıyla genişleyen sosyal çevresiyle girdiği etkileşim ve işbirliği başka bakış açılarından kuralları yeniden yorumlamasını sağlar. Artık otorite figürlerinin dışında da çocuğun değerli hissedebileceği ve onaylanabileceği bir çevresi vardır. Kuralların kendileri kadar sebepleri ve gerekiyorsa ihlal edilebilecekleri, yeni kuralların ortaya konabileceği ve bunların nedenleri anlam kazanmaya başlar.
Kurucusu Erik Erikson olan Psikososyal gelişim kuramı Freud ve Piaget’in düşünceleriyle benzerlikler taşımaktadır. Erikson, çocuğun yürümeye başlayarak anneden ayrı bir varlık olarak bedenini deneyimlediği 2-3 yaş aralığında, merak duygusu ve sınırları keşfetme arzusuyla özerklik duygusunun oluştuğunu belirtir. Aşırı korumacı duygularla ebeveynleri tarafından kendini deneyimleme girişimleri engellendiğinde çocuk, kendinden kuşku duymaya ve yanlış yaptığını düşünerek utanç duygusunu içinde geliştirmeye başlar. Bu süreçte yaşanan aksaklıklar yetişkinlik döneminde anal kişilik olarak tanımlanan aşırı düzenlilik, cimrilik, kararsızlık ve inatçılık gibi davranışların gelişmesine sebep olur. Bu süreçte desteklenen çocuksa özerklik duygusunu kazanmaya başlar. 3-6 yaş aralığında, girişime karşı suçluluk duygularının oluşmaya başladığını savunan Erikson’a göre çocuk, bu evre de gelişebilmek için girişimci bir yapıdadır. Dil ve motor becerileri kazanan çocuk, sosyal ve fiziksel çevresini bu yeni araçlarıyla araştırmaya başlar. Girişkenliğin sonucu olarak problemli davranışlarda da artış görülür. Girişimleri otorite tarafından onaylanmadığında yanlış olanın kendisi olduğu duygusuna kapılan çocuk, kendini suçlu hisseder. Ayıp ve yasak kavramları tam bu dönemde oluşmaya başlar. Elbette ki her yaptığının onaylanması da ahlaki gelişimine olumsuz etkilerde bulunabilir.
Eğitim kuramcısı düşünür John Dewey, ahlak eğitimini ardışık evrelerden geçiş süreci olarak tanımlar. Bu yaklaşım biçimi birey olan çocuğun gelişiminde eğitimin, özgür ve olgunlaşmayı sağlayıcı şartların önemine vurgu yapar. Dewey’in tanımladığı evreler üç ana başlık altında sıralanmaktadır. İlki açlık, susuzluk, sevgi, güven gibi sosyal ve biyolojik dürtülerin şekil verdiği ‘ahlak/gelenek öncesi düzey’dir. İkincisi çocuğun dış çevrenin isteklerini içselleştirerek kendine mal ettiği ‘geleneksel düzey’dir. Sonuncusu bireyin çevreden ayrışarak çevresini sorgulayarak özerklik kazandığı dönemdir. Sonuncu süreç ahlaki özerkliğin (ahlaki göreceliğin) kazanıldığı özerk dönem’dir. Otonomlaşan bireyde öznel sorumluluk duygusu bu dönemde olgunlaşır.
Ahlaki gelişim kuramının kurucusu Lawrence Kohlberg, Piaget’in iki evreli ahlaki gelişim sürecini geliştirerek altı evrede çocukluktan yetişkinliğe daha kapsamlı biçimde analiz etmiştir. Bu evrelerin ilki 4-9 yaş aralığını kapsayan gelenek öncesi düzeydir. İki alt evrede incelenir. İlki cezadan kaçınma ve itaat eğilimi, diğeri araçsal saf çıkarcı ilişkiler eğilimi olarak adlandırılır. Ahlaki açıdan en düşük düzeydir, otoriteye sorgusuz bağlılık vardır, çocuk ben merkezcildir. İkinci ana evre 10-15 yaş aralığında gerçekleşen geleneksel düzeydir. Alt evrelerinin ilki bağlılık ve kişiler arası uyum arayışının biçimlendiği iyi çocuk eğilimi, ikinci evresi toplumsal sistem ve vicdandır. Son ana evre 15 yaş sonrasında şekillenen gelenek sonrası düzeydir. İlk evresi sosyal uzlaşının geliştiği toplumsal sözleşme eğilimi, son evre ise kuralların eşitliği korumak için konulması gerektiği inancının olgunlaştığı evrensel ahlak ilkeleri eğilimidir. Kohlberg, birçok teorisyen gibi ahlaki gelişimin bilişsel gelişime paralel olduğunun altını çizer. Bu noktada Kohlberg, kişinin akıl yürütme sürecindeki mantıksal dayanakların ortaya çıkan sonuçtan daha önemli olduğunu yani ahlaki yargının önemini vurgular.
Sosyal öğrenme teorisine göre, ahlaki davranışlar çocukluk çağından itibaren modeller aracılığıyla özdeşleşme ve taklit üzerinden gelişmektedir. Bu yaklaşım, rol modellerin belirli kazanımlar doğrultusunda bilinçdışı seçildiği görüşünü savunur. Bunlar mükâfat görme isteği, cezadan kaçınma, kudret isteği için modeli taklit etme, olmak istediği rol modelle arasındaki benzerlik üzerinden kendini onun gibi olduğuna ikna ederek rol modele benzer davranışlar ortaya koyma şeklinde biçimlenir.
Vicdanın içinde yaşanılan ailenin, çevrenin ve toplumun kültürel ve zamansal açıdan göreceli ahlak kuralları çerçevesinde gelişmesi bir takım sorunları da beraberinde getirebilmektedir. Yanlış inançlar ve gelenekler sağlıksız koşullara sebep olduğunda ruhsal ve fiziksel olarak gelişen insanın kişiliğinde bir takım travmalara neden olabilmektedir. Yazının ilk bölümü burada sona eriyor. İkinci bölümünde utanç kavramı ve kökenine inerek kendimize yönelik yıkıcılığımızın altında yatan sebepleri incelemeye çalışacağız. İkinci bölümde görüşmek üzere 🙂
İkinci bölüm
Bir Yorum
Cevap YazınOne Ping
Pingback:Utancın Psikopatolojisi ve Ahlaki Gelişim -II - Akıl Fikir Müessesesi