Adı Burak’tı. Deli Burak!
Hiç de deliye yakışacak bir isim değildi. İsmine göre ya topçu olmalıydı ya da popçu. O talihsiz günde yani tam 25 yıl önce aklını kaybetmiş, annesiz ve babasız kalıp tek güvendiği dağ olan anneannesinin yamacına sığınmıştı.
Tontoş bir kadındı yarı annesi; temiz, becerikli, yer yer sert ama yufka yürekli… Kızı göçünce, bu garip yadigâr kalmıştı kendisine. Yavrusuyla aynı kokan bu bebeğe de çaresiz bakacaktı. Ağlayacaktı, ağlamaktan gözleri kuruyacaktı, sonra kuru kuru ağlayacaktı ama bırakmayacaktı bu biçareyi. Böylece yıllar geçecekti ta ki ölene kadar. İşte o gün huzura erecekti ya daha çok yılı vardı.
Oysa ne güzel başlamıştı her şey…
1993 yılında evlendirmişti biricik kızını. Burak’ın babası yani damadı, o dönemde mahallede okuyan tek adamdı ve muhasebeci çıkmış, devlete atanmıştı. Akıllı adam diyorlardı, biraz tutucuydu ama dürüsttü… Sertti ama namusluydu… Yakışıklı değildi ama güvenilirdi. Tamam dediler, biliyorlardı, kızı zengin olmayacaktı ama açlıktan da sürünmeyecek, orta direk yaşayacaktı. Kızı vermeye razı olunca, mahallede, iki sokak arasında sade bir düğün yaptılar. Hayatları iyi bir bestecinin elinden çıkmış müziğe benziyordu. Eğlenceli başlamıştı, ama hızlanan müziğin arada yavaşlaması da gerekirdi. İyi olaylar yaşanmış, sıra ise kötülere gelmişti.
Yaşlı kadın torunu doğduktan 2 yıl sonra eşini, 3 yıl sonra da kızını kaybetti. Baba kız ne birbirine ne de ufacık yavruya doyabilmişlerdi. İki sevdiği gitmişti yaşlı kadının, tutunacak dalı kalmamıştı ama şimdi de yeni filizlenen bir dal daha geliyordu ince ve yumuşak.
Büyüyüp delikanlı olunca Burak, gitgide anneannesinin babasına benzedi. Rahmetli babası saçlarını sola tarardı, yaşlı kadın da ona benzesin diye genç adamın saçlarını iyice sola yapıştırıp, ütülü gömleğini ve pantolonunu da bir güzel giydirirdi. Ondan sonra karşısına geçer, gözleri dolu dolu “Çileli babam,” deyip, bir de Fatiha okurdu. Bazı anlarda da eline sarılıp öpmemek için zor tutardı kendini.
Delikanlı, yaşlı kadını öptükten sonra sokağa çıktı. Mahalledeki en iyi arkadaşıyla her zamanki köşede buluştu. 5 yaşında bir çocuktu arkadaşı, diğerlerinin aksine Burak’la ilgilenirdi. Onunla konuşmazdı fazla ama kötülüğü de dokunmazdı; taş atmazdı mesela, korkutmazdı ya da korkmazdı diğerleri gibi. Yan yana çömelir, sadece izlerlerdi: Bazen inşaat işi, bazen birilerinin kavgası, bazen de saklambaç ya da dokuz kiremit oynayan çocuklara dalarlardı. Otururlardı duvar dibine, gölgede ses etmeden, oyun bitene kadar öylece beklerlerdi.
Yine bir futbol maçına denk gelmiş, sırtlarına duvara vermiş, ceplerindeki üç beş kuruş ile soda alıp, mahalledeki diğer çocukların maçını izlemekteydiler. Çocuk bir şey sezinlemişti aslında ama 25 yaşındaki arkadaşı paniklemesin diye bir şey hissettirmemişti. Diğerleri bir şey planlıyor ve elleriyle deliyi gösteriyorlardı. Oysa bugün yeterince alay etmişlerdi. Arkasında “deli” diye bağırmışlar, vurup vurup kaçmışlar ve ellerinde sopalarıyla kovalamışlardı. Daha ne olacaktı diyen çocuk kalbi yine yanılmıştı.
Biri gol atınca delinin üstüne tüm hızıyla koşmaya başladı. Bunu gören diğerleri de bağırarak aynı şeyi yaptılar. Üstüne biri gelince korkardı Burak, korkunca ağlar ve bağırarak kaçardı bulunduğu yerden. Yine aynı şey olmak üzereydi. Hepsinin üstüne geldiğini görünce panikle ayağa kalktı, panikle sağa sola bakmaya başladı. Arkadaşı elinden tutuyordu ama sakinleşmesine fayda etmiyordu. Gözleri yerinde duramıyor, hızla hareket ediyordu. Diğerleri ise bu durumun farkında bile değildi, hala üstüne üstüne, avazları çıkana kadar “Gol” diye bağırıp, koşuyorlardı. Gülüyorlardı ve etrafında çember çiziyorlardı. Deli bunca olayı kaldıramadı ve beklendiği gibi birden ağlamaya başladı. Bağırıyor, elini dizlerine vuruyor, vurdukça da görenlerin içi acıyordu. İçinde bulunduğu durumdan kaçmak için hamle yapmıştı ki ayağı taşa takılıp düştü ve kafasını kaldırımın kenarına çarptı. İstemsizce elini başına götürdü ve akan kıpkırmızı, sıcak kanı fark etti.
Üstüne gelen diğerleri korkuyla durdu ama bu sefer delilinin deliliği tutmuştu, artık dönüşü yoktu. Henüz daha çocukken, evlerinin önünde akan incecik kan, sislerin ardından olanca kırmızılığı ile belirginleşti. Düşüncelerini kovmak için panikle ayağa kalktı ve dört beş çocuğu yıkarak koşmaya başladı. Onu gören arkadaşı da peşine takıldı.
“Dur,” diye bağırıyordu ama deli duymuyordu çocuğu. Korkmuştu bir kere delikanlı ve anlam veremiyordu olanlara. Aklı olsa ilk önce “Neden?” diye soracaktı çocuklara, sonra babasına dönecek aynı soruyu tekrarlayacaktı, ardından duracaktı ve kaldıracaktı kollarını semaya “Neden?” diye haykıracaktı.
Çocuk ve deli öyle koşarak dört beş sokak geçtiler ta ki o iki katlı, kırmızı evi görene kadar. O evin önünde öylece kaldılar. Nefes nefese kalmış, iki büklüm olmuşlardı. Bir yandan soluk almaya çalışıyorlar bir yandan da şaşkın gözlerle eve bakıyorlardı. Çocuk tanıyordu burayı ya huzursuzlanmaya başlamıştı, biliyordu başlarına geleceklerini ama genç adam tam çıkaramamıştı, kalbi acıyordu ama henüz kanamaya başlamamıştı. Belleğinin belki de en karanlık dipsiz kuyusuna saklanmıştı o uğursuz yer.
İkilinin bakışları hala o rengi solmuş binadayken, şişman bir adam belirdi kapının yanında. Otuzlarındaydı, siyah beyaz bir filmdeki bir karakter gibi İspanyol paça kumaş pantolon, geniş yaka beyaz bir gömlek, üzerine de tam oturmuş bir ceket giyiyordu. Bir elinde bond çanta diğer elinde beyaz, yumuşak, sevimli bir ayı duruyordu. Uzaktan bakan, adama güvenir, birine zarar vereceğini aklı hayalinden geçirmezdi ya çocuk anlamıştı olacakları yine, izlemişti bu sahneyi önceden.
Yapıştı delinin koluna, gitmek için çekiştiriyordu ama gücü yetmiyordu, mıh gibi çakılmıştı olduğu yere delikanlı. Birden yağmur yağmaya başladı. Islanıyorlardı, sırılsıklam olmuşlardı ama fayda etmiyordu genç adama, deli inadı tutmuştu. Derken kapıda bir kadın belirdi. O da otuzlarındaydı, o da kısa boyluydu. Zayıftı, hali dermanı kalmamıştı. Mor gözü haricinde de sapsarıydı yüzü. Renksizdi, çok önceden öldüğü belliydi. Gözlerinden şefkat, hüzün ve kadersizlik okunuyordu.
Kadın, bir şişman adama bir de ayıya baktı. Delinin içi birden cız etti. İçinde bir yerlerde kelebekler uçuşuyor ama bir yerlerde de kasırgalar kopuyordu. Bir yerleri kadını gördü diye mutlu oluyor ama bir yerleri de olacakları daha fazla izlemek istemiyordu. Adam birden kadına bağırmaya başladı ve kolundan tuttu. Söküp, çıkarmak istiyordu güvenli yerinden ama kadın direniyordu. “Gel,” diyordu, “Hayır,” diyordu kadın, “Bir daha el kaldırmayacağım,” diyordu, “Bu kaçıncı,” diyordu kadın.
Deli korkuyla geri çekildi. Çocuk hem ağlıyor hem de olanca gücüyle deliyi çekmeye çalışıyordu. Şişman adam ise hiçbir şeyi duymuyordu. Gözleri kırmızıya kesilmiş, ağzından zehirler fışkırıyordu. Kadın olanca gücüyle şişman adamı itince, elindeki ayıyı kadının göğsüne dayadı sanki ayı canlansın ve kadını ısırsın istiyordu. Ayıyı karnının üzerinden çekmeye çalışırken, birden ayının içine gizlenmiş tüfeğin dumanı tüttü ve kadın yere yığıldı.
Herkesin kulağı bir dakikalığına çınladı.
Bu kadar gücü vardı kadının ve diğer öldürülenlerin, sadece bir dakika çınlatacaklardı kulakları. Sonra unutulup gidecek, tüm elem geride bıraktıklarına miras kalacaktı.
Silah sesiyle kuşlar ağaçları terk etti. Yağmur bereketi olmaz diyerek dindi ki görsün tüm mahalle yolun ortasında çıplak bir şekilde akan kıpkırmızı utançlarını. Adam ardına bakmadan kaçmaya başladı. Ayak sesleri inletti duyarsız boşluğu.
İkili ise oldukları yerde kalakalmıştı gözlerindeki yaşlarıyla.
“Hadi gidelim,” diyordu, kolundan çekiyordu ama gücü ve dermanı kalmamıştı çocuğun. Deli ise hala gitmiyor, inatla bekliyordu.
Annesinden alamamıştı gözlerini, içi erimişti kadının kaldırıma sabitlenmiş ela gözlerine bakarken. Kanı kimseye rahatsızlık vermeden incecik akmaya başlayınca kadının, çocuk dayanamadı, birden koşmaya başladı. Deli bir an tereddüt etti ama unutunca yerde yatanı, başladı en yakın arkadaşının ardından koşmaya.
Çocuk doğruca Deli’nin evine gitti. Kapı açılmamıştı ama bir ruh gibi içeri girdi. Peşi sıra koşan Burak ise kapıyı kapalı görünce önünde şaşkınlıkla durdu, deliliği bile çare olamadı çocuğun kapıdan girişine. Eliyle kapıyı yokluyordu ki anneannesi kapıyı araladı. Yaşlı kadın, torununun yüzünden damla damla akan endişeyi gördü ve ters giden bir şey olduğunu fark etti.
“N’oldu oğlum?” diye sordu.
“Nereye gitti?”
“Kim?”
“Çocuk.”
Deli cevabı bulmak için anneannesinin gözlerini ararken, tam arkasında duran çocuğu fark etti. Durmuş, yaşlı gözlerle bir fotoğrafa bakıyordu başköşeye asılan. Yanına gitti çocuğun, o da fotoğrafa baktı ve tanıdı çocuğu. Kendi çocukluğuydu o çocuk. Elinden zorla alınmış ve bir daha yaşayamayacağı 5 yaşındaki mutluluğuydu.