in

Öte Yaka

Sait, her sabah olduğu gibi aynı vakitte balıkçı tezgâhının önündeydi. Balık arabası henüz gelmemişti. Ceketini çıkarıp tulumları giydikten sonra balıkçı ve diğer elemanıyla birlikte tezgâhları düzenlediler. Mavi muşambalı tablaları yıkayıp balıkları dizmeye hazır hale getirdiler.

Balıkçı telefonla konuştuktan sonra:

“Filozof, kamyonet gelmiş. Balığı çek!” dedi. Kimse ona “Sait” diye hitap etmezdi, “Filozof aşağı, Filozof yukarı…” Zaten çoğu kimse gerçek adını bile bilmiyordu.

Sait, geniş iskeletli, boyu posu yerinde, ilerlemiş yaşına rağmen dinç görünüyor, başının arkasına atkuyruğu yaptığı kırlaşmış saçları, top sakalı ile entel bir görünüm sergiliyordu.

Kenarda duran profilden yapılmış boş arabayı çekip çarşının içinden geçirerek balıkçı kamyonetinin yanına gitti. Çarşının içine sokulmuyordu. Kamyonet üç tonluk, kapalı kasa, özel yalıtılmış, soğuk hava tertibatlı, balıkçının kendi aracı idi.

Şoförle birlikte strafor kasalardaki balıkları çek çek arabasına yüklediler.

“Bir daha gelcen filozof,” dedi eleman.

Sait dolu arabayı tezgâhın önüne çekti. Balıkları balıkçı ile kasalarla tezgâha aldılar. İkinciye dönüp bir o kadar daha yükleyip tekrar tezgâhın önüne getirdi. Onları da tezgâha indirdiler.

Başka zamanlar üçüncüye de dönerdi ama bu aralar avlanma yasağı başladığından balık azdı. Bunlar da amatör balıkçıların tuttuklarıydı. Sayıları azdı ama çeşit zengindi.

Mezgit, levrek, mercan, tekir, barbun, kılıç ve kırlangıçlar ayrı; istakozlar, karidesler ayrı tablalara kalanı da strafor kasalara özenle dizildi. Üzerlerine buz konuldu. Tezgâh, defne dallarıyla süslendi.

Satışa hazır hale gelinmesinden itibaren Sait’in buradaki işi bitmişti. Balıkçı, bir poşetin içine bir levrek atarak, bir miktar parayla birlikte ona uzattı. Çoğunlukla para, üç-dört günde bir de balık verirdi. Sait, tezgâhın arkasında balıkçı tulumlarını çıkarıp, katlayıp bir kenara koydu. Dar, uzun ve ütüsüz ceketini giydikten sonra teşekkür edip oradan ayrıldı.

Çarşıyı geçip sola döndüğünde, ikinci işyerine geldi. Burası içeride envai çeşit içki satılan büyükçe bir tekel dükkânıydı. Bölgenin en iyi iş yapan yeriydi.

Dükkân sahibi sabahları yalnızdı ve onun geleceğini biliyordu.

“Nerde kaldın filozof? Arabalar neredeyse gelir.” dedi.

“Geldim usta, geldim.” diye cevapladı Sait.

Sait, sabahla öğlen arası bu işlerde çalışarak insan yüzü görüyor hem de nevalesini sağlıyor, üç beş de para kazanıyordu.

Çok geçmeden bira kamyonu geldi. Bu sokakta dükkân önüne yanaşmasına sabah öğle arası izin verilirdi. İndirilen bira paketlerini açıp bir kısmını soğutuculara bir kısmını da raflara yerleştirdi.

Ardından peş peşe şarap, meşrubat, rakı arabası geldi. İndirilenlerin paketlerini açıp aynı şekilde soğutuculara ve raflara dizdi. Rakı, votka, cin şişelerini özel raflara yerleştirdi.

Buradaki işi bittiğinde öğlen olmuştu. Dükkân sahibi ona bir litrelik orta yollu, beyaz şarap sarmış biraz da para vermişti. Dükkâncı her akşam içmesin diye üç günde bir içki diğer günler ise sadece para veriyordu. O da bunu makul karşılıyordu. Teşekkür edip buradan da ayrıldı. Kadıköy Çarşısından rıhtıma yöneldi. Elindeki nevaleleri yalıya bırakmalıydı.

15F otobüsüne binip Boğaz’a doğru yollandı. Kart kullanıyor, ucuza seyahat ediyordu. Beylerbeyi’ni geçip Çengelköy’e gelmeden otobüsten indi. Barındığı yer buradaydı.

İşleri Kadıköy’deydi, kaldığı yeri de oradan ayarlayabilirdi ama o, İstanbul’un en güzel yerini, Boğaz’ı seçmişti.

Bu yıkıntı virane yalıya geçmeden önce yine Boğaz’ın kenarında bir parkın çalılık ve kayalık bir yerinde naylon ve muşambadan derme çatma yaptığı bir kulübede yaşıyordu. Kışı orada zor geçirmişti. Soğuktan hastalanmış, antibiyotiklerle zar zor iyileşmişti. Tam ayaklanmıştı ki zabıta gelip barınağı oradan kaldırmıştı.

O zamanlardan beri bu çökük, terkedilmiş, yıkıntı yalıyı kollamış, giren çıkan olmadığından emin olduktan sonra burada kalmaya karar vermişti. Yalı, tarihi eser sayıldığından yıkılamadığını düşünüyordu. Restore edilmeyi bekliyordu muhtemelen. Belli bir şahsın, devletin ya da bir vakfın malı olabilirdi. Ama gerçek o ki uzun zamandır boş duruyordu ve birileri gelip çıkarana kadar burada yaşayabilirdi.

Evi, yurdu yoktu. Şimdiye değin sokaklarda, parklarda ve böyle izbe yerlerde yaşamış onun için sorun olmamıştı. İstanbul’un her yeri onun sayılırdı. Bari bir yalıda yaşıyor olur, köşkleri, kasırları, semtleri, seyir tepelerini, erguvan ağaçlarını, dereleri, bostanları, kuşları ve serin mavi suları ile doyasıya ve alabildiğince Boğaz’ı yaşayabilirdi.

Bu eski yalı bir Müslümana aitti. İki tarafında boşluktan belliydi ki gayrimüslimler yalılarını birbirine bitişik yaparlardı. İki katlı, dış kısmında balkon yerine geniş cumbalar vardı. Denizle birleştiği yerde kayıkların yanaştığı kayıkhanesi ve yalıların olmazsa olmazı çiçek bahçesinin kalıntıları hâlâ duruyordu. İç kısmında ise haremlik, selamlık bölümleri varlığını koruyor, üst kata çıkan merdivenin tahta basamakları çürüyüp dökülse de trabzanlar sağlam olarak yerindeydi ve çeşitli yerlerindeki ahşap oyma ve kabartmalar, altın rengindeki metallerden yapılmış varaklar hâlâ iç kısmının tavanlarını, köşelerini ve duvarlarını süslüyordu.

Sait, yalının içini gezip görmüş fakat içinde yaşamayı istememiş bitişiğinde bir ek olan indirme kısmına yerleşmişti. Belki de burası müştemilat idi. Mucize olarak tuvaleti çalışıyor, damla damla da olsa suyu akıyordu.

Yalının bahçesinde erguvanlar ve bir de sakız ağacı vardı. Bahçe duvarının dibinde ise zakkumlar sıralıydı.

Sait, yalının yıkık yan bahçe duvarından adımlayarak girdi. Bahçeden geçerek barındığı bölüme ulaşıp şarabı yatağının içine sakladı. Balığı ayıklayıp tuzladıktan sonra kedi gelirse diye daha önce yaptığı gibi yüksekteki bir çiviye torbasıyla birlikte astı. Poşetin kenarından sular tek tük damlıyordu, aldırış etmedi.

Şimdi, birçok günler yaptığı gibi bir işi daha vardı. Biraz daha para kazanmalıydı. Kovasını, fırçalarını, çek çeklerini alıp caddeye çıkarak Üsküdar istikametine doğru yürüdü. Dükkânların camlarını silecek, avantasını bulacaktı. Bir eczanenin ve bir beyaz eşyacının camlarını özel deterjan ile köpükleyip çek çekler ile sıyırdı, camları gerisinde pırıl pırıl bıraktı. Cadde boyunca çok yürümemişti ki yeter deyip gerisin geri yalısına döndü. Bugünkü kazancı iyi idi. Dönerken manavdan roka, maydanoz ve taze soğan aldı. Fırından buğday ekmeği, büfeden de ne olur ne olmaz deyip bir bira daha alarak yalıya döndü. Şimdi bir akşamüstü uykusu çekmek iyi gelecekti. Ne de olsa çalışmış ve yorulmuştu.

Akşam olmadan uyanıp kalktı. Güneşin batışını kaçırmamalıydı. Güneş ateşini burada söndürüyor gibi belki de Boğaz’ın en güzel gurup seyredilecek yeri tam da burasıydı. Güneş karşıki tepelerin üzerine iniyor, ışıkları boğazın sularında yansıyor, sonra kavuşuyordu. Kavuşma boyunca, köprünün silueti de muhteşem görünüyor, hava kararmaya yüz tutunca köprünün ışıkları yanıyor, boğazın üstünde bir gerdanlık gibi ışıldıyordu.

Sait, güneşin batımıyla birlikte yeşillikleri doğrayıp salata yaptı. Tuzlayıp yağladı ve limon sıktı. Piknik tüpünden ocağı, müştemilatın önüne suya yakınca kurdu. Yattığı yerde kesinlikle ateş yakmıyordu. Tavaya yağ koyup kızmaya bıraktı. Balığı astığı yerden alacaktı ki, poşet yerinde yoktu. Onu biraz ötede yerde buldu. Poşet delinmiş, balığın bir parçası yenmişti. Neyse ki diğer parçalar duruyordu. Onca yükseğe zıplayıp poşeti indirmeyi başaran kediyi takdir edip kalan balıkları sudan geçirip tekrar tuzladı. Balık, buzun etkisiyle taze kalmıştı. Unu çıkarıp balığın bulunduğu poşetin içine döktü ve sallayarak balığı unladı. İyice kızmış yağa koyarak pişmeye bıraktı. Çatalla çevirip diğer yanını da pişirdikten sonra bir sebze sandığını yere ters koyup üzerine gazete de sererek sofra yaptı. Açılır kapanır, çadır kumaşından yapılma sandalyesini açıp oturdu.

Önce ekmekle biraz balık yiyerek karnını doyuracak, sora şarabı açacaktı. Düşündüğü gibi yaptı.

Levrek nefisti.

Şarabı almak üzere kalkıp içeri girecekken, aslında beklediği bir sürprizle karşılaştı. Dolunay çıkmış, arkalardaki tepelerde salınmaya başlamıştı bile. Yatağın içine sakladığı şarabı ve raftan özel kadehini de alarak sofraya döndü. “Dükkâncı işi biliyor” diye düşündü içinden. Beyaz etli balıkla, beyaz şarabın uygun olacağını öngörmüştü. Kadehini doldurup ilk yudumunu aldı. İyi şaraptan anlardı. Bu iyi bir şarap değildi ama idare ederdi. Ona bakarsa zor günlerinde ucuz, öküz öldüren şaraplarından da çok içmişti.

Hava serinceydi. Bir ara üşür gibi oldu, Mayıs ayları, ne de olsa tam yaz değil, insanı üşütürdü. Ama ateş yakmayacaktı. Daha kötü soğuklar olmuş gene de yakmamıştı. Ateşle kendini ele verebilir, burada yaşaması tehlikeye girebilir sonra maazallah eski, ahşap binayı kazayla tutuşturma tehlikesi de onu korkutuyordu.

İyice karanlık çöktüğünde beklediği saat gelmemesine rağmen gene de bakmak istedi. El fenerini yakıp, içeriden yastığın altından dürbünü alarak geldi. Onu Kadıköy Pasajı’ndaki askeri malzeme satan dükkânların birinden sustalı çakı almaya gittiğinde almıştı. Sırf Boğaz’ın öte yakasını yakından görmek için edinmişti. Karşıda, Ortaköy’den başlayıp Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek semtleri net görüş alanı içindeydi.

Boğaz’ın bu yakası ve öte yakası tek şehir ama iki kıtadır. O Asya’da, karşılar ise Avrupa’da sayıldığından, dolayısıyla dürbünle gece-gündüz Avrupa’yı seyretmiş olacaktı.

Belli bir noktaya odaklandı. Beklediği şeyi göremeyince “Daha erken.” diye düşünerek dürbünü bıraktı.

Arka taraftan ay epey yükseldiğinde şişenin dörtte birini içmiş olabileceğini hesap etti. Hafif bir çakırkeyiflik başlamasından da belliydi. Farkında olmadan düşüncelere daldı.

Sait’in, çok okumaktan, çok bilmekten kafayı çatlattığı sanılsa da aslında bundan değildi sıyrık kabul edilmesi. Haddi zatında hani öyle bir kafayı yemişliği de yoktu. Etrafındaki ahali böyle tevatür ederdi. Nitekim aklıyla bir zoru yoktu. Sadece çok okumaktan, çok bilmekten çıtayı fazla yükseltmiş, sıradan ve vasat insanlarla arayı bir hayli açmış, onlardan kopmuş, ayrılmıştı. Mevcut düzen de uygun bir ortamı ona sunmamıştı. Bu uyumsuzluk onu sarsmış, dengelerini bozmuş, bir kere ileri seviyeye, yüksek değerlere ulaşınca da geri dönüş yapamamış, aşkınlığından taviz vermemişti.

Filozof derlerdi Sait’e. Onu konuşturmak için sorular sorarlar, o da teferruatlı cevaplar verir, tabiri caizse tarihten girer, biyolojiden devam eder, antropolojiden çıkardı.

Çocukluğunu evin tek çocuğu olarak el bebek, gül bebek geçirmiş, yüksekokul okumuş, fakat çalışma hayatına uyum sağlayamamıştı. Gençliğinde, babasının yazdığı kitabın gelirinden zar-zor geçinmiş, sonra resim sanatıyla ilgilenmiş, soyut tarzda tablolar yaparak bir müddet onların geliriyle yaşamını sürdürmüş, babasının kitabı satmaz, tabloları da para etmez olunca zor günler yaşamıştı.

Zaten karısı da onu, biricik kızlarının velayetini alarak terk edip gitmişti.

O zamandan beri de onun-bunun günlük işlerini yaparak geçiniyordu.

Sait’in, “Tutunamayanlar”dan mıyım diye de düşündüğü oluyor, hele son zamanlarda bunun muhasebesini sıkça yapıyordu. Küçük burjuva özentilerine hiç kapılmamış, paraya değer verip peşinden koşmamıştı. Paranın yerine yüksek değerleri, anlamlı idealleri koyduğunu düşünüyordu. Fakat öte yandan bir gerçek vardı ki milletin dediğince “bir baltaya sap olamamıştı.”

“Ben marjinal miyim?” diye kendine bu saatte ağır bir soru sordu. Bu kafayla bunları düşünmek yersiz deyip sorunun muhasebesini yapmaktan kaçındı. Kendisiyle ilgili bu gerçekleri düşünmek rahatsız edici geldi ona belki de.

El fenerini yakıp saatine baktı. Saat 22.00 civarıydı. Vakit gelmişti. Hemen dürbünü alıp gözlerine götürdü. Dürbün, zaten biraz önceden, bakmak istediği yere odaklıydı. Ve onu gördü. “Evet, çıkmış.” dedi içinden.

Bakıp, gördüğü bir kadındı. Öte yakada, bir evin ışıklı penceresinde siluet halinde görünüyordu. Hatları epey belirgindi. Uzun saçları, askılı elbisesi vardı.

Elindeki dürbün kaliteliydi. İyi para vermişti ona. Kadının narinliğini gösteriyordu. Kadının görüntüsü merceklerde titreşirken, o ellerini kıpırdatmadan bakmak için nefesini tuttu.

Gece dürbünle karşıları tararken, onlarca pencereden birinde yakalamıştı bu gizemli kadını. Gece, yaklaşık 22.00 civarı kadın pencerede beliriyor, epey orada kalıyordu. Genellikle kıpırdamadan duruyor, bazen pencereye yaklaşıyor, daha da belirginleşiyordu. Sait geceleri dakikalarca bu kadını izliyor, kadının gizemini çözmeye çalışıyor, niye hep yalnız olduğu kafasını tırmalıyordu.

Bu akşam pencerenin önünde sabit duruyor, o taraftan dolunayı seyrediyordu belki de. Ayın parıltısı boğazın sularına vurmuş olmalıydı. Belki de yakınında oluşan yakamozlara bakıyordu.

Onu, mercekteki görüntüsünün ötesine geçip hayalinde canlandırdı. Balık etli olabilirdi. Memeleri iriydi muhtemelen; teni beyaz olmalıydı.

Kadın onda bir tutkuya dönüşmeye başlamıştı. Konuşabilsem onunla diye düşünüyordu bazen. Hele bir de şiir okuyabilsem diyordu. Düşünsenize; sanatla, edebiyatla ilgili saatlerce sohbet edebilirdi onunla, acaba felsefeye ilgisi var mıydı?

Bir yandan da onu bir tabuya çevirmekten korkuyordu.

Kafası güzelleşmeye başlamıştı. Hayaller iyi gidiyordu ama yine kendi gerçeğine dönmeliydi. Alakası ve dikkati, bulunduğu yer ile karşıdaki pencere arasında gidip geldiği gibi, hayallerle, gerçekler arasında da gidip geliyordu böyle.

Bu beyaz şarap onda uyarıcı bir etki mi yaratmıştı ne?

Farkındalık iyidir diye düşündü sonra. Farkındalıkta tutarlılık vardır.

Hem ne yapabilirdi ki uzaktan? Ona ulaşamaz ve konuşamazdı. Onu gerçekte göremezdi bile. İşte bu kadardı olup olacağı. Gerçek, ancak dürbünün merceklerinde titreşiyordu.

Düşünceleri tekrar kaydı.

“Çok mu yalnızım?” diye sorgulamaya başladı kendini. Yoksa onulmaz bir kadın ihtiyacı mıydı bu?

Mantıklı düşünmek istedi bir yandan. Normaldi canım, bu anlaşılır bir şeydi. Bir kadını sevmek, bir kadın tarafından sevilmeyi istemek onu anlamak, onun tarafından anlaşılmak güzel şeylerdi.

Birden düşüncelerinden iyice sıyrılıp kendi gerçeğine döndü. Dürbünü gözlerinden ayırıp sandığın üzerine koyarak kadehine şarap doldurup hızlı hızlı yudumladı. Balık soğumuştu ama meze olarak iyi gidiyordu. Rokalı salata da ağzına değişik bir tat veriyordu.

Aşk, sevgi; bütün bunlar doğaldı ama olmayacak şeylerdi. Durumu ortadaydı. Yok, yok; aklından geçirmemeliydi bunları. Bu düşünceler onu bozardı.

Ay tam tepeye geldi. Şimdi İstanbul’a ve Boğaz’a odaklandı yeniden. Hafif bir esinti vardı kuzeyden. Hava daha da bir serinlemişti ama şarabın etkisinden olacak pek hissetmiyordu soğuğu. Arka bahçedeki sakız ağacının yaprakları hışırdıyordu. Erguvan ağaçları çiçek açmıştı. Duvar boyundaki zakkumlar da bir aya varmaz çiçek açardı.

Çok yakında bir baykuş öttü. Bir başka yerdeki baykuş cevap verdi ona. Baykuşları severdi. Doğanın harika hayvanlarındandı. Puhu kuşu, kukumav kuşu gibi alt türleri vardır. Bu civarda yaşıyorlar, biliyordu onları. Geceleri avlanırlar, geç vakit daha çok sesleri duyulurdu. Hurafelere göre uğursuz sayıldıklarından mı ne ölümü simgeledikleri düşünülürdü. Çocukken anlatırlardı, hangi evin bacasında ötse o evden cenaze çıkarmış diye. Kimine göre define işaretiymiş. İyiye yoranlar da var bereket. Kimine göre murat kuşuymuş. Kimine göre bilge kişiler için tasvir edilirmiş. Baykuş yeniden öttü. Galiba yalının bacasındaydı.

Kadehinden hızlı hızlı yudumlar aldı yine. Müzik dinleme imkânı olsaydı keşke, diye düşündü içinden. Pink Floyd dinlerdi. Pulse konseri ne de iyi giderdi ya şimdi.

Onun yerine, İstanbul üzerine yazılmış şiirleri getirdi aklına. Orhan Veli Kanık, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini anımsadı ayrı ayrı.

Dürbünle aynı noktaya bakmamak için kendinle mücadele etti. En azından bu akşam bir daha bakmamak için söz verdi kendine.

Etraf sessizdi artık. Şehir uykuya geçiyordu. Fakat o da neydi? Kulakları tırmalayan bir zincir sesi sessizliği yırttı adeta. Bir gemi yakınlardaki bir koya demir atıyordu besbelli.

Şarap şişesinin dibine yaklaşmış, epey de kafayı bulmuştu.  Şarabı bitirecek hatta ayın karşı tepelere inmesini bekleyerek, yedeklediği birayı da içecek, ay ışığının boğaza yansımasını izleyip, yakamozları seyredecekti. Lakin şaraptan sonra sandalyesinde sızdı.

Boğaz sularının kayıklığa vuran sesi duyuluyordu. Birden sıçrayarak uyandı. Kâbus görmüştü. Sanki bir kişi yalıya gelmiş, her tarafa bidonla benzin dökmüş, sonra da ateşe verip kaçmıştı. Yalı, cayır cayır yanıyordu. Kendini toparladı, yalıya baktı, yerinde duruyordu. Ateş, yangın falan da yoktu. Nerden, nasıl böyle bir rüya görmüştü? Bilinçaltı nasıl bir oyun oynamıştı ona? Bir ikaz mıydı?

Ayağa kalkıp birayı aldı ve açtı. İçerken, sendeleyerek ortalığı toparladı. Yatağını hazırladı.

Ay, tepelerin üzerine iyice eğilmişti. Boğazın sularında yansıdı. Sait, birayı içene kadar ayın sudaki parıltısını ve yakamozları seyretti.

Vakit epey geçti ancak kendine söz vermesine rağmen gizemli kadını bir kez daha görebilmek umuduyla dürbünü alıp gözlerine dayadı. Fakat ayakta duramıyordu, sendeledi. Neredeyse Boğaz’ın sularına gömülecekti.

Kendini, yatağına zor attı. Kadının hayaliyle sızdı…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Tumturak Haşmet

Ben Bir Diplomatım