Annelerinin hazırladığı sabah kahvaltısını -gül reçeli, sana yağı ve zeytinden oluşan- bir çırpıda silip süpüren iki kardeş evden çıktı. Sabah meltemi yokuşun başına kadar onlara eşlik etti. Durdular. Seyrantepe’nin Sanayi Mahallesi’ne bakan yamacına kurulmuş irili ufaklı, düzensiz gecekonduları iki yana ayıran dimdik yola şöyle bir göz attılar. Ta aşağıda, şıldır şıldır akan derenin yanı sıra uzayıp giden toprak yolu gördüler. Bir an öylece bakıp kaldılar sonra yeniden göz göze geldiler. “Koşalım mı?” diye sordu büyüğü. “Sorulur mu?” dedi küçük olan. Birden ileri atılarak yokuş aşağı koşmaya başladılar. Yokuşun küçücük gecekondularını arkalarında bırakarak derenin üstündeki derme çatma tahta köprüye ulaştılar.
Köprünün üstünde durdular, göğüsleri inip inip kalkıyordu. Biraz soluklandılar ama fazla oyalanmadılar, yeniden yola koyuldular.
Gecekonduların üzerindeki sis bulutları ağır ağır kalkıyordu. İnsanın yüzünü okşayan ılık bir lodos hafifçe esiyor, derenin içindeki genç söğüt ağaçlarının yapraklarını hışırdatıp duruyordu. Kuş cıvıltılarıyla uyanan insanlar gecekondulardan birer birer çıkıyorlar, sabah mahmurluğu içinde gözlerini ovuştura ovuştura işe gidiyorlardı.
Yanlarından hızla geçip giden uykulu insanlara aldırmayarak dere boyunca uzanan toprak yolda ilerlediler. Hiç konuşmadan başları önde yürüyorlar, sanki ayakkabılarının çıkardığı uyumlu sesleri dinliyorlardı.
Az sonra yeşil boyalı minaresiz küçük camiyi geçerek Sanayi Mahallesi’ndeki hâlâ devam ettikleri Başarı İlkokulu’nun önüne geldiler. Parke taşlarla döşenmiş caddede bir süre yürüyüp tamirhanelere giden yola saptılar. Yaşlı çınar ağaçlarının koruduğu asfalt yolda biraz hızlandılar.
Tamirhaneler arastasına gelince durup soluklandılar. Yüzlerinde biriken teri ellerinin tersiyle sildiler. Pantolon ceplerinden torbalarını çıkarıp ara sokaklara daldılar.
Sokak başlarına yığılmış çöpleri bir bir dolaşıyorlardı. Çöp yığınlarını deşiyorlar, buldukları demir parçalarını, sarıları, bakır tellerini torbalarının içine atıyorlardı. Buldukları her yeni hurdaya altın bulmuş gibi seviniyorlardı. Bazen de işe yarar bir şey bulamadıklarında yüzleri asılıyordu.
Birbirleriyle yarışarak öğleye kadar çöp tepelerinin altını üstüne getirdiler. Torbaları tıka basa doldu. Yümeyüz dolu torbaları daha fazla almayınca bu kez de ceketlerinin, pantolonlarının ceplerini doldurdular. Çok geçmeden cepleri de hurdalarla dolup taştı. Hurda koyacak başka yer kalmayınca bakıştılar. “Gidelim artık, bu kadar yeter de artar bile…” dedi büyük olan. “İyi öyleyse gidelim!” diye karşılık verdi küçük. İyice şişmiş torbalarını sırtlarına vurup yeniden asfalt yola çıktılar.
Sırtlarındaki torbalarla yolda yürürken hiç konuşmuyorlardı. Büyük önde gidiyor, küçük de arkasından onu takip ediyordu. Öğle paydosuna çıkan tamirhane çırakları kara giysileriyle bir anda yolda boy gösterdiler. Şakalaşarak yanlarından geçtiler. Köfte ekmek yemeye gidiyorlardı.
Tamirhane çıraklarının kendilerine takılmalarından korktukları için onlardan olabildiğince uzak duruyorlardı. Birisi ellerindeki hurdaları alacak diye ödleri kopuyordu. Birbirlerine sokularak omuz omuza yürüdüler. Böyle yürüyerek kendilerini yüreklendirdiler.
Sanayi Mahallesi’nin dört yol kavşağına gelince sinema afişlerine bakmak için durdular. Çınar ağaçlarının altındaki seyyar köftecilerden köfte ekmek alan çıraklara imrenerek baktılar. Çevreyi saran kızarmış köftelerin kokusunu sindire sindire içlerine çektiler. Midelerinin kazınması artınca gözlerini köftecilerden alarak çınar ağaçlarına asılı sinema afişlerine çevirdiler. Sırtlarındaki hurda torbalarını yere indirmeden afişleri seyrettiler. Bir Hint filmine gitmeyi kararlaştırıp oradan ayrıldılar.
Caddenin sol tarafında biraz hızlanarak yürüdüler. Demirbank’ın yanına gelince bir ara sokağa saptılar. Az sonra üzerinde “HURDACI” yazan döküntü bir tabelanın altında durdular. Tabelanın altındaki tahta kapıyı iterek geniş bir avluya daldılar. Avlunun içindeki tek katlı beton bina hurda yığınlarıyla çevrilmiş, kapısından başka bir yeri görünmez olmuştu. Sağlı sollu, küçük küçük tepecikler oluşturan yığınların arasından geçerek yalnızca kapısı görünen binaya doğru yaklaştılar. Kapının az berisindeki kantarın yanında uyuklayan kurt köpeği onların ayak sesini duyunca ansızın doğruldu. Önce beyaz, sivri dişlerini göstererek hırladı sonra yanlarına geldi, hırlamayı kesti, başını pantolonlarına sürtmeye başladı.
Onlar oyalanırken beton binanın kapısında şişman bir adam belirdi. Ağır adımlarla onlara doğru yürüdü. Yeni uyanmış gibi bir hâli vardı. Bir eliyle kıvrım kıvrım olmuş saçlarını karıştırıyor, diğeriyle de gözlerini ovuşturuyordu. Yanlarına gelince, “N’aber çocuklar! Bu gün ne getirdiniz bakalım?” diye sordu. Küt parmaklarıyla kantarın ayarını düzenlemeye başladı.
Şişman adam kantarı ayarlarken iki kardeş de hurda torbalarını yere boşaltıp beklediler. Kantarı ayarlayan adam önce büyüğün sonra da küçüğün hurdalarını tarttı. Tartma işi bitince pantolonunun cebinden buruşuk bir defterle kurşunkalem çıkardı. Çarçabuk hurdaların tutarını hesaplamaya koyuldu. Bir çırpıda hesabı bitirdi, elindeki defteri dürdü, kurşunkalemi defterin arasına iliştirip cebine soktu. Büyüğüne dönerek, “Eveeet,” dedi, “seninki yüz kırk beş kuruş tuttu, kardeşininki ise yüz elli kuruş…” Elini cebine atarak bir avuç bozuk para çıkardı. Yüz kırk beş kuruş büyüğe, yüz elli kuruş küçüğe verdi. Saçlarını karıştırdığı elini sallayarak, “Haydi doğru sinemaya!” diye komut verdi.
Paraları ceplerine koydular, hurda yığınlarının arasından geçip derbeder kapıdan dışarı çıktılar. Önlerindeki küçük yokuşu koşarak indiler. Yolda gezinen gecekondu tavukları üstlerine doğru koşan iki çocuğu görünce gıdaklayarak kaçtılar. Yeni yapılmış caminin şerefesindeki güvercinler havalanıp gökyüzüne ağdılar, birkaç tur atıp kubbenin üstüne sıra sıra dizildiler.
Uçurumun kıyısına kurulmuş fabrikanın yanına vardıklarında durdular. Uçurumla fabrikanın arasında ancak bir keçinin geçebileceği genişlikteki patika yol uzanıyordu. Aşağıdaki derenin her iki yanına sıralanmış gecekondular çocukların evcilik oynarken yaptıkları minik evlere benziyordu. Derenin kıyısındaki akasya ağaçları dirençle aşağıdan yukarıya doğru uzanıyordu.
Fabrikanın duvarına tutuna tutuna karşı yakaya geçtiler. Bir süre sessiz yürüdüler. Büyük, kendi kendine konuşur gibi, “Geç kalmayalım ha,” dedi. Küçük de ona bakmadan, “Koşalım öyleyse,” diye karşılık verdi. Büyük öne atılıp koşmaya başladı. Küçük de onun arkasından fırladı.
Filme geç kalıyoruz endişesiyle hiç durmadan koşuyorlardı. Ara sıra paralarını yokluyorlar; düşürmediklerini anlayınca daha bir hızlanıyorlardı.
Sinemaya yaklaşınca yavaşladılar. Nefesleri hız kesti. Pantolon ceplerindeki elleriyle paraları şıngırdattılar, bozuk paraların çıkardığı sesleri duydukça kendilerine güvenleri arttı.
Alışkın oldukları ara sokaklardan geçiyorlar, uyduruk planlarla yapılmış tanıdık binalara yüzlerindeki mutlu bir gülümseyişle bakıyorlardı. Sokak başlarındaki devrik çöp bidonlarının başına toplanmış bir sürü kedi birbirleriyle hırlaşıyorlar, yemek artıkları için dalaşıyorlardı. Kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırmış sokak köpekleri de devrik çöp bidonlarına sokulmak istiyorlar ama kedilerin güçlü pençeleri karşısında gerisingeri dönüyorlardı. İki kardeş kedilerle köpeklerin boğuşarak savaş alanına dönüştürdükleri sokaktan geçerken azıcık bekleyip boğuşmaları seyrettiler. Sonra yüzlerindeki aynı gülümsemeyle yollarına devam ettiler.
Çeliktepe’deki Yıldız Sineması’nın bulunduğu ara sokağa girdiklerinde gişenin önündeki kalabalığın meydana getirdiği uğultulu bir gürültü karşıladı onları. Gişenin önünde çocuklarla gençlerden oluşan uzun bir kuyruk vardı. Kuyruktakiler itişe kakışa bekliyorlar, hemen bilet alabilmek için sırayı bozuyorlardı. İki kardeş yüreklerinin tıptıplarını duyarak kuyruğa girdi.
Kaldırımın üstüne sıraladıkları çizgi romanlarını satabilmek için bekleşen çocuklar, “Haydiii… Teksas, Tommiks bedevayaaa!” diye bağırıyorlar, burunlarından akarak dudaklarına ulaşan sümüklerini silmek için kollarını kullanıyorlardı. Sinema sokağının tam ortasını kesmişsimitçiler, köfteciler, tatlıcılar sinemanın önünü doldurmuş kalabalığa satış yapabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Gişenin camına asılı beyaz kâğıttaki yazıyı okuyan iki kardeş şaşırıp kaldı. Kâğıtta, “Biletler bugünden itibaren 150 kuruştur,” yazıyordu. Ceplerindeki bozuk paraları avuçlarının içinde sıkarak bakıştılar. Gözlerindeki ışıltı yitip gitti. Yüzlerindeki o mutlu gülümseme kayboldu, onun yerini garip bir hüzün aldı.
Avuçlarında sıkıp terlettikleri paralarını ceplerinden çıkarıp saydılar. Tam iki yüz doksan beş kuruşları bulunduğunu yeniden gördüler. Kaybolan umutlarının verdiği eziklikle paralarını yine ceplerine koydular. Ara vermeksizin akan burunlarını kollarıyla sildiler. Bilet alıp sinemaya giren çocukları gıptayla izlediler. Sinemaya girememenin acısı gelip yüreklerinin derinliklerine oturdu.
Bir vakit sıkıntıyla dönüp durdular. Ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemeyerek kuyruğun önünde volta vurdular. Beş kuruş yüzünden sinemaya giremeyecek oluşlarını bir türlü kabul edemiyorlardı… Beş kuruşluk hurda!
Kalabalıktan biraz uzaklaşarak birbirlerine sokuldular. Elleri ceplerinde, omuzları düşmüş, kederli gözlerle afişleri seyre daldılar. Bilet alan kendi yaşıtlarını gıptayla izlediler.
Büyük olan, aklına bir şey gelmiş gibi birden dönerek ışıldayan gözlerle kardeşine baktı. Sonra başını öne eğdi, kardeşinin önünde volta atmaya başladı. Gidip gelirken arada bir yine kardeşine göz atıyor, bir şeyler söylemek istiyor, tam ağzını açıp söyleyiverecekken vazgeçiyor, gene başını öne eğerek sıkıntılı turuna devam ediyordu. Çok sürmedi volta, ansızın durdu kardeşinin karşısında; “Bana beş kuruş borç verir misin?” dedi.
“Yok… olmaz… vermem!”
“Niye la? Versene! Vallahi de billahi sana yarın tam elli kuruş vereceğim.”
“Sinemaya gireceksin değil mi? Hani birlikte girecektik? Yok, olmaz, vermiyorum işte!”
“N’olur la versen? Yarın da sen girersin. Bak, sana yemin ediyorum ki yarınki hurdalardan kazandığım paraların hepsini sana vereceğim…”
“Boşuna çeneni yorma! Vermiyorum dedim ya!”
Kardeşinin inadı karşısında hırsından köpüren büyük, onun yakasından tuttu, suratına iki tokat attı. Tokatlanan küçük önce şaşırdı sonra acı acı, “Ne vuruyorsun laaa?” diye çığlık attı, ağladı. Küçük bağırdıkça büyük daha da sinirlendi. O anda kardeşini tutup boğmak istedi. Hırsından elleri titredi, dişleri takırdadı. Öfkeyle saldırdı kardeşine, kolundan tuttu, çevire çevire kıçını tekmelemeye koyuldu. Küçük, her tekme yiyişinde yeri göğü inletircesine bas bas bağırdı. Gişenin önündeki kalabalık onları duymuyordu bile. Dönüp de, “Ne oluyor?” gibisine bakan dahi yoktu. O sıra oradan geçen yaşlı bir adam büyük olanı kolundan yakaladı:
“Niye dövüyorsun çocuğu yavrum? Yazık değil mi?”
Burnundan soluyan büyük:
“Kardeşim o benim,” dedi.
“N’olmuş yani, kardeşin olmakla dövmek mi lazım?”
“Yooo ama…”
“Hadi, hadi yazık! Kesin artık kavgayı! Bak, o senden hem daha küçük…”
Yaşlı adam başını sallayarak oradan uzaklaştı.
Küçük burnunu çeke çeke ağlıyor, dudaklarına kadar inen sümüklerini koluna siliyordu. Başı önde, gözlerinden akan yaşları yumruğuyla kuruluyor, kesik kesik hıçkırıyordu.
Az ötede duran büyük, hiçbir şey söylemeden kardeşine bakıyordu. Kardeşinin hıçkırıkları içindeki çocuğu uyandırıyordu. Yüreğini yakıp kavuran pişmanlık gelip gözlerine oturdu. Gözbebeklerinde ışıldayan acı, damla damla yanaklarından aşağı süzüldü. Avucuyla yüzündeki yaşlığı kurulayıp kardeşine sokuldu. Kolunu omzuna atıp kardeşinin başını göğsüne yasladı. Titreyen sesiyle, “Gel, hadi lokantaya gidip birer kuru yiyelim,” dedi.
“Neden dövdün beni sanki?..”
“…”