Nisanın sonlarıydı.
Tabut, omuzlardan indirilip kasaba mezarlığındaki yeni kazılmış mezar çukurunun toprak yığını üzerine konularak taşıma kolları çekildi. Üzerindeki seccade ve örtü alındıktan sonra kapak açıldı. Mezar tahtaları kenarda hazırdı. Cenazeye katılan cemaat ve ahalinin bir kısmı mezarlık alanına yayılarak selvilerin altındaki diğer mezarların mermerleri üzerine çökerken bir kısmı ayakta durmayı tercih etti. Herkesin yüz çizgileri aşağı doğruydu. Hoca ise gayet normal, mezarın başında, oradakilere neler yapacaklarını söyleyip defin işlemini yönetmeye başladı.
“Şimdi merhumenin iki yakını mezarın içine insin.”
İki kişi mezarın içine indi. Biri merhumenin oğlu Cemil, diğeri de üvey olan Ahmet’ti. Her ikisi de orta yaşlarda sayılsa da aralarında altı yaş vardı.
Ahmet’in kendi annesi o daha çocukken ölmüş adı Zeynep’ti. O ölünce babası bu merhume ile evlenmiş, olacak ya onun da adı Zeynep’ti. Üstelik iki Zeynep teyzekızlarıydı.
Baba, birinci eşi öldükten sonra küçük bir çocukla karısız kalınca, çocuğun da bakıma ihtiyacı olduğundan hemen tekrar evlendirmeye kalkışmışlar, akraba ve büyükler devreye girip teyzekızı olan Zeynep’i ona yapmışlar “Zeynep gitti, Zeynep geldi.” deyivermişlerdi.
İkinciye gelen merhumenin beş çocuğu olmuş ancak aralarından sadece Cemil yaşamıştı.
Dışarıdakiler toprağın üzerindeki tabutu mezara doğru eğdirdi. İki kardeş ikinci derece akrabalarının yardımıyla kefene sarılı merhumeyi iki uçtan sıkıca kavrayıp, “Yavaş,” “Sıkı tut,” “İndir,” sesleri arasında mezarın içine indirdi. Tabut süratle ortadan kaldırıldı. Hocanın talimatı üzerine ölünün yüzünü, bedenini hafifçe kıbleye doğru çevirerek arkasıyla yanlarını toprakla beslediler.
Ahmet, hayatı boyunca üveylikle sınanmış, bu durumsa bir kader olarak yapışmıştı hayatına.
Bir üvey annenin üvey çocuğu ile olan yaşamı toplum nezdinde çok hassas ve yumuşak karın olduğu bilinir. Bu yara sürekli kaşınır, nifak sokulur. Masallarda bile üvey anne kötülenir, üvey çocuksa sürekli mağdur gösterilir. Sindirella masalında üvey anne Sindirella’ya hizmetçilik yaptırmış, daha sonra da onu ormana terk etmişti.
Ne kadar adalet terazisinde tartılsa ve tartışılsa da toplumsal gerçeklik buydu. Üvey anne, üvey olanı kocasının çocuğu olarak kabul ediyor, tamam, insani duygular ile dışlamayarak bir yandan bakımını üstlenip katabildiğince sevgisini de katıyor ancak öte yandan asıl çocuğuna ayrıcalık uyguluyordu. Kendi çocuğuna daha bir özen göstermesi, onu kayırması toplumda sıkça görülen bir gerçeklikti. Belki de bu bir annenin içgüdüsel davranışıdır. Tabii gençliğin getirdiği tecrübesizlik, cahillik, olgunlaşmamışlık bütün bunlara ekleniyordu.
Ahmet bu ayrımı çocukluğu boyunca hissetmişti.
“Şimdi tahtaları dizin,” dedi hoca.
İki kardeş yukarıdan uzatılan tahtaları tek tek dizerlerken, “Tahtalar arasında aralık kalmayacak,” diye ekledi.
Rahmetli kısaydı, tahtalar da tam kapattı.
Babaları, toprak yığınının üzerine çömelmiş olanları izlerken derin acısı yüzünden hissediliyordu.
Cemil, çocukluğundan beri korunup kollanmış, üzerine düşülmüş, pamuklara sarılarak büyütülmüştü. Mesela üniversiteye gidene kadar okutulmuş, Ahmet’se ilkokuldan sonra terzi çıraklığına verilmişti.
Yıllar geçtikçe çocuklar büyüyüp gelişmiş, büyükler de olgunlaşmış. Bu ayrım ortadan kalkmıştı. Ahmet geçmişteki bu meseleden hiç şikâyetçi olmamış fakat belki içine atmış, haddizatında yaşadıkları kalbine yara olmuş, ruhu zedelenmiş olabilirdi. Bunlara, çocukluğunu gerçek anne sevgisinden mahrum kalarak yaşaması da eklenmiş olmalıydı.
Nitekim ilerleyen yaşlarında kronik depresyon eşliğinde, anksiyete, panik atak bozuklukları tebelleş olmuştu beynine. Kardeş, ağabeyini psikiyatrilere götürmüştü.
Cemil büyüyüp olgunlaştıkça bir kardeşe özellikle de ağabeye sahip olmanın kıymetini kavramış, ona önem vermeye başlamıştı. Ayrıca ona ihtiyaç duyuyordu; içinde bir ağabey sevgisi gelişmişti. Onunla yakın bağ oluşturmak istiyor ancak ağabeyi tarafından gizliden gizliye bir soğukluk duvarı konuyordu sanki araya. Açıktan bir tavrı yoktu gerçi ama ona öyle geliyordu belki de işte.
Cemil vicdan azabı duyuyordu ara ara. Kader ona da “esas çocuk” yaftası yapıştırmıştı. Bu da Cemil için ağır bir yüktü.
Etraftakilerin yardımıyla iki kardeş mezardan çıktılar. Hemen küreklerle toprak atılmaya başlandı. Herkes toprak atmak için sıraya giriyor, dört-beş kürek atıldıktan sonra kürekler yere bırakılıyor, diğerleri kürekleri yerden alıp devam ediyor, hızlı bir şekilde mezar kapatılıyordu. Kısa zamanda yığındaki toprakları bitirip mezarı tepeleme doldurdular. Önceden hazırlanmış, özel yontularak şekil verilmiş geçici tahtaların biri başucuna diğeri ayakucuna, küreğin tersiyle vurularak taş niyetine çakıldı. Başucundakinde merhumenin adı soyadı, doğum ve ölüm tarihleri yazılıydı.
İkisi de geçmişten söz etmemişti bugüne kadar. Kardeş kardeşliğini, ağabey de ağabeyliğini yapıyordu. Ama bu hesap bir gün görülecek miydi acaba yoksa yaşamlarının sonuna kadar içlerinde kalıp toprağa mı gömülecekti?
Merhumenin kaderine de üvey annelik yapışmıştı. Bir yandan bakıldığında Zeynep 18 yaşındaydı. Köyde sevdiği, onu isteyen birisi vardı. Böyle bir evliliği hiç düşünmemişti. Kendisinden on yaş büyük çocuklu bir adama gitmek aklının ucundan geçmezdi. Lakin büyükler böyle uygun görmüştü, onlara karşı gelinmezdi.
Babanın kusuru var mıydı? Ahmet’in annesi öldükten sonra genç bir kızla evlenmesi bir talihsizlikti belki de. Çok genç bir eş karşısında çocuklu hâliyle daha baştan üstünlük avantajını kaybetmiş, kıza karşı gebe kalarak borçlu düşmüştü. Bu, taviz verecek demekti. Ona hoş görünmek, onu kazanmak için yeni karısının kendi çocuğuna daha imtiyazlı davranmasına göz yumacaktı; tabii öylece de oldu.
Baba yıllar sonra bunu fark edecek, belki de kendi içinde bununla hesaplaşacaktı.
Hoca, kuran okuduktan sonra ahaliden de bazıları küçük sureleri okudu. Hoca uzun bir duaya başlarken cemaatin avuçları semaya çevrildi. Dua bitince herkes ellerini yüzünde kavuşturup dağılırken hoca mezarın başına geldi.
Ahmet’in bir evi, dört parça zeytin bahçesi ve mesleği olurken Cemil’in hiçbir şeyi olmamış, üniversiteyi bitirememiş, hayatı rast gitmemiş, heyhat bir baltaya sap olamamış, parça parça işlerden zar zor emekli olmuştu. Cemil düşünmüştü: İlahi adalet mi işlemiş yoksa diyet mi ödemişti?
Merhume kansere yakalanmış, çok acılar çekmiş, ölümü de çok zor olmuş, onun için bazı çevreler, “Ölmeden önce günahlarının kefaretini ödedi, ahirete günahsız gitti,” demişlerdi.
Ahmet, kendi annesini hep merak ediyor, hayal meyal hatırlıyor, yüzünü bir türlü gözünde canlandıramıyordu. O zamanlardan tek bir resim kalmamıştı. Yetişkin hâle gelince köyün mezarlığında onun mezarını bulup Fatiha okumuştu. Bir gün teyzesi ona sandığında sakladığı annesinin şalvarını çıkarıp getirmiş, Ahmet şalvarı ellerine alıp ağlayarak yüzüne sürüp koklamış, sonra da onu saklamıştı.
Mezarın başında yalnız kalan hoca ellerini açıp tekrar sessizce okuyup dua etti. Bir rivayete göre hoca sorgu meleklerinin mevtayı sorgulamasını ve verdiği cevapları duyuyormuş diye söylenirdi.
Merhumenin ve geride kalanların yaşadıklarına dair her şey ölümle anlamsız kalmış, her şey toprağa gömülmüş, saklanıp aklanmıştı.