Güneş tepelerin ardından yavaş yavaş yükseliyordu. Odanın içindeki renk cümbüşü siyahtan mora, mordan pembeye, pembeden beyaza doğru yavaş yavaş değişiyordu. O ise tavana bir karış kalan pencereden insanların ayakkabılarını izliyordu. Her gün aynı telaşla yürüyen mutsuz kentin mutsuz insanlarının ayakkabıları. Kutu gibi evlerinden çıkıp, kutu gibi işyerlerine giden hayatları bir kutudan ibaret olan; hayalleri bir kutuyu doldurmayan sıradan telaşlı insanların ayakkabılarını. Çalar saatin bilindik zırıltısı bir blok öteden bile duyuluyordu. Hafifçe sol gözü ile günü müjdeleyen çalar saate baktı isteksizce. Tekrar gözünü pencereye çevirdi sadece kedilerin baktığı kaldırımla aynı hizadaki penceresi, sokak kendilerinden başka kimsenin dikkatini çekmeyen hayatını düşündü. Berbat, sıradan, yalnız ve mutsuz hayatını. Penceresini örten siyah perdenin arasından yüzüne vuran hafif ışığa baktı. Bir gün onun da penceresi aydınlığa, mutluluğa açılan bir evde oturacaktı belki de kim bilir? Gerçi hayal kuramayacak kadar büyük bir hüzün ve hayata karşı yine büyük bir nefret vardı üzerinde.
Gözü yine pencereden sızıp içinde odanın ortasını bir bıçak gibi kesip boynuna doğru inmiş olan ışığa takıldı. Işık göğsüne gelene kadar yataktan çıkmaya niyeti yoktu zaten, içeriye sızan ışık odanın tüm rutubetini kirini dağınıklığını gözler önüne sermeye başlamıştı. İçinde bir tane eski yatağın olduğu odada bir de bezden bir çamaşır dolabı vardı, öğrencilik yıllarından kalma bir çıkma dolap. Güneş ışığı ise inatçıydı odaya bir hayat ışıltısı, bir hayat isteği ulaştırmaya çalışıyordu, bu ışık huzmesini odada yavaşça gezdirerek. Artık vakit gelmişti başını hafifçe kaldırıp göğsüne inmiş olan ışık huzmesine baktı, yarım ağızla gülümsedi. Bugün de savaşı güneş kazanmıştı. Odada titreyerek dans etmeye başladı güneş ışığı. Her ne kadar yürüyen insanların bacakları arasından odaya gelmeye çalışan bir ışık olsa da gördüğü, bu bile bir hayat belirtisi vermesine yetmişti Takiyettin’ine. Bir süre daha öyle kaldı, bazası bile olmayan yer yatağının içinde. Daha bir kaç dakikası vardı, yataktan çıkması için. Gözünün takıldığı çalar saatin zırıltısı beynini delmeye başlamasaydı, bir süre daha böyle kalmaya devam edecekti belki de. Ama taktı işte saate artık, çalar saat de sonunda ilgiyi üzerine çekerek cenk meydanında zafer kazanan ilk çağ orduları misali zafer borusunun sesini yükselttikçe yükseltiyordu.
“İçine tükürdüğümün saati.” diye bıkkınlıkla söylendi. Sövmeye, bağırmaya bile hevesi yoktu.
Kollarıyla zayıf, kemikleri tişörtünün üzerinden bile sayılan ince bedenini yataktan kaldırdı. Kafasını odanın ortasına doğru çevirip etrafa yine her zamanki bıkkınlıkla baktıktan sonra odanın ortasına tükürdü, berbat hayatının ortasına tükürür gibi. Yine sabah olmuştu, yine güneş doğmuştu, birbirinin aynı olan günlerden biri başlamıştı. Her sabah ısrarla, bıkmadan usanmadan aynı cehenneme uyanıyordu. Her sabah içine tükürüp, söverek uyanıyordu. Sanki çok matah bir hayatı varmış gibi bıkmadan usanmadan yeniden yinelediği hayatına…
Kalkıp isteksizce yerden pantolonunu alıp giydi. Tişörtünü üzerinden çıkartıp yere attı. Yatağı olduğu gibi bırakarak, gömleğini bir adım öteden kaldırıp koltuk altı yırtılmış atletinin üzerine geçirdi. Tuvalet kapısının yarım camından üstüne başına baktı, tam çıkmaya hazırlanıyordu başını bir daha çevirip yine baktı, camdaki yansımasının tam suratının ortasına tükürdü sertçe yine. İçine tüküre tüküre yıkayıp temizleyecekti hayatını.
“Baltıcan” dedi tiksinerek. “Ne berbat isim.” Benim gibi birine yakışıyor mu hiç?” diye sordu sinirle.
Söylediği söz dudaklarından çıkıp kulaklarına varınca birden idrak etti söylediği sözü. Yarım dudakla omuzlarını silkip,
“Senin ben sıfatına tüküreyim.” deyip tekrar tükürdü cama.
Kapının yanındaki ayakkabısının sol tekini ayağına geçirirken sağ tekini nereye atmıştım diye telaşlanmaya başlamıştı. İşe geç kalacaktı, nereye fırlatmıştı ayakkabısının tekini. Hızlıca odayı kolaçan etti. Banyoda buldu tekini, sarıdan kahveye çalan ara ara siyaha çalan klozetin yanında. Nereden gelmişti ki bu ayakkabının teki buraya ya da ne zaman gelmişti? Nasıl gelmişti ya da? Neyse 5N 1K sorularıyla uğraşacak ne vakti ne takati vardı zaten. Bir daha bu kadar içmemeye karar verdi. Her sabah baş ağrısıyla zorlukla yataktan kalktığında aynı şeyi söylüyordu kendine ama onu içmemeye teşvik edecek yalnızlığını unutturacak hiç bir şey yoktu hayatında.
Kapının yanına doğru ilerlerken duvara çakılmış kara beton çivisine asılı anahtara gözü takıldı. Aslında daha aramaya başlamamıştı, daha ceketini giymemişti sonuçta.
“Hah! Buradaymış.” diye söylendi.
Şimdi sıra ceketi bulmaktaydı. Anahtarı alıp cebine attı, bez çamaşır dolabının üzerinden sarkan ceketi alıp üzerindeki tozları silkeledi. Üzerine geçirmeden önce koltuk altını kokladı.
“Neyse, yıkanacak kadar değil.” deyip ıslak mendili yakasından içeri sokup koltuk altlarını sildi.
Artık işe gitmeye hazırdı. Ceketini kaptığı gibi kapıdan fırladı, elini cebine atıp anahtarı alınca birden tereddüt etti, kilitlese ne olacaktı, kilitlemese ne… İçeri giren hırsız, haline acıyıp para bile bırakabilirdi belki de. Bu düşünce ile alaycı bir biçimde gülümseyip merdivenleri tırmanmaya başladı. Zemin kata geldiğinde hayal kurar gibi oldu bir an. Bir gün zemin kata terfi edebilirdi belki o da, teras katında gözü yoktu birinci kata terfi etse yeterliydi. Hemen bu düşünceyi kafasından silip attı. Hayal kuracak lüksü yoktu.
“Amaaan, neyse!” diye avuttu kendini. “En azından gelenim, gidenin olmuyor.” diye düşündü.
Evine birilerinin girip çıkmasını ne kadar çok isterdi oysa. Nedense kendini buna inandırmaya çalışıyordu. Oysa en zoru insanın kendisine yalan söylemesiydi. Batılcan ise bu konuda çok iyiydi. Bir yalanı defalarca tekrarlarsa inanacağını bilecek yaşta ve yalnızlıktaydı.
Evi ile dış kapı arasındaki mesafe bir kaç dakika sürmesine rağmen ona hayal kuracak kadar uzun gelmişti. Nefes nefese kalmıştı. Kapıya yaklaşınca sigarasını çıkardı, kapının üzerindeki kameraya bakıp sigarayı ağzında tuttu. Yöneticileri emekli bir askerdi ve apartmandaki tüm sakinleri hizaya sokmuştu. Dışarı çıkınca çakmağını çıkarıp sigarasını yaktı. Ellerini ceplerine koyup yola koyuldu. Yolda yürürken kollarını saklamayı beceremez, garip bir hayvan belgeselinde eşine kur yapan yabani kuşlara benzerdi. O da bunu bildiğinden elleri hep ceplerinde yürürdü.
Liseli öğrenciler sadece liselilere has o kaygısız, rahat, mutlu, alaycı, hayata meydan okuyan halleri ile yanından geçince gençliğini düşündü. Zaman ne kadar da acımasızdı ne zaman gelmişti bu kahrolası yirmi dokuz yaş. Bu yaşanmamışlıkla sekseninde bir adam gibi hissediyordu. Hiçbir şey yaşamadan bu imrenilesi yaşta yaşlanmıştı.
Nefret etti akrepten de yelkovandan da. Bir kere olsun yüzüne gülseydi ya zaman da. Başladı bir ıslık çalmaya. Ardından ekledi diline pelesenk olan türküyü;
“Sana bir gün olsun gülmedi hayat,
Kaderi berbat Merdo Merdo burası gurbet…”
Nerden çıkmıştı şimdi bu gözünden dökülen hain yaş. Göz yaşı bile gülmemişti yüzüne, o bile yılların öcünü alır gibi haince akmıştı gözünden dalga geçerek.
Çağırdığı türkü eşliğinde iş yerine varmıştı bile. Ah… Bu türküler de olmasa ona kim yoldaşlık edecekti?
Lokantanın önüne geldiğinde tabelaya baktı, “Şen Yuva Lokantası” yazıyordu. Kapının önünde dikilip patronunun gelmesini bekledi. Tabelaya bir göz attı, sinirlenerek gülümsedi alaycı. Elinde yol boyunca tuttuğu sigara izmaritini bir hışımla yere atıp üzerine bastı. Yaklaşık on beş senedir dur durak bilmeden çalışıyordu. Öyle çalışmayı sevdiğinden de değil okumaya fırsatı da olmamıştı pek, şansı da olmamıştı açıkçası. Aslında herhangi bir işte çalışmak için de uygun bir bünyesi yoktu. Üvey babası kulağından tutup demircinin yanına verince başlamıştı hayat mücadelesi. Yediği demir sopalardan sonra hem evden hem demirciden kaçıp kendi başına bir hayat kurmak için mücadele etmeye başlamıştı.
Patronu geldi, bir anda yanında bitti o geçmişin gerçeklesmeyen keşkelerinden kaçmaya çalışırken. Elini Batılcan’ın omzuna koyarak gülümsedi. Daldığı rüyalardan mutlulukla çıkmıştı artık, geçmişi hatırlamak her zaman hüzünlendirirdi onu.
Bu sıcak elde, iki babasının da ondan esirgediği sıcaklık vardı. Yaşlı kadın da gülümseyip baktı ona. Sırf bu insanlar mutlu olsun diye uyanıyordu her sabah. Hep birlikte “Yuva” ya girdiler, mutluluğun anlamını bulduğu “Şen Yuva”ya. Hayatında yuva sıcaklığı görmemiş, hasretini çektiği yuvayı burada bulmanın buruk sevinci ile…