Davacılar vekili tarafından hakkımda açılan soybağının belirlenmesi davası ile ilgili cevap ve delillerimin arzına dairdir. İş bu dava usul ve yasaya aykırıdır, mesnetsiz ve yasal dayanaktan uzaktır. Bu davayı reddediyorum. Dosya içerisinde bulunan veraset ilamının ve nüfus kayıtlarının tetkikinden de anlaşılacağı üzere babalarımız bir olup kendileri ile öz ve öz kardeş bulunmaktayım. Ancak annelerimiz ayrıdır. Müteveffa babam Girgin Gürlek, annem Meryem Madran’ın ölümünden sonra davacıların annesi Ayşe Hanım ile evlenmiştir. Davacı vekilinin dava dilekçesinde arz ettiği üzere, babam askerdeyken, annem Meryem’in evlilik dışı bana hamile kaldığı külliyen yalandır, asılsızdır, onur kırıcıdır. Kişiliğime yapılan saldırıdan doğan kanuni tazminat haklarım saklı kalmak kaydıyla bu iddiayı kabul etmiyor, şikâyet ediyor, devletin sayın cumhuriyet savcılarını buradan göreve davet ediyorum.
Kardeşlerimle küçük çaplı bir savaş başlamıştı aramızda. Zaten, ister kişiler arasında, isterse de devletlerarasında fark etmez, dünyada hep savaş yok muydu? Tarihteki büyük destanlar, kült kitaplar ve toplumdan soyutlanmış, hastalıklı yazarlar da hep savaşları, var olma ve birbirine üstün gelme çabalarını anlatmıyor muydu?
Yolda beni gören insanlar anlamaz biçimde yüzüme bakıyor, avukatlar beyanlarını sunuyor, farklı kurumlara müzekkereler yazılıyor, yansıması ve ışığı az Adliye koridorlarında uzun zaman bekleniyor ve benim aklımın ermediği gerekli başkaca izlekler uygulanıyordu.
Girgin Gürlek’in DNA incelenmesine esas olmak üzere kemik örnekleri alınması için belirtilen tarihte fethi kabir işlemi yapılmasına, ilçemizde Adli Tıp Uzmanı bulunmadığından vilayet Adli Tıp Grup Başkanlığı’ndan iki adli tıp uzmanı görevlendirilmesine, fethi kabir yapılacağı hususunun dosya taraflarına bildirilmesine, Belediye Başkanlığı’na müzekkere yazılarak fethi kabir işlemine esas olmak üzere bilgi verilmesi ile mezar açma ve kapama işlemi sırasında gerekli sıhhi önlemin alınmasının istenilmesine, mezar açmak için yeteri kadar kişinin görevlendirilmesine, kepçe operatörü ve jeneratör istenilmesine, fethi kabir işleminde aksaklıkların çıkmaması için gerekli önlemlerin alınmasına, konu ile ilgili kolluğa müzekkere yazılması ile keşif mahallide hazır olunmasının istenilmesine, Sakin Gürlek’e ait kan-kıl ve doku örnekleri ile Girgin Gürlek’in mezarından alınacak kemik ve doku örnekleri Sakin Gürlek’in babası olup olmadığının tespiti hususu DNA incelemesi yapılması maksadıyla dosyanın Adli Tıp Kurumu’na gönderilmesine karar verilmiştir.
Ele güne ve çalıştığım kurumdakilere karşı olanlara inanamıyordum. Adım sakindi, ismimle müsemmaydım ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ben insanoğlunun yozlaşmış olduğunu, zorbalaşmamak ve aptallaşmamak için hiç gayret göstermediğini, zayıfı ezmek, varsılı alkışlamak için bahane aradığını hep bildim ama yine de insanlığa konduramıyordum.
Bir odaya kapanıyor, “Hayır ya hu. Bu kadar da olmaz,” diyor, kimsesizliğime, tutup kapanımın olmamasına dövünüyordum. Fakat hayatımda bir gerçek yaşanıyordu. Kardeş bildiğim insanlar, sırf kendileri mirastan daha fazla pay alsınlar diye beni saf dışı bırakmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Araya zaman, günlük dertler, tüm dünyayı etkileyen bir salgın hastalık girdi. İnsanlar kendi küçük hayatlarına ve savaşlarına daldılar, beklendi, bekledik, sonunda karar çıktı.
Sakin Gürlek’e ait DNA profili ile baba olduğu iddia edilen Girgin Gürlek’e ait DNA profilinin karşılaştırması yapıldı. Elde edilen sonuçlara göre baba olduğu iddia edilen Girgin Gürlek’in, Sakin Gürlek için biyolojik babalığı reddedildi…
Adli Tıp Kurumu, Adlı Tıp Grup Başkanlığı, Biyoloji İhtisas Dairesi.
Deliye dönmüş, selin altında kalmış domates fideleri gibi kökeninden kopmuştum. Nereye, kime gideceğimi bilemiyordum. Girgin Gürlek benim babam değilse, benim gerçek babam kimdi öyleyse? Ben kimin piçiydim? Zamanında, atam bildiğim Girgin, bana bakamadığı için ve kısa yoldan memur olmam düşüncesiyle Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmemiş miydim? Annem kendisini neden öldürmüştü? Annemin genç yaşta hayatını yitirmesinin bu işlerle alakası var mıydı? Kardeşim bildiğim kepazeler, Nail ile Hasan, benim sırrımı ne zamandan beri biliyorlardı? Öyleyse Girgin sağken neden susmuşlardı? Bunların yaptığına ahlaksızlık ve fırsat kollamak denmez miydi?
Günlerce, beynimin içinde, “Girgin Gürlek’in, Sakin Gürlek için biyolojik babalığı reddedildi,” cümlesi dolandı durdu. Uzun süre, çıkan sonucu eşime, biricik oğluma söyleyemedim. Çok bunalmıştım. Gayri ihtiyari Nail ile Hasan’ı takip altına alıyor, gittikleri yerleri merak ediyordum. Elimden bir kaza çıkmasının ya da intiharın eşiğindeydim.
Oğluma danışarak, eşimin de onayını alarak, başka bir ilçede ikamet eden teyzeme gittim. Bu zayıf, uzun boylu kadın ile zavallı annemi anıp ağlaştık. Dizine yattığım teyzeme çok yorulduğumu anlattım, en başından beri başıma gelenlerden bahsettim. “Beni uğraştırma. Bir bildiğin varsa söyle, soyadımı bile elimden aldılar,” dedim.
Anladığım kadarıyla teyzem, Nail ile Hasan’dan çekiniyordu, hemen itirazda bulundu. Nasuh yemini etti. İkna olmadım tabii. “Kaçın kurasıyım ben,” desem, bana inanmayacaksınız ama en azından, hayatta en çok yemin eden ve büyük konuşan insanların en fazla yanılanlar, yalan söyleyenler olduklarını biliyordum.
Teyzeme birkaç hafta üst üste gittim. Elleri titreyen kadının ağzından girdim, burnundan çıktım. Teyzem bir gün her şeyi anlattı bana. Bu yosunlaşmış sır onu yıllarca yiyip bitirmişti.
“Baban bildiğin adam askerdeydi. O zamanlar askerlik hizmeti uzun sürerdi. Amcan sandığın adam, annene zorla sahip olmuş. Deyyus annenin yaşadığı eve zorla girermiş. Bu menfur durum şantajla devam etmiş. Annen sana hamile kalmış. Girgin Gürlek askerden geldi, günleri hesapladı ve çocuğun kendisinden olmadığına karar verdi. Karısının başka bir adama kaçacağını bilmesine rağmen çıkınına para koyan Âşık Veysel gibiydi Girgin, bakma sen güzel adamdı, anneni dövmedi, öldürmeyi düşünmedi, lâkin baba evine bıraktı. Bir kadın, beyi askerdeyken hamile kalıp çocuk doğurunca, üstelik kocası da onu terk edince dedikodu oldu tabii, insanlar ayıpladı, tecrit ettiler anneni. Annen kendisini anlatamadı, baskılara, toplumdan soyutlanmaya dayanamadı, otuzuna varmadan intihar etti.”
Hiçbir tepki veremiyor, masal gibi dinliyordum, oysa ben annemi veremden öldü sanıyordum. Soğuk demirler, küflenmiş ranzalar, pencerelerin pervazlarının soğuktan titrediği kış geceleri bedenimi esir almıştı. Gaziantep Şahinbey Çocuk Yuvası Müdürlüğü’nün önünde yola bakıyordum, içimde bir his, bir kuş gibi pır pır ediyordu. Sanki biraz sonra bir mucize olacak, babam olduğunu söyleyen zayıfça, yanık yüzlü, toprak kokan bir adam beni götürmeye gelecekti.
“Yalnız, sonrasında korktuğumuz başımıza gelmedi, kimse Girgin’e, öz kardeşinin hanımına kötülük yaptığını, bu yüzden karısının intihar etmesinin, düzeninin bozulmasının sebebinin erkek kardeşi Celal olduğunu söylemedi. Herkesin ağzı sürmelendi ama kadını ayıpladı, toplum anneni lanetledi. Annen ölünce sen ortada kaldın. Girgin Gürlek, yattığı yer nur olsun, yine de el altından seni üzerine kaydettirmemize göz yumdu fakat devlet yurtlarına vererek hep kendinden uzak tuttu. Bir daha evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Amcan sandığın adam da hayatına devam etti, o da yuva kurdu, takdiri ilahi, karısı oğlunu doğururken öldü. Bir daha evlendi, genç bir kadın aldı, başka bir şehre taşındı, bir kıskançlık anında ikinci karısını tabancayla vurdu, kadın ölmedi, sakat kaldı. Celal bu yüzden senelerce hapis yattı, afla çıktı. Anlayacağın kimse Celal’den hesap sormadı. Bizim insanımız pısırıktır, zorbalardan korkar, suça meyillilere hürmet eder. Neticede annen öldüğüyle kaldı, olan anneannene, dedene ve sana oldu benim kadersiz yavrum.”
Kulağı delik, daha uyanık bir insan olmadığım için kendime kızdım, ağza alınmaz küfürler ettim. Çünkü insan bir şok yaşayınca ömrünün bazı duraklarında es geçtiği bütün gerçekleri yavaş yavaş hatırlıyordu. Giyotine giderken eski günleri düşünen, pişmanlıkla ayrıntıları fark eden bir gariban gibi parçaları birleştiriyordum. Duyduklarım yıllardır bana ima edilen, bir kahvenin arka masasında benim işitmem için konuşulan şeylermiş gibi geliyordu. Her şey bana, hâl diliyle, bakışla, fısıltı gazetesi aracılığıyla anlatılmıştı da ben hakikate kulaklarımı tıkamış, gerçeklerin ağırlığından korkmuştum sanki.
Amcam sandığım adam sağdı. Metanetimi korumaya çalışarak bir gün onu ziyarete gittim. Celal Efendi, gelişimden memnun olmadı. Sergiye çıkarılmış, yensen yenmeyecek, atsan atmaya yaramayacak çirkin bir deniz mahsulü gibi bakıyordu bana. Durmadan akrabalara çatıyor, yeğenlerine kızıyor, kardeş bildiğim insanların rezilliklerine, beni mirastan men etmelerine getiriyordu lafı.
Gidişatı kavramıştı, başka tehditvari anlatılarla benim sınırı geçmemem, bazı şeyleri daha fazla kurcalamamam gerektiğini bana anlatmaya çalışıyordu. Ben görmezden geldim, yavaştan lafa girdim, onu kışkırtmak ve şaşırtmak istiyordum.
“Sen çok gazete okursun, bir yazar vardır, adı Ahmet Altan. O yazar köşe yazılarında arada bahseder. Tunus’un ataları olan Kartaca’nın kendisine güvenen bir ordusu ve onurlu devlet adamları vardı. Roma İmparatorluğu ile hiç geçinemezler, yeri geldiğinde savaş için karşı karşıya gelirlerdi. Bir gün Kartaca elçisi, Roma İmparatoru ile görüşmeye gitti. Roma İmparatoru yüksekten atıyordu, bazı istekleri vardı ve bunların Kartaca Elçisi tarafından kabul görmesini istiyordu. Kartaca Elçisi, şöminenin ateşine vakarla bakarken, ülkesinin aleyhine olan talepleri kabul etmemekle diretiyordu. Roma İmparatoru palas pandıras ayağa kalktı, ‘Biz, kafamız kızdığında düşmanlarımıza işkence etmesini de biliriz,’ diye bağırdı. Kartaca Elçisi, bir an kararlılıkla baktıktan sonra, elini yanan ateşin içine soktu. ‘Majesteleri, dediğinizi anlamadım, tam olarak ne söylüyordunuz?’ diye sordu.”
“İşte böyle Celal Efendi, yanan ateşe elini sokabilen ve feleğin çemberinden geçip acıyla yoğrulmuş bir insanı, tehditle, işkence ile korkutamazsın,” dedim, gözleri açıldı. Daha fazla dayanamadım, “Seni kör testere ile kesmek lazım. Gâvurun başı sensin baba,” diye bağırdım.
Yıllarca amca denmiş, ağır cürümünü unutup amca olduğuna inanmış insana baba diye hitap edince adam, kaykılarak oturduğu sedirden aşağıya düştü, fakat renk vermemek için hemen toparlandı.
“Kartaca elçisi kim yeğen? Roma İmparatoru’ndan, Ahmet Altan’dan bana ne? Gecenin leylinde ne saçmalıyorsun lan sen? Bu divan örtüsü de kayacak zamanı buldu,” diye kükredi, ne var ki beti benzi atmıştı.
“Gizlediğin her şeyi biliyorum,” dedim, öfkemden patlayacak ya da kahkahayı basacaktım.
“Mendebur bir adamsın sen, ne amcamsın bundan sonra ne de babamsın. Ben sana yapacağımı biliyorum. Ant olsun, sofrana çer çöp katıp, başına bela olacağım. Sıcak hanene musallat olup, geberinceye kadar huzur vermeyeceğim sana. Rüyalarında, hatta kâbuslarında bile beni göreceksin.”
Yaşlanmıştı artık, eski bitirim, baskın havasından eser yoktu. Etrafına baktı, pabuç pahalıydı. Zoru görünce ayakları suya erdi. Beni yatıştırmaya çalışıyordu.
“Kardeşlerin sana miras vermediler, mezarını açtırıp senin Girgin’in oğlu olmadığını tescillediler diye bana neden sarıyorsun? Benim ne suçum, günahım var?” diye sordu, sesi titriyordu.
“Çünkü sen benim babamsın. Allah’ın belası kokuşmuş, kuş beyninle hâlâ neyi inkâr ediyorsun?” diye ortalığı inlettim. “Katil deyyus, yaptıkların yanına kalacak mı sandın?”
“Bağırma bu kadar, deveyi tellal etme, komşulara duyuracaksın. Bir olay var zannedecekler.”
“Yıllarca devlet yurtlarında, annesiz babasız, benim feryatlarımı, iniltilerimi kimse duydu mu? Dini bayramlarda döktüğüm gözyaşlarımı bir Allah’ın kulu görüp işitti mi? Senelerdir adı konulmamış bir piç olarak, bedel ödeyerek, acı çekerek, vicdan azabıyla yaşadım ben. Kardeş bildiğim insanlar beni mirastan çıkartırken, konu komşu, hısım akraba bir araya gelip doğruyu, olması gerekeni üslubu usturubuyla onlara anlattılar mı? ‘Yaptığınız ayıp, divane, kardeşiniz olmayabilir ama bunu ortaya çıkarmanın kime faydası var?’ dediler mi? Senin de bir üyesi olduğun, bu toplum dediğiniz suç örgütü, ancak ayağına basıldığında, canı acıdığında, kendisinden olana dokunulduğunda tepki gösterir.”
“Ben yeğenlerimi çağırdım, böyle bir şey yapmamalarını kendilerine söyledim. Gözlerini mal bürümüş, seni mirastan uzak tutmak için ellerinden geleni yaptılar. Aç gözlülerin başlarına bir gelecek var, kimseyi dinledikleri yok. Her şey onların başlarının altından çıktı, anlamıyor musun sen?”
“Sen kendi yediğin halt ortaya çıkmasın diye yaptın bunu. Onlar mal derdinde, sen itibarının peşindeydin. Hem kötülerin başlarına bir şey gelmez, yaptıkları yanlarına kâr kalır, sen hiç tasalanma.”
“Bana baba deyip durma! Ben senin amcanım,” diye hırladı, kontrolünü kaybediyordu.
“Yazık sana, senin kalıbına, mahalledeki yerine, yolda sana verilen selama, kahvede içtiğin bir bardak çaya yazık. Bak şuradan geçen bir adama bile sorsan, bizim baba oğul olduğumuzu söyler. O kadar benziyorum sana. Benim, senin oğlun olduğumu hep de biliyordun. Adam olsan doğruyu söyler, bir hata yaptığını, suç işlediğini beyan eder, ortada bir çocuk olduğu için annemle evlenir, buraları terk ederdin. Bu yürekli tavrı göstermedin, o kadın, biricik annem acı, pişmanlık, utanç içinde öldü gitti. Benim senelerce oradan oraya gezdirilmeme, itilip kakılmama seyirci kaldın. Hiç olmazsa amca görünümünde bile gelip beni arayıp sormadın, Gaziantep başta olmak üzere çeşitli illerde beni ziyaret edip, suçluluk duygusuyla da olsa oğlunu bağrına basmadın. Dayılarım yeğenlerini bulup kavzamasalar, bana kol kanat germemiş olsalar bu seviyeye gelemezdim. Senin içinde zerre insan sevgisi yok, küçüğe merhamet yok. Uçkurun uğruna kardeşinin namusuna göz dikip benim dünyama gelmeme neden olmuşsun, sonra da beni istememişsin. Annemi sen öldürdün, muhannet pezevenk.”
“Düzgün konuş, ağzını bozma. Ben annene kendini öldür demedim. Kimseyi azmettirmedim. Sana gelince, kötü mü oldu, benim oğlanın durumuna bak, bir baltaya sap olamadı, hâlâ benim elime bakıyor. Sen devletin gözetiminde büyüdün, devlet korumasında olan çocuklarla ilgili Özal’ın çıkardığı yasa sayesinde kamu kurumuna kapağı atıp memur oldun, neredeyse emekliliğin geldi. Gördün mü o kadar da vicdansız değilmişim, politik gelişmeleri takip ediyor, seninle alakalı bilgi ediniyor, yine de seni uzaktan gözetliyormuşum. Bunu söyleyip durma. Ben senin baban değilim.”
Tekrar ettiği cümleler kafama dank edince üzerime bir sakinlik geldi, aydınlanır gibi oldum. Ne yapmaya çalışıyordum, neden zorluyordum? Kimse beni istemiyor, sevmiyor, kabul etmiyordu. Bu hep böyle olmuştu. Çünkü ben bir piçtim. Ben hariç, bunu herkes biliyordu. O an anneme çok kızdım, neden beni de yanında götürmemişti? Niçin beni bu zorbaların ellerine bırakmıştı. “Bu çocuğa bakan olmaz, yavrum bir ömür itilir kakılır,” dememiş, düşünmemiş miydi?
Nefes darlığı çekiyormuş pozlarına bürünen Celal’in evinden usulca çıktım. Şehrin eski sokaklarına vurdum kendimi; yıpranmış, eğilmiş, inleyen ahşap yapılara baka baka dolaştım. Oğlum beni bu vaziyette görmesin diye tekrar teyzeme koştum. Uluyarak ağladım, vurup kırdım, bağırıp çağırdım. “Annem beni neden öldürmedi?” diye bir de ona sordum.
Uzun uzun hıçkıran teyzem, “Annen bunu düşünmedi mi sanıyorsun? Ne var ki sana kıyamadı. Sen bebekliğinde çakır gözlü çok güzel bir çocuktun,” dedi.
“Seni görenler maşallah derler, dönüp bir daha bakarlardı yüzüne. İnsanlığını kaybetmemiş olan şefkatli, güzel insanlar, senin başına gelenlere, kötü kaderine yas tutarlardı.”
İçime bir sıcaklık çöktü, kendi talihsiz bebekliğimi görür gibi oldum. Yurtlarda yapayalnız kalıp yaptığım gibi gözyaşları içinde, kendimi çeke çeke uykuya daldım. Ertesi gün kararımı vermiştim. Kaymakamlıkta hizmetli olarak çalışıyordum, önceki mahkeme sürecinde olduğu gibi başıma geleni kimseden saklamadım, birilerinden yardım ve destek aldım, sorup soruşturdum, amca sandığım insan müsveddesine bu sefer ben babalık davası açtım.
“Yapma etme, ne gerek var?” diyenlere kulak asmadım. Oğlumun, hiç olmazsa kâğıt üzerinde dede diyeceği biri olsun dedim. Kepaze de olsa, katil de olsa, merhametten yoksun da olsa, insan bir baba, bir bağ, bir soyadı istiyordu. Çünkü önceki dava sürecinde kardeş bildiğim insanlar, artık bunu söylemeliyim, amcamın çocukları, beni soyadlarından da uzaklaştırmışlar, annemin soyadını almama neden olmuşlardı. Birden soyadım “Madran” olunca, bütün resmi belgelerim bu doğrultuda değişince bu gelişme hepsinden daha beter etkilemişti beni.
En azından evladım için gereğini yapmalıydım. Kimsenin yanına bırakmamalıydım. Bu savaşı devam ettirmeli, birilerine huzurla uyumayı haram etmeliydim. Dava aylarca sürdü, iyice elden ayaktan düşen Celal’de söve saya ifade verdi, uzak köylere, tanımadığım insanlara tebligatlar yazıldı.
Davacı tanığı beyanında: Ben aynı köyde oturmamız nedeniyle davacıyı tanıyorum. Bildiğim kadarı ile Sakin’in gerçek babası Celal Gürlek isimli kişidir. Ben Sakin’in babasının Celal olduğunu Sakin’in teyzesinden, halasından ve tüm köyden kaç kez duydum. Benim haricimde bu konuyu herkes de böyle bilmektedir, dedi.
Davacı tanığı Müyesser Kül anlatımında: Sakin’in babası askerde iken annesi Meryem Madran’ın kaldığı eve Celal Gürlek’in pencereden girip gece geç saatlerde evden çıktığını, bu sebeple köyde dedikodu olduğunu duymuştum. Sakin, görünüş olarak Girgin’e değil, aynı Celal’e benzemektedir. Sakin’in gerçek babası Celal Gürlek’tir, dedi.
Bütün bunlar olurken şunu fark etmiştim, herkes her şeyi biliyordu. Her hikâyenin ardında başka bir öykü ve acı vardı. Yazık, yaşananlardan ve ağır gerçeklerden, bunca zaman, bir benim haberim olmamıştı.
Davacı vekili ve Davalı vekili duruşmaya katıldı. Başka gelen olmadı. Davanın usulüne uygun olarak Cumhuriyet Başsavcılığı ile Hazine’ye ihbar edildiği görüldü. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yazılan müzekkereye cevap verildiği anlaşıldı. Davacı vekilinden soruldu: Davamız sübut bulmuştur, davamızın kabulüne karar verilmesini talep ederiz, dedi. Davalı vekilinden soruldu: Davanın reddine karar verilmesini talep ederiz, dedi.
Dosya incelendi. Araştırılması gerekli başkaca bir husus kalmadığı anlaşıldığından duruşmanın bittiği hazır bulunanlara tefhim edildi. Ayrıntıları ve sair hususları daha sonra yazılacak gerekçeli kararda açıklanacağı üzere gereği düşünüldü. Davanın kabulüne, 14.08.1959 doğumlu, Sakin Madran’ın babasının Adli Tıp Raporu doğrultusunda davalı Celal Gürlek olduğunun tespitine, nüfus kaydının (Sakin Gürlek) şeklinde düzeltilmesine, karar kesinleştiğinde yeterli karar örneğinin ilgili nüfus birimine gönderilmesine dair karar verildi.
Benim davayı kazanacağım anlaşılınca baba bir anne ayrı kardeşim, malları birer birer başkalarının üzerine geçirmişti. Biyolojik olarak babam Celal Efendi de buna çanak tutmuştu, hatta evlerin, arsaların bir kısmını da bizzat kendisi satmıştı.
Bu satış ve devir işlemleri için ayrıca onları mahkemeye vermem, İhtiyati Tedbir tesisi yaptırmam gerekiyordu. Düşünememiş, erken davranamamıştım. Sonrasında cevval bir avukat tutup bir dava daha açacak gücü bulamadım kendimde, artık sıtkım sıyrılmıştı. Bu savaşı devam ettirecek, ne maddi imkânım, ne kolum kanadım, hısmım akrabam vardı. İnsanların kötülükleri, hırsları, entrikaları ve ihtirasları ile baş edilecek gibi değildi.
Hâsılı, ben baba bildiğim ve hâlâ bunu yürekten hissettiğim, Girgin adlı yumuşak huylu, insanlara yardımcı, dert paylaşıcı, fakir babası olduğu yönünde anılarını dinlediğim insanın bıraktıklarından mahrum kaldım. Amca sandığım, ancak netice itibariyle babam olduğu tescillenen Celal uğursuzunun mirasından da doğru dürüst bir pay alamadım.
Ancak bir soyadım oldu. Kimsenin adını sanını duymadığı, talihsizlikler peşini bırakmadığı için hayattan kopmuş bir yazarın ilgilenip kaleme alacağı kadar sefil bir hikâyem olsa da biricik oğluma bir soyadı bırakacağım ben.
Soyadım uğruna ve onurlu bir yalnızlık içinde verdiğim bu var olma savaşı benim mirasım olacak… Bunun için bahtiyar sayıyorum kendimi. Çünkü bazı insanların var olma savaşı ve onurlu yalnızlığı ölümden daha yücedir.
Okurken kanım çekildi resmen. Kaleminize sağlık. Odaklanma sorunu yaşayan ben bile soluksuz okudum.