Evimiz geride kalmıştı. Annem babam da öyle.
Tel örgülerin ardında bekliyorlardı. Önce çocuklar ve yaşlılar geçmeliymiş.
Dedemin arabası çok hızlı gider. Arka camı açınca ağzımdan çıkardığım baloncuğu alır götürür uzaklara.
“Geldik.” dedi babaannem, “Haydi uyan.”
Arabadan indim. Karşımızda büyük bir şato… Tıpkı masallardaki gibi. Küçük küçük pencereleri vardı. Bahçesinde ağaçlar. Yemyeşil uzanan çayırın ortasına kondurulmuştu. Sessizdi burası. Bağıran, korkulu gözlerle sağa sola kaçışan amcalar, teyzeler yoktu. Gökyüzüne baktım. Sıra sıra bulutlar…İlkokul birinci sınıfta yaptığım resimlerde de böyle boyardım bulutları. Dağlara yakın olanlar gri, sonra beyaz ve mavi. Bir daha okula gitmedim. Mavi bulutlardan kocaman bir bomba… düşer miydi? Düşmedi. Karanlık çökmeden geliriz, demişti annem, siz gidin. Dediyse mutlaka gelirdi.
Yere upuzun örtü serdi babaannem, arabanın yanına. Koca bir tabak üzüm koydu ortaya; biraz peynir, kuru ekmek. Bizimle gelen başı kasketli iki amca hemen oturdu sofraya. Arkaları bana dönüktü. Ben onlardan uzak durdum. Tanımadığım insanlara yaklaşmamam gerektiğini öğrenmiştim. Annemgil bizi görsün diye arabanın farlarını yakıp yakıp söndürüyordum. Açık olan ön kapının iç yüzüne yaslandım. Kapının yükseklliğini ancak geçen boyumla geldiğimiz yöne baktım. Dedemle babaannem de baktılar. Gelen giden yoktu. Kimse bir şey yemiyordu. Ben de yemedim.
Bekledik.
“Babamlar gelince şu arkadaki şatoya gider saklanırız.” dedim. “Kimse bulamaz bizi orada.”
Evimizin duvarları yıkılmıştı. Kardeşimle yıkıntıların arasından girer çıkar saklambaç oynardık. Dizlerinizin üzerinde sürünün, derdi annem, başınızı kaldırmayın. Bazı günler ateş yağardı üstümüze.
Korkardık.
Bir daha kardeşimi görmedim. Uzaklara gitti, demişti babam. Gözlerinden yaşlar dökülmüştü.
Çayırda otlayan iki siyah at vardı. Şatoya yakındılar. Dedeme gösterdim.
“Babamla annem atlara binerse çabuk gelir değil mi?” diye sordum.
Dedemin sesi çıkmadı. “Tabii ki gelir oğlum.” dedi babaannem. Böldüğü bir parça ekmeği elinde sıkı sıkı tutuyordu. Üçümüz de uzağa bakıyorduk.
Bekledik.
Kurum kokmuyordu burası. Duman yoktu mesela. Nefes alırken öksürmüyordum. Kardeşim olsaydı yanımda, belki daha çok koşardım. Sokağa salmazdı annem. Haklıydı da. Ne zaman dışarıya çıksak, gökyüzü şişman karnını açar, kıpkızıl ateş topunu gönderirdi üstümüze.
Kaçardık.
Atlarla beraber koşuyorum. Onlar birden duruyorlar. Arka ayaklarından biri zincirle bağlı. Ben de duruyorum. Gökyüzü gürlerse, bulutlar yere düşer, dedemle babaannemi bulamam diye korkuyorum.
Bir ses duydum. Kulaklarımı kapatıp yere yattım. Korkma, dedi dedem, gel yanıma. Gittim. Her yer ışıldadı. Gözlerimi açamadım. Bir kızıllık çöktü tepenin üstüne. Uzaktı!… Kızgın demir gibi dağladı incecik çizgi. Kopkoyu duman yükseldi tel örgülerin ardından. Bir uğultu çöktü. Haykırışları duyduk. Hep karanlıktı orası. Çatırdar dururdu gökyüzü. Sinirliydi.
Burası tel örgülerin öte yüzü. Babannem dizlerinin üzerine çöküverdi. Elinde tuttuğu ekmeğini düşürdü. Dedem göğsünü yumrukladı; oğlum, dedi boğuk bir sesle. Yaşlılar ve çocuklardan sonra, annemle babamı da geçirecekler. Başka gökyüzünün altında bulutlara doğru koşacağız. Üç tane pamuk şekeri alacağım. Biri anneme, biri babama, diğeri kardeşime. Şatonun içinde saklanacağız. Kimse bizi bulamayacak.

Kırmızı Ev
