in

Kırmızı Başlıklı Kız

Daha önceleri okul öncesi simit yemek için, Kızılay’da işim olduğunda soluklanmak veya ucuz yollu bir şeyler almak için geldiğim İzmir Caddesi’nde daha önce hiç girmediğim bir binadayım. Binanın dördüncü katındaki dairenin girişinde sağdaki duvar boylu boyunca kitaplıkla kaplı. Kitaplığın içine yerleştirilmiş küçük hoparlörler sayesinde önünden yürüdükçe kulağıma hafif bir müzik geliyor. Hemen önündeki holde kitaplığa doğru bakan iki tane rahat ve çok renkli berjer var. Berjerlerin arasında yerde duran, dev bir vazo gibi görünen akvaryumun içindeki renkli üç tane balık ise odadaki bu hafif müziğin verdiği dinginliğe rağmen adeta dans ediyor. Bir süredir o berjerlerde oturup önce balıkları izliyorum, sonra odadaki kişi çıkınca duvardaki müziği dinleyip içeri geçiyorum.

Atölyeye uğrayıp da erken çıktığım o gün de yine kitaplık duvarında ilerleyip müziğin bitimindeki odaya girdim. Odanın beyaza boyalı ahşap ve geniş olan penceresindeki yarım perdeden sokak kuş bakışı görülebiliyor.

Hiç bakmamıştım bu sokağa böyle tepeden. Şu köşedeki dönercide Ankara’ya ilk geldiğim yıl önüme çıkıp da para dilenen çocuktan önce korkmuş, sonra sakinleşip ona yemek almıştım. Bunu gören sokaktaki tüm çocuklar önüme doluşmuştu. Bu yolun diğer tarafında, bakın işte şu karşıdaki bankta bir gün tüm yorgunluğumla oturduğumu gören bir teyze yanıma oturup da “Bir sıkıntın mı var kızım?” diye sormuştu da ne kadar şaşırmıştım. Bu şaşkınlığımı ondan da gizleyememiş olmalıyım ki, bana kendi hikayesini anlatmıştı. Bana nasıl güvenip de onca şeyi anlattı diye yine şaşırmış, onu terslemiş olmamdan utanmış, ilerideki simitçiden simitle çay alıp mahcubiyetimi gidermeye çalışmıştım.

Derin bir nefes aldım, anı tozlarının etkisiyle elimin tersiyle gözümü sildim. Arkamı dönünce üstümdeki artık oturmalısın bakışlarıyla camın önünde duran geniş josefin koltuğuna geçtim.

-Size neyiniz var diye soran teyzeye neden şaşırdınız peki veya dilenen çocuktan neden korktunuz?

-Çanakkale’de doğdum. Orada ilkokulu okudum, sonrasında ortaokul ve lise yıllarımda İzmir’de yaşadık. Şehirle ilgisi var mı bilmem ama ben kimsenin birbirine “yük olmadığı” batılı(!) bir ailede büyüdüm. Hala da öyle, evdekiler çok hasta olduğunda iyileşince haber veriyorlar, o da ağır bir hastalıksa. Bir gün ölseler herhalde cenazeye yetişebiliriz.

Yüzümde kendimi hep eksik hissettiren bu duyguyu örtbas etmek için oluşan gülümsemeyi hissedebiliyorum. Güçlü ve dik durabilmek için gamzelerimi göstere göstere gülümsüyorum. Ama o bunun sahte olduğunu biliyor olmalı.

-Yani ben, bütün insanlar böyle sanıyordum.

-Şimdi sanmıyor musunuz?

Oturduğum koltuk batmaya başlıyor. Kalkıp gezinmeliyim. Odada iki tur atmalıyım. Ellerimle dizlerimin üstünü ovuşturuyorum, bacaklarım kıpırdanmaya başlıyor. Bir şey dese, siz hatalıydınız dese.

Emre’yle Hacettepe’yi kazandığım yıl fakültede tanışmıştık. O ikinci sınıftaydı ve ailesiyle yaşıyordu, bense ilk dönemin sonunda yurt hayatına uyum sağlayamayıp ev tutmanın yolunu arıyordum. Ailemin bu konudaki tek yorumu bana gönderecekleri harçlık miktarını değiştirmeyecekleriydi ve ekstra para istersem vermeyeceklerini bir milyonuncu kez hatırlatıyorlardı. Emre’nin babasının da yardımıyla onların evine yakın, küçük bir daire tutmuştum. Güzel sanatlar fakültesinde okurken harçlık harici para kazanmak çok da zor değildi neyse ki. Emre’nin annesi tek başıma yaşamamı incelik olarak kullanarak yaptığı yemeklerden gönderiyordu. “Ezgi’ye söyle, bunu ilk kez denedim, tatsın diye gönderiyorum” notuyla geliyordu Emre. Her ne hikmetse onca çalışma temposuna rağmen haftada en az iki gün değişik bir şey deniyordu Mine Teyze. Çalıştığı atölyede hazırlanması gereken illüstrasyonlardan bazılarını Emre’nin de yardımıyla ben hazırlamaya başlamıştım. Yolda başıma bir şey gelse ilk aranacak listemde Emre ve ailesi yazabilecek kadar içtendiler ve kendimi aynı bir Yeşilçam filminde ölmeden önce lunaparka götürülen, her isteği yapılan o kadınlar kadar şen hissediyordum.

Tüm bu iyiliklerin altında başlarda ezildim, nasıl cevap vermem veya karşılığında ne yapmam gerektiğini bilemeyip epey bocaladım. “Bunu kabul etmezseniz bir daha ben de sizin yaptıklarınızı yemem” emriyle kazandığım parayla küçük hediyeler alıp götürdüm. Emre bu durumun çok normal olduğunu, hangi aile olsa böyle yapacağını söylese de henüz benim ailemle tanışmamıştı.

Annem her telefon konuşmamızda “Paran yetiyor değil mi?” diye soruyordu. “Sen halletmişsindir Ezgicim, bir şeye ihtiyacın olsa söylerdin zaten” diyordu bir de. Babam genelde selam söylüyordu. Ben bu şehirde neye ihtiyacım olduğunu öğrenmiştim de annem benim neye ihtiyacım olduğunu hiç anlamamıştı. Galiba ben doğuya yaklaştıkça iklim soğusa da içimdeki sıcaklık ortaya çıkıyordu. Belki de insanlar burada içlerini sıcak tutmaya bakıyordu.

Üçüncü sınıfın başında onca ısrarımın sonunda annem beni ziyaret etmeye karar verdi. Bir süre “Sende kalmayayım, yük olurum” dese de evimin çok sıcak olduğunu, kanepemin çok rahat olduğunu hatta isterse beraber uyuyabileceğimizi söyledim. “Beytepe” penceremin bana öğrettiği “insan insana lazımdır” bakış açısıyla annemi, babamı düşündüm.

Annemi uzun pazarlıklar sonucu dört gün kalmaya ikna edebilmiştim. İlk gün güzel bir kahvaltı yaptık. Ben bir yere gider, kahve içip sohbet ederiz diye düşünürken, “Boş ver Ezgicim evde kalalım. Ben bir gazete alıp geleyim” dedi. Gazetesini uzun uzun okudu, okulun nasıl gittiğini sordu. Yapılacak işlerim varsa o var diye yapmamazlık etmemeliymişim. Zaten Mine Teyzelerin yemek davetini de kabul etmedi, ayıp olurmuş, ne gerek varmış.

-Anne, üç gündür hiç Emre’yi sormadın, merak etmiyor musun? Neler yapıyorum okulun dışında, buradaki hayatımı merak etmedin mi hiç?

-Ezgicim, sen anlatmak istemedin diye düşündüm. Ee neler yapıyorsun bakalım? Sahi Emre de sizin bölümde miydi?

Ben o gün üzüntümün ve yalnızlığımın şiddetiyle yer yarılır mı diye bekledim. Yarılmadı. Üç yıldır yaşadığım şehirdeki hayatımın zerre parçasıyla ilgilenmemiş olan kadın hala annemdi ve ben şaşkındım. Hissettiğim kırgınlık, içimdeki sıcaklıkla buluşunca yerini uzun zamandır ağzımdan çıktığını duymadığım “büyük harfli kelimelere” bırakmış. Neden beni hiç önemsemediğini, hiçbir şeyimle neden ilgilenmediğini öyle büyük söylemişim ki, kapıcı korkup kapıya geldi. Kapıyı kapattıktan sonra istemsiz bir sessizlik oldu evin içinde.

“Ezgi güzel oldu böyle, akşam akşam gürültüne bir kapıcının gelmediği eksikti. Keşke gelmeseydim, rahatını bozdum kızım” diye söylendi annem olanca sakinliğiyle. Çok bağırınca ve ağlayınca beynimde bir uyuşma ve sislenme oluyor. Annemin tüm üzüntülerime ve haykırışıma verdiği cevabın bir başınalığı ve beni yine ötekileştirmesiyle Amerikan filmlerindeki gibi kapıyı açıp “Anne, gitsen iyi olacak” demişim. Annem böyle sakin bir tepki beklemediğinden “Giderim kızım sabah” dedi, “yük olmayayım sana” diye de ekledi.

-Anne şimdi gider misin lütfen?

Annem dondu, nedenini sormadı, anlamaya çalışmadı, sarılmadı, ağlamadı. Belki o da hep öyle öğrenmişti. Odaya gidip eşyalarını topladı, kırmızı ceketini giydi. O hazırlanırken içime bir kurt düştü:

-İstersen sabah yola çık, nasıl araba kullanacaksın?

-Kullanırım, sen düşünme beni. Gerekirse bir yerde mola veririm.

Kural gereği yanaklarımdan öptü, çantasını aldı, sarılmadan gitti. Yıllardır bekleyen fay hattının kırılmasıyla birlikte dişlerim ve tüm vücudum tüm şehri sarsacak bir depremle ayaklanmıştı. Güç bela Emre’ye mesaj attım çünkü biliyorum ki ona yük olmazdım.

İki gün hastanede kalmışım, Emre’ye de bizimkilere haber vermemesini sıkı sıkı tembih etmişim. Üçüncü gün taburcu olup da Mine Teyze’nin ısrarıyla onlara gittiğimde geçen gece içime düşen kurdun yola fırladığını ve kırmızı başlıklı kızın kurtulamadığını öğrendim.

Hep beraber İzmir’e gittik. Annem en “ağır” haliyle morgda bizim gelişimizi beklerken, babamı hastaneye kaldırmışlar. Olanlara kalbi dayanamamış. Bütün cenaze işlemleri, babamın iyileşme süreci, annemin ekip de toplayamadığı ve ilgilenemediği bahçesi, siparişleri, evrak işleriyle uğraşırken kendi üzüntümü de acımı da yok saymışım.

-Yani, hala insanların böyle olduğunu sanmıyor muyum? Neyi doğru bildiğim, neyi yanlış bildiğim hepsi karıştı. Ne komik, olanca yük bana kaldı iyi mi! Ailemin kurmaya çalıştığı ve benim içinde yıllarca ezildiğim yüksüz dünya elime yıkılıverdi. Ankara’da hiç böyle dertlerim yoktu oysa!

2 Yorum

Cevap Yazın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Büyümek

Rick&Morty ve Bojack Horseman ile Nihilizm