“Ben”lik.
Bu yazı, “Ben kimim?” sorusunu “sormak zorunda kalmış” bir insanın, yaklaşık beş yıldır yürüdüğü bir yoldan kalan izlenimlerine dairdir.
Doğrusu yazının gideceği yeri şimdiden biliyorum. Ancak biraz sabırla önce geldiği yeri konuşmak gerektiğine inandım. Gelecek yazılarda benlik kuramının kadim felsefelerle ve inançlarla ortak paydaları, kültürlerarası kesişme noktaları ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.
Benlik, insanoğlunun en temel karmaşalarından biri kanımca. Zira üzerine çalışılabilir bir alan olmasına rağmen bireylerin benlikleri hakkında akademik ya da bilimsel bir yaklaşım sergilemedikleri açık. Geniş toplum kesimlerinin uzak olduğu tanımlayıcı disiplinler, benlik hakkında çok eski zamanlardan bu yana gelmiş olan bazı literatürleri de değerlendirerek ortaya bir benlik kuramı çıkarmış bulunmakta. İnsanın kendine olan uzaklığına dair yanıtlar bulabilecek pek çok yaklaşımı, yeni çağda popüler kültürün de yayılım desteği ile erişilebilir kılan bir kültürümüz var. Nefes terapileri, Budist kültürün öğelerinden yoga ve kadim Çin tıbbına kadar birçok kişisel sağaltım ve özkeşif aracı elimizin altında, hatta telefonlarımızdan ulaşılabilir durumda. Konuyla ilgili kişisel ve kurumsal organizasyonlara erişim de böylelikle kolaylaşmış bulunmakta.
Modern Psikolojide Benlik
Ancak tüm bu araçlara bakmadan evvel, insanın kendine dair olan tanımını, “benliği” biraz kurcalamakta fayda görüyorum. Benlik, kelime anlamı itibariyle “kişinin öz varlığını” ifade etmekte. Daha geniş anlamda ise, özne olan “ben”in nesne olan “ben” hakkında düşünmesi olarak tanımlanmıştır. Kişiyi “diğerlerinden” ayıran özelliklerin tümünü barındıran bu tanım, modern psikolojinin kurucusu S. Freud tarafından etraflıca tanımlanmış ve üç temel katmanla ifade edilmiştir: İd, Ego ve Süperego.
İd, Freud’un kabaca insanın hayvani varlığına verdiği isimdir. Bu katman tarafından yönetilen girişimler beslenme, üreme, barınma ve korunma gibi girişimlerdir.
Ego, genel olarak mantığımızı temsil eder. Görünen kişilik öğelerini yoğun olarak ego barındırır.
Süperego ise toplumsal varlığımızdır.
İç içe geçmiş üç halkayla temsil edilen bu insan tanımında id vahşi bir varlıktır. İd’in vahşiliğini bastıran Ego’dur. Örneğin toplum içinde üreme girişiminde bulunmamamızı hem Ego hem de Süperego baskılar. Ancak bu istek İd tarafından sürekli üretilir ve İd bu anlamda sürekli baskılanması gereken bir kaynaktır. Ego’nun da toplumda hoş görülmeyecek davranışlara kaynak olması olasıdır ve toplumsal ve ahlaki değerlerimizi temsil eden Süperego tarafından bu davranışlar baskılanır.
Freud’un bu üçlü temel yaklaşımı elbette psikolojide bir devrimdi. O zamana kadar böylesine açık ve net bir “benlik” ya da “insan” tasviri yapılmamıştı. Aynı zamanda Freud bu kuramını ampirik verilere dayandırarak güçlendiriyordu. Bilinç ve bilinçaltı kuramı da benzer zamanlarda Freud ekolü tarafından tanımlanmış ve (Adler, Jung gibi) ardılları tarafından geliştirilerek kullanılmıştır.
Ancak Freud’un kişi tanımında zaman boyutu keskin bir biçimde doğum sonrasına dairdi. Freud neredeyse anne karnı (ve belki de öncesi) deneyimleri görmemezlikten geliyordu. Belki de Freud gerçekten bu zaman yayılımını görmemişti. İnsan bilincinin derinlerinde yatan kollektif bir kültürel miras olabileceğine dair bir öngörü yapamamış, dahası hastalarında anne karnı ve öncesine dair bir “iz” bulamamıştı. Freud’a göre insanın “ben” gelişimi bebeklik ve çocukluk yıllarından kalan bir miras üzerine temelleniyordu.
Freud sonrası…
Sonuç olarak Freud, İd, Ego, Süperego, Bilinç ve Bilinçaltı gibi kavramlarla kesin bir insan psişesi tanımlamış ve ardıllarına bu konuda bir ivme kazandırmıştı. Devamında Alfred Adler gibi Freudiyen ekole bağlı bazıları, Freud ekolünü genişletmiş, geliştirmiş, ve alt kırımlar ekleyerek daha kapsamlı bir psişe tanımı yapmışlardır. Daha sonralarda ise Freud’u çok daha kapsamlı irdeleyen ve psikanalizi aynı zamanda felsefe mecrasında da taşıyan Jacques Lacan gibi bilim insanları bu kuramı çok daha karmaşık (en azından sıradan bir psikoloji takipçisinin sıkılacağı kadar karmaşık) tanımlamışlardır.
Benim hikayem ise Freud ile üniversite yıllarında tanışmam, eğitim psikolojisinde gördüğüm kuramsal yaklaşımlar ve hemen ardından Alfred Adler’în İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış “İnsan Tabiatını Tanıma” adlı kapsamlı kitabını okumamla başlamıştı. Sonra bir uzunca bir süre kendime bakmadan yol aldım ve sonunda bir duvara toslayınca pabucun pahalı olduğunu anlayıp konuya yeniden bir giriş yapma ihtiyacı duydum.
Bu aşamadan sonra, insana dair pratik bazı araçlara ihtiyaç duyar oldum. Bu araçlar, depresyon tedavisi gibi insan bilincinin belirli noktalarını “kapatan” ilaçlar mı olacaktı yoksa “gerçekten” kendimi tanıma adına kendimi yeniden mi inşaa edecektim, bilmiyordum. Bu aşamada Michael Talbot’un Holografik Evren isimli kitabı ilgimi çekmişti. O zamana kadar, Newtoncu, kartezyen batı bilimi ile yetişmiş bir akla sahiptim. Ancak kitap bende derin kuşkular uyandırdı ve kitapta geçen bazı isimler oldukça ilgimi çekti. Bunlardan biri Jung, diğeriyse Groof‘tu.
Jung ve Kollektif Bilinç
Jung’u az çok biliyordum, zira Freud ile ayrılan çok temel bir nokta vardı Jung teorisinde. Jung, Freud gibi insan psişesinin yalnızca doğum sonrası oluştuğuna inanmıyor, doğum öncesinden gelen bazı kalıtsal özellikler olduğunu da söylüyordu. Buna, genel olarak “Kolektif Bilinçaltı” ismini veriyordu. Kolektif Bilinçaltı’ndan gelen bazı bilgiler, deneyimler ve özellikler, insan psişesinin oluşumunda ciddi etkilere sahipti. Örneğin herhangi insanın günlük bir tepkisinin, tüm insanlığın ortak bir tepkisi alabildiğini tespit etmişti. Bu anlamda, danışanlarıyla yaptığı çalışmalarda Antropolojik verilere dayanarak bazı haritalar çıkardı. Aynı zamanda Jung, Kolektif Bilinçaltı’nı taımlamakla kalmayıp, Kuantum (parçacık) Fiziği’ndeki “mekansızlık” ya da “eş zamanlılık” olarak anılan kavramı psikiyatride de var olarak kabul etti. Buna göre Jung, rastlantı kavramını reddediyor ve insanların deneyimlerinin belirli bir kurala ya da bağlara göre gerçekleştiğini belirtiyordu. Danışanlarıyla yaptığı çalışmalarda “Kolektif Bilinçaltı” ve “Eşzamanlılık” kavramlarına dair kurduğu kuramını geliştirmek için uğraş verdi ve yeni çağın psikoloji bilimine devrim niteliğindeki bu iki kavramı sokmuş oldu. Sonrasında, Maslow ve Groof gibi isimler bu temel üzerine “Benötesi” psikolojiyi kuracaklardı.
Stanislav Groof
Çalışmaları ilgimi fazlasıyla çeken Stanislav Groof’un Türkçe’ye çevrilmiş tüm kitaplarını aldım ve okudum. Okumakla kalmadım, geliştirmiş olduğu tekniği denedim ve uyguladım. Groof, Çekoslavakya’nın Prag kentinde Charles Üniversitesi Psikiyatri Bölümünde okurken tanık olduğu bir LSD deneyimi üzerine gitmeye karar verdi. LSD, insanlığın geliştirdiği son derece güçlü psikedelik türevlerden biriydi. İsviçre’nin Basel kentinde bulunan Sandoz Laboratuvarında Albert Hofmann tarafından 1943 senesinde sentezlendi. İlk kullanan da Hofmann’ın kendisiydi ve tarihe “Bisiklet Günü” olarak geçen 19 Nisan 1943 öğleden sonra LSD’yi ilk kullanan kişi olmuştu. Eve dönüşünü bisikletle yaptığı için, Basel sokaklarında Hofmann’ın bisiklet kullanması tam bir kabusa dönüşmüştü. Hofmann birkaç saat içinde tüm gerçeklik algısını yitirdi ve birçok benötesi deneyim yaşadı. Birkaç saat süren LSD etkisi geçtiğinde, hiç olmadığı kadar fiziksel ve psikolojik bir sağaltım yaşamıştı.
Albert Hofmann ve LSD
Hofmann, LSD’yi Prag’da bulunan Charles Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’ne denenmesi amacıyla gönderdi. O zamanlar bölümde öğrenci olan Stanislav Groof deneylere denek olarak katılamadı, çünkü ilkesel olarak tıp öğrencileri denek olamıyordu, fakat deneyleri izleme şansına sahip oldu. O deneyimler Groof’un hayatını kökten değiştirdi ve Groof mezun olduğu gün deney için denek olma başvurusu yaptı. İlk LSD deneyiminde yaşadıklarından sonra hayatını bu alanda çalışmaya adamıştı bile.
Çekoslavakya’nın Demir Perde Ülkesi olması nedeniyle dış dünya ile bağı filtrelenmişti. Groof bir Amerika gezisinde Birleşik Devletler’de kalmaya karar verdi. O zamana kadar LSD ile yaptığı deneyler O’nu bir yeni nesil psikiyatrist olarak üne kavuşturmuştu. Birleşik Devletler’de çeşitli kurumlarda LSD ile deneylerine devam eden Groof, klasik “benlik” kuramının çok daha farklı boyutlarda tanımını yapma şansına sahip oldu.
LSD kullanılan deneylerde, denekler bilinçötesi bir duruma geçiyor, Groof da bu hale “ben ötesi” hal diyordu. Deneklerin LSD sonrası getirdikleri veriler, öyle kesin ve kanıtlanabilirdi ki, Freud ile Jung arasından Jung’un doğruluğunu işaret ediyordu. Deneylerden elde edilen veriler, insanların psişelerinde, kollektif, doğum öncesi (atasal), anne karnı, doğum anı, bebeklik, çocukluk gibi dönemlere ait kayıtlar bulunduruyordu. Yani Groof, insan psişesinin asla kendi başına var olmadığını, kollektif bilinçaltının öğelerini taşıdığını, atalarından getirdiği öğeleri taşıdığını, anne karnında kayıt aldığını, doğum anının kaydının da çok net yapıldığını tespit etmişti. Bu dönemlere prenatal ve postnatal gibi yeni kavramlarla işaret etmekteydi. Doğum öncesi ve doğum sonrası dönemler…
Jung Haklıydı…
Jung haklıydı, insan psişesi çok açık bir şekilde kolektif bilinçaltının izlerini taşıyordu. Örneğin ABD’de yaşayan bir kadın, LSD deneyiminde Avustralya Aborjinleri’ne dair çok net bazı deneyimler yaşıyordu ve soy ağacı izlendiğinde, kadının kökenlerinin Avustralya Aborjinleri olduğu ortaya çıkıyordu. İki üç kuşak öncesinden getirilen bu deneyimler, tabiri yerindeyse “cam gibi” izlenmekteydi. Groof, psişenin kayıt hikayesinin asla Freud’un sınırladığı gibi olmadığını anlamıştı. Anne ve babalarının bedenlerinde deneyim yaşayanlar, üç kuşak önce asılarak idam edilen bir atadan dolayı psikojen astım hastası olan bireylerin iyileşmesi gibi deneyimler Groof’u daha da derinleşmeye itti.
LSD’nin tüm dünyada yasaklanmasından sonra Stanislav Groof ve eşi Cristina Groof yeni bir nefes tekniği ile LSD etkisini yapan bir yöntem geliştirdiler ve GTT (Groof Transpersonel Training) organizasyonu altında tekniği tüm dünyaya öğretmeye koyuldular.
Benlik, Freud’dan bu yana tanımlanmısı bakımından epey yol almıştı. Freud psikanalizin kurucusu olarak bilinçaltı öğeleri ortaya çıkarmada oldukça başarılı olmuştu. Ancak bu öğelerin kaynaları hakkında isabetli bir tahmin yürütmüş olduğunu söyleyemeyiz. Zira temelde cinsellik ve öfke gibi iki temel paradigmaya bağlı kalan bu yaklaşım Groof tarafından çok açık bir şekilde çürütülmüştü.
Groof’a göre “Benlik”
Stanislav Groof, tekniği ile elde ettiği benlik tanımında üç temel dönemden bahseder:
1. Doğum öncesi dönem: Kollektif bilinçaltının ve atasal kayıtlarımızın dönemidir. Bu dönem, atalarımızdan bize aktarılmış olan deneyimleri içerir. Bu döneme ait deneyimler oldukça sarsıcıdır, zira insan, anne ve babasının bedeninde deneyimler yaşayabilir ve bu deneyimler, gerçekten de kendi anne ve babasının zamanında yaşadığı deneyimlerdir.
2. Anne karnı ve doğum dönemi: Bu dönem anne karnında alınan kayıtları içerir. Ayrıca doğum, çoğu psikiyatristin kabul ettiği gibi, bebek için bir travmadır ve bu travma çok açık bir biçimde psişemize yazılır. Doğum anına dair deneyimleri LSD ya da nefes tekniği ile yaşayan pek çok insan, doğum anına dair her türlü ayrıntıyı çok net bir şekilde görmekte ve bilinç alanına getirmektedir.
3. Doğum sonrası dönem: Bu dönem Freud’dan bu yana tanımlanmış olan bebeklik ve çocukluk kayıtlarımızdır. Bu döneme ait kayıtların da ulaşılabilir olduğunu söyleyerek, benlikle ilgili yazımızın birinci bölümünü sonlandıralım.
Gelecek yazıda…
Artık “Ben kimim?” sorusu daha açık bir şekilde yanıtlanabilir halde.
İkinci yazımızda benötesi deneyimlerden bazılarını paylaşacağım. Ayrıca kendi deneyimlerimi ve uygulamalarıma katılmış bazı insanların deneyimlerini de paylaşacağım. Elbette kişisel bilgileri gizli kalmak koşuluyla…
Şöyle de diyebiliriz; genetik, insanın salt fenotipi, potansiyel hastalıkları hakkında bilgi taşımaz. Daha embriyo formuna tekamül etmemiş yumurta ve spermin potansiyel genetik dizilimlerinde atasal deneyimler ve psişeler de bulunur. Ve ardından gelişen embriyoda şansına hangi genetik dizilimler gelmişse ona göre bilgi aktarımı olacaktır. Bu fikir kesinlikle muhteşem. Siz burada daha çok insan psişesinin oluşumundan bahsetmişsiniz. Şu anda çok ön bilgim olmadan akıl yürütme yapıyorum. Geçen sene bu konuyla ilgili ampirik bir bilgi edindiğimizi düşündüğüm bir şey yaşamıştık arkadaşlarla. Daha önce hiç fare görmemiş evcil kedime oyuncak fare almıştım. Oyuncak fare çok ilgisini çekti. Tıpkı fareyi avlamış gibi hoplattı, ağzında oraya buraya taşıdı, ısırmaya çalıştı. Yani kendi deneyimleriyle zihninde fare şeması oluşmayan bir kedinin oyuncak fareye olan davranışları ilgimizi çekmişti. Atalarından bazı bilgilerin aktarılabilmiş olabileceğini düşünmüştük sarhoş kafayla. Hayvanlar söz konusu olunca içgüdüsel deyip kolaya kaçılır genelde. Ama bence burada da kedinin atalarından gelen fare ile daha önce karşılaşma ve yaşanmışlık deneyimi miras olarak aktarılmıştır. Fiziksel bir deneyim mutlaka yanında psişeyi de getirecektir.
Ve bu benötesi düşünce, benim neden bu kadar yorgun hissettiğimi açıklıyor :))