25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü nedeniyle medyada önümüze düşen allı morlu kadın suratları, şiddetin pornosuna dönüşüyor her yıl. Kadının adı hala yok ama yüzü gözü morarmış halleri televizyonlarda, gazetelerde. Gözleri siyah bir şeritle perdelenen failler ise isimlerinin baş harfi kadar yer buluyor şiddet haberinde. Baş harfler ve nokta. Hepsi bu. Bizim ise görünmezlik iksiri içmiş ataerkiye panzehirimiz hazır: Bin yıllık ataerkiyi sorgulamak için bin yıldır kahraman bildiğimiz erkeklerin ifşası.
Bunu yapmanın tam amacını baştan belirtelim. Bilimden sanata pek çok alanda muazzam eserler veren ve yaptıkları öncü işlerle kahramanlaştırdığımız isimlerin kadına şiddet karnesini incelemek, aldıkları kırık notlar nedeniyle kahramana olan sarsılmaz algımıza şerh düşmek ve bu sayede ataerkiyle bir kez daha yüzleşmek.
Listemizin başında, son dönemde hakkında çekilen filmle yeniden gündeme gelen Yılmaz Güney var.
Yılmaz Güney, hayat arkadaşı Nebahat Çehre ile kavga ve dayak dolu bir aşk yaşıyor. Korkudan tir tir titreyen Çehre’nin başına bardak koyup nişan almaktan tutun da onu öldüresiye dövmeye kadar ‘’tutkulu’’ bir aşk. Hatta bir tartışma sonrası Yılmaz Güney’in Elmadağ’da eşini bilerek arabayla ezdiği, Çehre’nin havaya uçup önce arabaya sonra kaldırıma çarptığı ve bu olay nedeniyle ayrıldıkları yıllar sonra yapımcısı tarafından itiraf ediliyor.
Bu noktada duralım ve şu soruyu soralım: Sanatçının kişiliği ile ortaya koyduğu sanatı birbirinden ayırt etmeli miyiz? Şairin şiiriyle, yazarın metniyle, yönetmenin filmiyle tutarlı bir profil sergilemesine gerek yok mu?
Sanatçının karakteri ile sanatını birbirinden ‘’ayırt etmenin’’ imkansızlığını en iyi ifade edenlerden biri olan Ulus Baker’e kulak verelim;
‘En kötüsü, günümüz “konuşan” ve “yazan” insanlarının, hangi taraftan olurlarsa olsunlar, bir “ayırt etme” merakını gitgide daha da abartmalarıdır: İyi İslam siyasete bulaşmadığında “iyi” olacaktır; Yılmaz Güney’in “sanatçı kişiliğini” politik kimliğinden, başından geçenlerden, maçoluğundan, savcıyı vurmasından, karısını dövmesinden “ayırt etmek” gerekir. Ya da eğer sanat alanında bir tartışma yapılacaksa salt estetik değerler üzerinde dönmelidir, böylece Yılmaz Güney’in kişisel halleri ayrı tutulmalıdır. Oysa Yılmaz Güney’in filmografisinin bütünü –yalnızca Umut, Yol, Sürü gibi filmler değil– yaşamı ayırt edilemez bir bütün olarak sunabilme yeteneğine sahipti. Yılmaz Güney’i kişi olarak tanımış olmasam bile, filminin onun kişiliğiyle bir olduğunu bilirim…’
Sanatçıyı sanatından ayırmak onu beslendiği topraktan ve yaşadığı zamandan ayırmaya benzemiyor mu? Hala karar verememiş olanlar için başka bir örnekle devam edelim:
Tomris Uyar’ın “Tanıdığı kaç kişi varsa o kadar Cemal Süreya vardır.” dediği Cemal Süreya ile.
“Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım.”
(Cemal Süreya tarafından eşi Zuhal Tekkanat’a yazılan not.)
Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in, Süreya’nın arşivinden ve yakınlarıyla yaptıkları röportajlardan yola çıkarak yazdığı “Şairin Hayatı Şiire Dahil” biyografisine göre, iki kez evlendiği eşi Zuhal Tekkanat, Süreya ile yaşadığı bir kavgada ağzının burnunun kan içinde kaldığını söylemiştir. Süreya’nın ilk eşi Seniha Hanım ise, bir kavgada dişlerinin döküldüğünü ifade etmiştir.
Ayışığında oturuyorduk
Bileğinden öptüm seniSonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seniKapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seniBahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seniEvime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seniBaşka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seniEn sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni
(Cemal Süreya’nın antolojisinin en tutkulu ve en erotik şiirlerine imza attığı Tomris Uyar’la yaşadıkları fırtınalı ilişkilerine ait dönemden “Sayım” isimli şiir)
Murat Belge, ‘Şairaneden Şiirsele/Türkiye’de Modern Şiir’ isimli kitapta, Cemal Süreya ile Tomris Uyar beraberliğinin bitişinden sonraki tanıklığını aktarırken şunları söylüyor: “… Sonraki yıllarda Tomris’e (Uyar) niçin ayrıldıklarını sormuştum. ‘Bana sizin birlikteliğiniz çok verimli görünüyordu’ demiştim (…) Tomris, ‘Dövüyordu’ demişti ve gerçekten çok şaşırmıştım. Yumuşacık Cemal’de hayal edemediğim bir hareket tarzı. Ama Perinçek-Duruel’i okuyunca bunun çeşitli örnekleriyle karşılaşıyoruz ve o zaman Tomris’in sözünden şüphelenmenin gereği de kalmıyor.” (s. 437)
Eşi bir vapur gecikse “Nerede kaldın?” diye hesap soran, aşırı kıskanç ve öfkelendiği zaman kendini kaybedecek yanları olan Cemal Süreya, evliliğin kadın ve erkeği bin yıllık bir ortalamaya çektiğini söyler. Durup yeniden soralım öyleyse. Yeryüzünün en güçlü şiirlerini yazan, en etkileyici filmlerini çeken bu isimleri bin yıllık bir ortalamaya çeken nedir? Bu soruyu aklınızda tutun. Yeniden döneceğiz.
Murat Belge, sözünü ettiğimiz kitapta başka büyük şair Ece Ayhan’la ilgili gizli kalan bir konuyu getiriyor gündeme: “Aklımda doğru kaldıysa bu sıralarda, Ortodoksluklar çıktıktan sonra olmalı, gazetenin birinde Ece Ayhan adında bir kaymakamın bir genci silah çekerek cinsel ilişkiye zorlama teşebbüsünden hapis cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Böylece Ece Ayhan bir süre görünmez oldu. Bu eğilimini biliyorduk ama böyle tabancalı falan bir olay olmasına şaşmaktan kendimizi alamadık. (s. 525)”
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ Devlet dersinde öldürülmüştür” diyen şairin kaymakamlık yaptığı dönemde arkasına aldığı devlet erkini de kullanarak genç bir insana tecavüze kalkışmış olması şiirinin inandırıcılığını sorgulatmıyor mu?
Türkiye sinemasının unutulmaz filmlerine imza atan Yılmaz Güney’in sevdiği kadını arabayla ezebilecek yapıda bir maço olmasını, aşka yazılmış en etkileyici şiirlerin mahir kalemi Cemal Süreya’nın sevdiği kadınları dövmekten çekinmemesini, ‘’sivil’’ şair Ece Ayhan’ın devletin gücünü arkasına alarak ve üstelik tabanca ile tecavüze kalkışmasını umursamayacak mıyız?
Hala hayatta olsalardı uyguladıkları şiddetin açık açık konuşulmasına belki karşı çıkmaz ve hatta öz eleştiri bile getirirlerdi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama dünyadaki benzerleri gibi saygınlık ve itibarlarının nitelikli bir tartışmaya muhtaç olduğu aşikar.
Henüz biz bu yazıyı hazırlarken gündeme düşen haberi ekleyelim. Şili hükümetinin Santiago Arturo Merino Benitez Havalimanına Pablo Neruda‘nın ismini vermek istemesi bazı insan hakları gruplarının tepkisini çekti. Çünkü ünlü şair, 40 yıl önce yayımlanan hatıratında, 1929’da diplomat olarak gittiği Sri Lanka’da bir hizmetçiye tecavüz ettiğini itiraf etmiş, ancak toplum bu açık itirafa uzunca bir süre kulak tıkamıştı. Ta ki, Latin Amerika genelinde kadın hakları için eylemler yapan “NiUnaMenos-Bir (Kadın) Bile Daha Az Değil” hareketi, kararı “uygunsuz” diye niteleyene kadar. Karen Vergara Sanchez adlı bir aktivist, “Havalimanın adının değiştirilmesinin mantığı yok. Üstelik bu, kadınların tacizci ve tecavüzcülerini deşifre etmeye başladığı bir dönemde yapılıyor.” diye konuştu.
Bir kadın, kendi istek ve tutkularına kulak verip cinsel hürriyetine erişmeye yeltendiğinde -karşılıklı gönül rızasına dayalı bir ilişkide- bile toplum içinde lanetlenip cadı diye avlanırken, bir erkeğin toplum nazarında itibarını yitirmesi için bir kadına tecavüz etmiş olması bile yeterli bulunmuyor. Çünkü büyük ozan, çünkü politik kişilik, çünkü erkek. İşte bu ataerkidir.
“Benim için yalnız iki tür kadın vardır: Tanrıçalar ve paspaslar.”
Dehasını en güçlü afrodizyak olarak kullanan Pablo Picasso’nun iki eşi ve altı sevgilisi ile yaşadığı ızdıraplı aşklar çok yazıldı çizildi. Sanatına ilham, tablolarına model olan aşıklarından birinin akıl hastanesine kaldırılması, ikisinin de intihar etmesi ile sonuçlanan ilişkilerinin sonunda Picasso, kadınların acı çekme makinesi olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Kübist sanatta iç içe geçirdiği perspektiflerle kendine hayran bırakan orta yaşın sonundaki Picasso, henüz on yedi yaşındaki sevgilisiyle hayatlarının zirvesinde olduklarını söylerken gerçekten kızın perspektifinden bakabilmiş miydi? Pek öyle durmuyor.
Şimdi başta sorduğumuz soruya dönelim. Sanatın akış yönünü değiştiren bu dehaları, dönüp bin yıllık ortalamaya çeken neydi? Nasıl oldu da politik kimlikleriyle insan hakları, savaş ve diktatörlük karşıtlığı veya işçi sınıfı mücadelesinde ezilenlerin yanında dururken kişisel evrenlerinde -evde ya da dışarda- kadını bunca ezmekte herhangi bir beis görmediler?
Belki de kesinlikle belli bir kronolojiye bağlı kalarak büyümüyoruzdur. Bir alanda muazzam işler çıkaracak kadar olgunlaşırken başka bir alanda ilkel kalabiliyoruzdur. Ataerki denilen ve kadının boyunduruk altında tutularak ideolojik sistemle toplum dinamiğinin korunduğu zehirli yapının her türlü ekmeğini yiyip sorgulamadan kabul eden ve zehrini çevresine akıtmaktan çekinmeyen çok katmanlı karmaşık bir yapıyızdır. Bu nedenle kahramanlarımızı öldürmeliyiz. Kadın-erkek, hepimizi için için çürüten ataerkiyi devirebilmek için ona esaslı bir tekme savurmuş oluruz.
Ataerki geçmiş, bugün ve gelecekle bizi oradan oraya çekiştiriyor, eğer gerçekten bugünümüzü düzeltmek istiyorsak kahramanlarımız gibi bizim de içimizde zamanı gelince patlayacak bir ataerki bombası bulunduğunu kabul etmeli ve herşeyi yeni baştan kurarken bu kabulle o lanet bombayı imha etmeliyiz. Bunu yapmaktaki amacımız, gücü erkeklerin elinden alıp onu kadınlara vermek değil, güç anlayışının kendisini tamamen ortadan kaldırmak olmalıdır.
Emeğinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş bu insanların ürettiklerini değerlendiriken aslındakini göz ardı etmememiz gerekir diye düşünüyorum yazar kişi x ile toplumdaki x ayrılamaz
Harika bir yazı olmuş.uzerine düşünmek ve konuşmak gerekli mutlaka
Asıl itiraf kahramanlarımızın yaptıkları değil de kendimizin yapacakları olmalı. Yazının sonunda ifade edildiği gibi, içimizdeki o bomba var ve pimin çekilmesi an meselesi.
“Her şeyi göze alarak bir sabah onu bileğinden yakaladım ve yüzüne baktım. Onunla hangi dilde konuşacağımı bilmiyordum. Hiç karşı koymadan ve de gülümsemeden, peşimden geldi. Biraz sonra çırılçıplak yanımda yatıyordu. İnce belli, dolgun kalçaları ve iri göğüsleri ile binlerce yıllık Asya heykellerinden farkı yoktu. Bu bir erkeğin bir heykelle karşılaşmasıydı. Hareketsiz ve gözleri açık yatıyordu. Beni hiçe sayıyordu ve bunda haklıydı. Bu karşılaşma tekrarlanmadı.” Alan Yayıncılık’ın Almanca’dan çevirdiği ve çevirisini Ahmet Arpad’ın yaptığı kitabın 95.sayfasının son paragrafında geçen bir cümledir. Birçok çevirmen de bu paragrafın çarpıtıldığını düşünüyor ve bunun bilinçli yapıldığını da ekliyorlar. Kaldı ki bu paragrafın öncesinde de bu sevişmenin kıvılcımın koşullarını yaratmak için kendince kadına karşı türlü türlü armağanlar sunuyor. Meyve, sabun gibi. Kadınlarla ilişkisi rahat, ölçülülüğü olmayan aşk ilişkilerine sahip yalnız bir adam, aynı zamanda annesiz büyümüş de bir adam. Neruda’yı büyük ozan yapan, başta Şili’nin sıradan insanlarının, emekçilerinin hayatları olmak üzere koca bir insanlığa dair anlattığı ortak duygular. Kendi hayatından bağımsız olarak, sanatına dair haksızlık edildiğini düşünüyorum Neruda’ya.
Armağan falan verdiyse, “iyi” duyguları olan mağdur bir adamsa ok, olur öyle!
İnsanı bir bütün olarak değerlendirmek lazım. Evde ya da yakın ilişkilerde şeytanlaşabilmek büyük sanatçıların sanattaki büyüklüklerini ortadan kaldırmaz, ama onların kusursuz ilahlar muamelesi görmemesi gerektiğini gösterir.
Elinize sağlık düşündürücü ve sorgulayıcı bir yazı… Keşke bu anlatılanları yaşatmamiş olsalardı kadınlara. Ne yazık ki benim gözümdeki değerleri azalmıştır. Yaşama, sanata bakışları ve yaşantılarının uyumsuzluğu büyük bir samimiyetsizlik olarak ifadesini buluyor bende. Samimiyetsiz masal tadında bir sanat/çı.
Harika bir yazı, çok teşekkürler. İçimizdeki erkeği öldürmek, ve onunla hesaplaşarak özeleştiri vermek… Gidilecek çok yol var.
Katılıyorum size. Daha çok yol katetmemiz gerekiyor.” İçimizdeki erkeği öldürmek” özellikle de erkeklerin yapması gereken bir şey…
Sanata ve bilime katkı veren insanlari ilah olarak görmemiz, onları kahraman olarak adlandırmamız bizdeki eksik yandan kaynaklanıyor. Yapamadiklarımizı yapan kisileri gözümüzde çok büyütüp onların farklı mertebeye çıkmasını sağlıyoruz. Bu yüksekliğe alışık olmayan özellikle kaba kuvvetine güvenen en yakınındaki kadın üzerinde tahakküm kurmaya çalışan erkekler, dengelerini yitirip ataerkil gecmişide arkalarına alarak her türlü şiddeti hak görüyorlar. Üstelik bundan zevk alıyorlar. sanatçı kendi yaşamindan kopuk eserler veremez. Üretilen eserler ile sanatçının yaşadığı dönem ve kişisel ortam incelendiğinde bunun doğruluğunu görürüz. Gücün tamamen ortadan kalktığı, aklın ön plana çıktığı bir dünya neden olmasın?
Yazınız belki de bazı tabuların yıkılması gerektiği gerçeğini ortaya seriyor. Kişilerin sanatta başarılı olmaları özellikle kadınlar şiddet uygulamalarını haklı çıkarmamalı. O zaman ataerkil olmak toplumsal akıl sağlığını da olumsuz etkiliyor.
gerçekleri korkusuzca insanların yüzüne çarpan bir yazı olmuş
Sanat sapkınlığın ve rıza dışı cinsel ilişkinin ya da türlü biçimlerde bir kişiye şiddet uygulamanın özrü olamaz. Sanatsal üretim, sanatçı ahlaki bir tutarlılık sözü versin vermesin, kişinin işlediği kabahat ve tacizin estetige transpose edilmiş bir kefareti degildir. Tecavüzcü bir bakkali nasıl şahane bir hijyen, zerafet ve etikle kaliteli peynir ya da ekmek sattığı icin yuceltmeyeceksek ürün verdigi alanlarda şöhret kazanmış, eserlerini sevdiğimiz bu kişileri de aýırmak o derece abesle iştigal. Eserlerini seviyor olmanız birsey degistirmez hatta (ozellikle ezilen insan argümaniyla yola cikanlarda) daha büyük celiski ve patolojiyi işaret eder. Iyi sanat uretebilmesi koşuluyla dayağı ve tecavüzü normalize ediyor oluruz o zaman bir noktada. Bakkal ya da kübizm uzerine yeller estiren çığirlar acan bir ressam, izlemeye doyamadığiniz bir yonetmen ya da şair. Farketmez.
???
Konumu ne olursa olsun,bir erkeğin kadına yaklaşımı onun insanlaşma düzeyini gösterir.İnsanlaşmanın yolu ise içimizdeki o berbat erkeği öldürmekten geçer.
Çok doğru yazar sair,ressam.gibi üstün nitelikli sanatcilarin eserlerine saygi duyar hayran kaliriz.Ancak her insanda olan hayvansal icgudulerini,kin ve kiskanclik duygularini bastıramayıp magandaya dönüşen ve bunu insanlara ozellikle de birlikte olduklari sevdikleri! Kadinlara yansitan davranislarini asla hosgoremez ve affedemeyiz.Bu noktada her gün gazetelerde resimlerini gördüğümüz yüzü -gözü carpilmis kadinlarin kocalari yada sevgililerinden bu sanatcilarin ne farki kalir.Bir Nazim Hikmet ten böyle davranış duyulmamistir..Bir çok muzisyen yazar sanatci da insana ve karşı cinse saygılıdır.Sevgide vahşet kabul edilemez..
İcraatle meslek arasında bağlantıyı değerlendiriyorsak Sevan Nişanyan’ın eşine yaptıklarını biliyoruz. Türkçe etimolojide ondan daha iyisi de yoktur ama.
Bir beden iki karşıt görüşü nasıl taşır, bünye bu zıtlığı nasıl kusmaz, nasıl sağlıklı kalır hep çok merak etmiş, her defasında aynı şiddette şaşırmışımdır. Vicdan nasıl susturulur…Güçlü benlik duygusu olanlar savunma mekanizması olarak sanatı kullanıyor demekki…Abartılı ahenk içeren herşey beni hem mest eder hem de güzelligle tezat bir şekilde tedirgin eder. Bu tedirginliğin altında yatan şey belki de o an bilemeyip göremesem de sezgisel olarak bu savunma mekanızmasını algılamamdandır.
Yazı güzel. Lâkin Türk Sineması yazmaktan korkmayın. Inanın bir kaybınız olmayacak.
Cesaret isteyen bir sey oneriyorsunuz. Bas kaldirmaktan ote buyumek, ozgurlesmek icin kahramanlarimizi oldurmek lazim cunku fusmanlarimizla savasacak gucumuz olur ama sevdiklerimiz, hayran olduklarimiza benzemeyi seceriz. Esaretten otedir bu. Korkuyla degil hayranlikla baglanir, yuceltiriz. Cocuklar gibi.
Annesinden siddet goren cocugun aglaya aglaya yine annesine sarilmaya cabalamasu gibi bir sey. Onu sever, korkar ya da gidecek bir yeri yok zanneder, kendini nasil koruyacagini bilmez, kacacagi yer korkutur belki, gececegini annesinin yine ona sarilacagini bilir. O yuzden bazi cocuklar anneleri, babalari oldukten sonra buyur ya.
Zor olan zihnimizdekileri bizim oldurmemiz
Bence kimseyi kahraman yapmayalım !
Anlamak esas olan. Severiz ya da sevmeyiz , bizim bileceğimiz iş 😉
İsterse gelmiş geçmiş en büyük dahi olsun! Eğer o kişi iyi ve merhametli değilse, yaptığı eserin benim için bir değeri kalmıyor. Elimde değil. Ben bir daha Cemal Süreyya şiiri okurken aynı hissedemeyeceğim. Ya da, bir Picasso eserine bakarken parçalanmış bir kadın slüeti göreceğim. Bence kişi, sanat ve kişiliği ayrı değerlendirilemez! Karakteri bozuk olanın sanatı güzel olsa ne olur!?
Hep içinde yaşadığımız hayatların ortak meyvesidir. Bu toprakların din, feodalite, gelenek görenek ve içinde büyüdüğümü ailelerin farklı özelliklerini çarpışan… Kimse gökten zembille düşmez. Evet şiddeti azaltmak kişisel değildir, siyasetten bile tüm muhaliflere terörist muamelesi yapan bir iktidar var mı… Var iştehep güş kazanıyor algısı için oylar bile çalınıyormu… Kimse yalnız başına mükemmel olamaz. Kurban olmak kaçınılmazsa direniş haktır.
Elinize, emeğinize, yüreğinize sağlık. Gerçekten de çok doğru, çok güzel ve çok etkileyici bir yaı.
Yeterince zaman ayırarak Kahlo’dan Marie’ye, Bourgeois’ten Madonna’ya, kadın olarak örnek aldığınız, ilham aldığınız, öyküdüğünüz tüm kadın sanatçıların ve düşünürlerin kirli çamaşırlarını ortaya dökmek mümkün.
Etki tepkiyi doğurur, şüphesiz bu çıkarımlara kalbinizi sarsacak bir cevap alacaksınız.
Kadına şiddeti pratikte tamamiyle bitiremeyiz, azaltabiliriz. Azaltmalıyız. Bize yakışan budur. Ancak bir adamı gönülden, koşulsuz sevmeyi başaramamış, toplumsal normlara, egosal saplantılarına, “en doğrusunu” bulmaya takıntısı olduğunu asla kabul etmeyip ilişkilerini etiket üzerine kurmuş kadınların; ne centilmenliğin, ne medeni kadın erkek dinamiklerinin özümsenmediği bir toplumda büyüyüp, okuduğu kitapla, izlediği filmle, girdiği entelektüel ortamla ülkenin kolektif belleğinden, yaşanmışlıklardan zihnini ayrıştırabildiği sanrısının esiri olmuş kadınların, eşitliği savunurken alt metinde her daim erkekten üstün olduğunu düşündüğünün belli olmadığını düşünebilecek kadar gözü dönmüş kadınların, herkes gibi hayata bir miktar öfke duyan ve öfkesini yanlış doğrultuya yöneltmiş pasif agresif kadınların, ve benzeri çarpık zihinli kadınların…
Ant olsun ki erkekliği öldürmesine, erkeği sindirmesine, erkeği erkek yapan dinamikleri “suç” konumuna getirmesine izin vermeyeceğiz.
Açın gözünüzü, bu makaleyi yayımlayan yazar “erkeklerin kırılgan egolarını yaralamadan başarılı olmanın yolları” konusunda size taktik vermeye cüret etmiş bir garip. Attığı her adımı planlayan, kalbini yüksek standartlarının karantinası altına almış, kendini erkeklerden üstün gördüğü apaçık ortada olan, bir erkeği ne kadar sevebildiğiyle değil, onu yöneterek sevebilmenin taktiklerini yazarak varolan, mutsuz biri. Umarım tüm isyanları, kendinden günlerini vererek okuduğu idealize edilmiş metinler ve analizler, makaleleri onun sadistçe ama en acınası yanı sinsice yönetmekten vazgeçemediği erkeklerden sadece bir tanesiyle mutlu olabilmesine vesile olur. Eminim içindeki yükle yaşaması çok zordur.
Sanat uçlara giden, ya da kesinlikle gidemeyen, bu yüzden gönlüne bıçak saplanan, bunun sonucu olarak istemsizce eser doğuran hatalı kuldur. Ahlaken idealize edilmiş sanatçı profilinin, mümkün değil ancak tüm normlara uyarak yaşamasıyla, kadın olsun erkek olsun, ulaşabileceği tek mertebe katipliktir, hatipliktir, reklam yönetmenliğidir.
Art niyet avcısı manipülatörler cımbızla çekip saldırıya geçmeden önce açılımını yapayım.
“Erkeği erkek yapan dinamikleri “suç” konumuna getirmesine izin vermeyeceğiz” derken ifade etmek istediğim ancak ayrıntısına girmediğim dinamiklerden kastım kesinlikle kadına el kaldırmak değil, asla.
Erkeği erkek yapan dinamikler diyerek şair neyi kastetmektedir?
Mantığıyla hareket etmesi, bir sevgili çift kendisini savunması gereken herhangi bir durum olduğunda önce erkeğin harekete geçmesi, yüksek sesle konuşmak, sinirlenince bağırmak sözlü şiddet adı altında savunduklarınızı siz uyguluyor musunuz- , son sözü söylemek, masaya yumruğunu vurmak.
İdealize edilmemiş, koşulsuz sevgi üzerine kurulu her ilişkide bunlar kanun gibi değil, yalnızca gerektiği zaman devreye giren unsurlar olarak kalır.
Sizi derinden seven bir erkek size vurmaya asla kıyamayacağı, bunu aklından bile geçirmeyeceği gibi masaya vurarak bile sizi ürkütmek istemez zaten.
Üç ve son:
Kahraman dediğin Jeanne d’Arc’tır, Mahatma Gandhi’dir, Martin Luther King’dir, Che Guevara’dır, Mustafa Kemal’dir. Kahraman topluluklara, sanatçı bağ kurabildiklerine mal olur.
Martin Luther King mi kahraman? https://medium.com/@nicknugent/martin-luther-king-a-great-man-but-not-a-good-man-cebd2d0fb0db
Öncelikle herkesin özgür bir şekilde kendini ifade etme ve düşüncelerini söyleme hakkı var. Ancak yazdıklarından gördüğüm kadarıyla eleştiri yaparken bile karşı tarafı yok sayma, aşağılama gibi yanlış bir tavır takınmışsın. Yazıyı önyargısız bir şekilde okuduğunu düşünmüyorum. Öyle olsaydı bu yazının kimseyi küçük düşürmek, sanatını yok saymak için ya da kadınları üstün göstermek için yazılmadığını anlamış olurdun. Yazıda asıl anlatılmak istenen şu: Bir insanın ürettiği, yarattığı her neyse yaşadığı toplumdan ve kendi iç dünyasından beslenir. O yüzden bu ikisini ayırmak ne kadar doğru olur? Eğer bir sanatçının ürettiği ile bunun kendi yaşamındaki ifadesi birbirinin zıttı ise düşüncelerini içselleştirememiş demektir. Ki asıl sorgulanmak istenen bu. Kendi alanlarında gayet güzel eserler veren ve iyiyi, doğruyu savunan bu sanatçılar, konu kadınlara gelince birden ataerkil kafa yapısına sahip insanlara dönüşüyorlar. Bunu anlamak için de kendimizle ve toplum değerleri ile yüzleşmemiz, önyargılarımızdan kurtulmamız gerekiyor, bazıları için ne kadar zor olsa da. Bir erkeği erkek yapan nedir konusuna gelince, öncelikle insan olmasıdır ve insana yaraşır bir şekilde davranmasıdır. Dürüst, onurlu, erdemli, saygılı bir birey olmasıdır. Toplumun ona yüklediği hep güçlü olması gerektiği yanılgısından kurtulup kadınların da öncelikle insan olduğunu ve varlığına saygı göstermesi gerektiğini içselleştirmiş olmasıdır. Aynı şekilde kadınlar için de geçerli bu. Ayrıca hangi koşul altında olursa olsun şiddet hiçbir şekilde kabul edilemez ve kimin yaptığından bağımsız olarak ele alınması gerekir. Birbirimize saygı duymayı öğrenemediğimiz ve birbirimizi kabul edemediğimiz sürece bu tartışmalar çözümsüz kalacak malesef. O yüzden öfkemizi haksız yerde ifade etmektense varolan bu sistemi sorgulamak ve çözüme ulaşmaya çalışmak en doğrusu diye düşünüyorum. Gerçekten bunları konuşmak, tartışmak bile çok üzücü bir durum. Binlerce yıldır aynı konu ve insanlar hala kendi egoları için birbirini incitmeye, yok etmeye devam ediyor. Kadınlar ve erkekler olarak üstünlük yarışına girmektense, birlikte nasıl daha güzel bir dünya yaratırız onun kavgasını vermek gerekiyor bence.
Kaynaklarınızı da belirtseydiniz daha doğru bir içerik olurdu diye düşünüyorum mesela “Hannah Gadsby’nin netflix’deki belgeseli” gibi
Bu icerigi hazirlayan var ya gitsin acunla seyma ile ilgilensin…suc duyurusunda bulunacagim
Yan komşu mehmet bey eşini dövüyor kimsenin gıkı çıkmıyor..Cemal Süreyya dövüyor olay oluyor..kafamızda insanları kahramanlaştırdığımzda mükemmel olmalarını bekliyoruz..onlarında insan olduğunu unutuyoruz..şiddet kesinlikle normal,olağan gördüğüm bir eylem değil..ama toplum olarak kişiden kişiye verdiğimiz tepkiler bile ikiyüzlülüğümüzün ya da “bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın”cılığın bir kanıtı..Ha şu da varki sadece geri kalmış ülkelerde şiddet davalarında mahkeme kadının yanında..kimsenin akıl sağlığı sorgulanmıyor sadece gerçekleştirdiği eylem konuşuluyor..unutmayın ki şiddeti uygulayan erkekleri de kadınlar yetiştiriyor..şunu da sorgulamak lazım..kadın şiddet görüyor,ekonomik özgürlüğü de var ama gitmiyor??? Birçok durumda şiddeti uygulayan ya da maruz kalanda normal değil..kökten halletmek ise bi hayal..anne karnında hissettikleri stresten, okuduğumuz masal kitaplarından başlamak lazım ataerkil olayını düzeltmeye…MEB birinci sınıf kitaplarında hala “Lale un ele” “Ülkü tülü ütüle” gibi cümleler varken,salağın önce gideni bir kırmızı başlıklı kız varken bu iş imkansız..maalesef durumu kabul etmek lazım..şiddet her yerde bunu ünlüsü,okumuşu yapmış farketmiyor yani!
Çok beğendiğim Charlie Chaplin de bu minval üzeredir sanırım.
Bugün Urfa’da iki genç kız, kendilerine cinsel istismar uyguladığı için tutuklanan babalarının salıverilme ihtimali nedeniyle intihara kalkıştı. Çünkü biliyorlar ki aynı suçu işleyen başkaları en kötü ihtimalle iyi hal indirimi aldı. Aile ve evin direği baba imajının sarsılmaması daha önemli bu kızların yaşadığı travmadan. Buradaki yorumların bir kısmında da yazınızdaki kişiliklere politik kimlikleri nedeniyle kol kırılır yen içinde kalır deniyor, en kötü ihtimalle iyi hal indirimi bekleniyor. İki yaklaşım arasında fark göremiyorum.
Çok temiz yazı olmuş, elinize sağlık.
Kadına karşı şiddetin savunalacak bir yanı yok elbette. Ama bu insanlar hangi hayat içinde yetişmişler ki böyle sapkınlıklar gerçekleştirmesinler; sosyalizm, eşitlik yolunda tam örnek olsunlar. Böyle birisini mi arıyorsunuz? Bulamazsınız! Biz insanlar hatalarımızdan ders çıkarıp yolumuza devam etmeliyiz. Onlar da öyle yapmıştır muhtemelen ya da bu vahşi hayat içinde onların bu yönünü görmeye sıra gelmemiştir. Bu yazıyı yazan “kahramanları öldürüyor” peki bugün ki gerçeklikle hiç ilgisi var mı? Yok! Tek satır yazmamış! Neden? Kendi geçmişini bugünden yargılamayla meşgul çünkü! Yazık!
Hep düşündüğüm bir konuydu ama böylesine etkileyici bir anlatımla ifade edileceğini düşünmemiştim.Kutluyorum.
Öncelikle en başından belirtmeliyim ki Ataerkil yapıya bütünüyle karşıyım. Erkek egemen yapı her ne kadar kadına fiziksel/duygusal şiddet alt yapısıyla bir zulüm uyguluyorsa da diğer yanıyla farketmeseler de erkeklerin de bir düşmanı. Feminizm ve Erkek özgürlük hareketi gibi aslında aynı amaca hizmet eden ama öznelerini karşı cins olarak alan akımların çoktan birleşmesi gerektiğini ve Kadın kimliğine veya Erkek kimliğine odaklanmadan kimliksizlik üzerine çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki burada iki satırla açıkça altını doldurarak ifade edemediğim bu düşünceyi en başında belirtmemin sebebi yazacaklarımın ön yargı ile okunmasının önüne geçmek. Çünkü militanlık ne yazık ki her hareketin at gözlüğü olduğu gibi burada da elbet kendini gösterecektir.
Asıl sorulması gereken soru KAHRAMAN nedir? Kimdir? Bir aziz midir? Olmak zorunda mıdır? “The Worst Sinners Make The Best Saints” deyişinden yola çıkarak Azizlerin bile azizlik için baştan sona aksamadan hayatları boyunca sürmüş bir ütopik ve evrensel doğruluk ispatına ihtiyaç duymadıkları bu dünyada sadece bir kahramandan toplumsal örnek oluşturmasını ve hatasız bir kul olmasını beklemek bana aşırılık geliyor. Neden öldürelim Kahramanlarımızı? Öldürmeyelim sadece onları azizleştirmeyelim , ütopikleştirmeyelim onları hataları eksikleri olan birer insan olarak kabullenelim yeter. Bu yaptıkları hataları da kabullenelim onları da normalleştirelim anlamı taşımıyor elbette.
Öyle bakacak olursak yukarıda Boğa arkadaşımızın belirttiği Mahatma Gandhi bile kadına değersiz bir varlik olarak bakan ve karısını anlamsız takıntıları ve inanışları sebebi ile doktora bile götürmeyerek ölümüne neden olan bir bağnaz. Bu hayatta saygı duyduğunuz herkesin ama herkesin hayatına bir göz atın. Muhakkak eleştirecek , yargılayacak birşeyler bulursunuz. Burada konumuz kadına şiddet başlığında ama kadına şiddeti önleme konusunda bir öncü bir örnek olan birinin ayak fetişisti olması veya koyu bir solcu veya koyu bir dinci veya veya veya hayatının bir döneminde dolandırıcılık yapmış borç harç takmış birisi olması ihtimali hiç de yadsınmayacak kadar yüksek bir ihtimal. İnsanız çünkü. Bir konuda bir öncü bir örnek olurken başka bir konuyu yönetmeyi beceremeyecek bir yüz karası olabiliriz. Ki bu yüz karalık bile tartışmalı bence en başından. Bir kahramanın ayak fetişisti olması fazlasıyla etik ve dindar düşünen biri için bir sapkınlık sayılabilecekken ve Kahramanımızı öldürmek için bir sebep olabilecekken cinsel kimliğin bastırılmasının karşısında savaş veren biri için ek bir kahramanlık bile olabilir. Borç harç takmış bir güvenilmez bir dolandırıcı olması sadece zenginlere taktığı borçlar ile yoksulların yanında olan bu şekilde kendisi zevkü sefa içinde başkalarının paraları ile yaşarken diğer taraftan yoksullara büyük iyilik yapmış birini birinin kahramanı diğerinin toplum düşmanı kılabilir. Bu suçu “aslında ekonomik eşitsizliğe isyan eden romantik bir başkaldırı” olarak nitleyerek temizleyemez ama “adi bir dolandırıcı” diyerek de kirletemezsiniz. Önemli olan zamanına bıraktığı etkidir. Kadını bir mal olarak gören ve karısına etmediğini bırakmayan Mahatma Gandhi koca bir toplumun özgürlük yolunda lideri olmayı başarmış zorlu bir hayat haşamış bir Kahramandır. Kahramanlığı kadına şiddet konusunda önderliğinden değil İngiliz emperyalizmine başkaldırı konusundaki önderliğiden gelir. “İki ayyaş” diyerek bir kesim için ööö kaka varsayılan bir durumu ön plana çıkarmak sureti ile Atatürkün bizim için tüm yaptıklarını nasıl ki öldüremeyeceksek Mahatma Gandhiyi de öldüremeyiz.
İnsanı kusurları olan bir varlık olarak kabullenmek herşeyden önce, “romantik bakış açısının” mücadelesini verdiğiniz davayı hedef kitleye ulaştırmanızdaki engebeli yolunuzda size engel olmasına izin vermeyen başarılı bir araçtır.
Mücadelesini verdiğimiz konuyu iletmek veya parlatmak için hiç bir kahramanı öldürmemize ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. Nitekim hep erkekler hakkında konuştum. Oysa ki benim nice Kadın kahramanım vardır ki kendilerini çok severim ama hayatlarına baktığınız zaman bu bakış açımız ile kendileri öldürmemiz gerek! Kimseyi öldürmek istmiyorum. Hepsini eksikleri gedikleri ile hizmet ettikleri şeylerle anımsamak ama hiç birinin birer tanrı olmadığını bilmek bana huzur veriyor.
En önemlisi ise hayatlarının bir döneminde hatalar yapmış ruhların hayatları tamamlanmadan evvel bu hataları çözebilecek fırsat bulabilmeleri. Reenkarnasyona inananlarımız için bu hayatta ne yaptığınız değil ne ders aldığınız önemli ki bir sonraki hayatınızda da çözemediğiniz aynı konuyla boğuşmayın. Hayata olgun bir ruh olarak gelin. Ama herkesin kendi yollarında o olgunluğa çoktan ulaşmış olmalarını beklemek ulaşamadıkları için onları öldürmek bence fazla agresif.
Bunlar benim düşüncelerim.
Sevgiler ve saygılar
Eline sağlık. Çok güzel yazmışsın.
Bu yazı ve bugün Hasan Ali Toptaş…
Çok önemli bir yazı olmuş. Emeğine sağlık.