in

Uyanış Mah.-Tefrika Roman 3. Bölüm (Ben: Olayların Başlangıcı)

Birinci Bölüm | Önceki Bölüm

Bütün her şeyi anlatmaya nereden başlamalı inanın bilmiyorum. Çünkü o acı olay bir anda ortaya çıkmamış, birbirini izleyen tesadüfler bu olaya neden olmuştu. O güne dair hatırladığım ilk şey başlarda çok boş bir gündü. Sıkça yaşanan türden. Sokak lambasının altındaki kaldırımda yan yana dizilmiş oturuyorduk. Osman ve Memik’ in olduğundan eminim ama bir de Selçuk vardı yanlış hatırlamıyorsam. Mayıs’ın bir günüydü, bahar yaza dönmek üzereydi. Normalde o saatte derste olurduk ama gençlik bayramı dolayısıyla okul yarım gündü ve sonrasında gençler için tören vardı. İstesek okulda kalırdık tabi. Okul bahçesinde bandocuları izlemek hiçbirimize mantıklı gelmemişti. Kaçtık. Gençtik de şey değildik yani.

Memik hariç hepimizin üzerinde okul kıyafetleri(gri pantolon, açık mavi gömlek, lacivert ceket) vardı. Memik bizim son sınıfında olduğumuz liseden bir önceki sene mezun olmuştu. Mezun olmadığı zamanlarda da o andakinden pek farklı olduğu söylenemezdi. O mezun olunca kimse ne sevinmişti, ne üzülmüştü anlayacağınız. Onların ailenin diğer bireyleri gibi Memik’ in de sesi çok güzeldi. Çocuğun hakkını yemeyelim. Osman’la ben aynı sınıftaydık. Bizim dersler fena sayılmazdı. Kafalar basıyordu bir kere. Selçuk daha merkezi bir okulda okuyordu, onun bize göre façası daha düzgündü ama notları berbattı. Selçuk’ un okula karşı tavrı belliydi. Dersten çıkar çıkmaz kravatını başına “Rambo” gibi takmasından anlardınız, bunu.

Sigara markalarından, o an hiçbirimizde sigara olmayışının ne kadar çekilmez olduğundan, onuncu sokaktan arkadaşımız Tarık’ı o gün hiç görmemiş olduğumuzdan, onu görebilsek onda kesin sigara olacağından, kavgalardan, kızlardan, mahallede olup biten olaylardan bahsederken, baya ciddiydik. Selçuk’un alnına sardığı kravat ve o an toz toprak içinde kaldırımda oturuyor oluşumuz bunu engellemiyordu. Konu birkaç gün evvel Osman’la birlikte karıştığımız bir kavgaya gelince sazı elime almış olayı heyecanla diğerlerine anlatıyordum. Önemli bir yerinde kesip, merakla devamını bekleyen Selçuk’u “Harbiden bir tek bile yok mu la” diye son kez yokladım. Yoktu. O sıra Ramazan her zaman yaptığı gibi, yanımıza kadar gelmiş, sağ baş tarafa -selam bile vermeden- sessizce oturmuştu. Biz hiç böyle yapmazdık, bir ortama sonradan katılıyorsak, önce bir “selamın aleyküm” çeker, şöyle herkesi tek tek ayağa kaldırır, yanak yanağa tokalaşırdık. Aşağısı kurtarmazdı. Ama Ramazan zaten cinsin biriydi.

Ben gaza gelmiş anlatmaya devam ederken Ramazan’ın oturduğu yerde kıpırdandığını hissediyordum. Acaba biz istemeden sigara mı çıkarıyordu? Sağıma dönüp baktığımda, paçasını yukarı çekmiş, çorabının lastiğine sıkıştırdığı sigara paketini çıkarışını gördüm. Başka bir şey dileseymişim. Nemden ve baskıdan ezilmiş pakette en az dört-beş tane sigara olduğuna yemin edebilirdim, zayıfın kaburgaları gibi her şey ortadaydı. Sigara konusunda pinti biriyle karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk. Gerçi aramızda o konuda bonkör davranabilecek kimse yoktu. Sadece Tarık sigaranın hesabını yapmazdı, o da ortalıklarda yoktu. Vay yavşak kesin enayi gibi törenleri izliyordu. Ha bir de hakkını yemeyeyim Kerem vardı, o da sigarasını esirgemezdi, aklımıza geldi ve gitti, çünkü yakınlarda sigarayı bırakmıştı. Bir ihtimal yine de onların sokağı kesiyordum, Keremgilin yani. Belki geri başlamıştır belli mi olur. Selçuk hemen zıpladı: “Ramazan birini ver de aramızda çevirelim la” dedi, kıymetli bir şey istediği her halinden belliydi. Ramazan önce bir “cık” sonra “Hep böyle yapıyonuz … koyim, sizde olsa biz göremiyoz bir şey, idareli içiyom diye sadece bende paket oluyo, al işte” dedi ve nemli paketten bir tane sigarayı tırnaklarıyla yavaşça çekti. Önce sigaranın filtresi göründü, sonra gövdesi, nihayetinde bir bütün sigara çıktı ortaya. Öyle izledik. Hiçbir şey söylemeden, sigarayı ağzına aldı ve körükleyerek yaktı. “Hiç öyle bakmayın o’lum başka çıkarmam” demese bir tane daha çıkarıp ortama sunacağını ummaya devam edecektik. Sonra sigaradan peşi sıra abartılı fırtlar alıp, yoğun dumanı burnundan çıkarmaya başladı. Sekiz-on kere bu şekilde nefeslenip ateşi uzamış ve filtresi iyice ısınıp yumuşamış sigarayı Memik’e uzattı. Tabi biliyor onun bir daha dönmeyeceğini. Memik o sıralar Ramazan’a biraz bozuktu. Yüzünü ekşiterek uzandı , sigaraya.

Ramazan durup dururken“Hacıkadın’ın bebelerini kim dövmüş la” diye bir laf attı ortaya. İstediği konuyu konuşmayı acayip hak etmişti. Konuşurken duman ağzından çıkmaya devam etti; cümleyi bitirdiği an burnundan bir miktar daha çıkıp tükendi. İki üç saniyelik kısa sessizliği yine kendisi bozdu: “Fatih’i dövmüş birileri”. Ciddileşmişti. “Hacıkadın’ın bebeleri” gibi genel bir ifadeden” Fatih” gibi özel bir ifadeye geçişinde önemsenmesi gereken bir şey olduğu açıktı.

Ben bana gelmesini beklediğim sigaranın sabırsızlığı ve biraz önce anlatmakta olduğum hikâyeye dönme isteğiyle söylediklerini duymazlıktan gelmiştim ki; kendisine ikram edilen sigarayla küslüğünü unutan Memik söze girerek “Hangi Fatihmiş la” diye sordu. Kibarlık yaptı güya. “Şu müteahhit var ya, Gümüşhaneli hani, Ömer miydi neydi adamın adı, onun oğlu, Hırsız Şenolgille takılan” diye cevapladı. Yapışık vaziyette oturduğu Memik’in göğüs hizasına bakarak konuşuyordu. Yalakalık yaptığı için onu mahcup etmek istemiyordu. Benden kaçmaz. Durumdan sıkılmış lafa girdim: “Eee ne olmuş, dövmüşlerse dövmüşler”. Tüm vücuduyla bana dönen Ramazan “Kardeş Dutluk’ta oradan bebelerle karşılaştım, kazma kazma konuşuyolardı, bir şey söyledikleri de yok, böyle imalı imalı saçmaladılar, Boyacı Ali’ydi biri, şebek gibi gülüyodu enayi, o pezevenk öyle sırıtıyosa kesin sakat bir şey vardır ben söyleyim, hem bak Sarı, sana da acayip gıcık oluyo o bebe, peyniri ağzından düşürsün diye bir iki zarfladım ama ne olduğunu söylemedi, belki kendisi de bilmiyor ne olduğunu ama ben asıl “sizden kimse tek gezmesin o’lum” deyince kıllandım. Kimine, neyine güvenecek de bu lafı edecek bu dingil, başka bir şey var bence, siz eminsiniz herhalde yakınlarda onlarla ilgili bir mevzu olmadığından”. Konuşurken kullandığı “imalı” ve “saçmaladılar” kelimeleri ne anlama geldiğini bildiğimiz ama bize çok uzak kelimelerdi. Fazla kibardı ama gülmedik, Ramazan’dı işte. Bir de sigarasını içiyorduk, ayıp olurdu şimdi bakarsak. Bahsettiği Boyacı Ali’yi tanıyordum, bizden birkaç yaş büyük, kaypak, düzenbaz, yalancı, dandik biriydi. Tam sopalık tiplerden. Onun beni de ima edecek şekilde böyle cüretkar konuşması sinirlerimi bozmuştu. “La sen de Ramo ne mevzumuz olacak, olsa senden mi saklıycaz, bi de tek gezsek ne olacakmış la, alayı gelse ne olacakmış” deyip diğer çocuklara bakındım. Bir daha çıksın bakalım karşıma o yavşak, sorarım ona bunları” diye parladım. Selçuk da sağolsun yandan gazlıyordu. Bir yandan sözü kestirip atmak, konuyu kapatmak istiyordum, diğer taraftan da içimde yükselen kızgınlığın peşine düşmüş hıncımı bir şeylerden çıkarmak istiyordum.  “Kardeş ben çözerim neymiş mevzu, adam olsa döversin, dövmeye bile değmez ki bu, bizden kim saldırmış Fatih’e onu bir öğrenelim önce, anlarız sonra asıl meseleyi” diye karşıladı, Ramazan. Sakin gibi görünmeye çalışsa da benden daha heyecanlı bir hali vardı. Heyecanlı hali tabi beni ilgilendirmiyordu, aklım meselenin aslından çok Boyacı Ali’nin sözlerinde kalmıştı. Herkesin önünde açıkça hakaret edilmiş hissediyordum. Epey havaya girmiştim hani. Sinirden söyleyecek söz bulamayıp, laf olsun diye onun son kelimelerini tekrarladım : “Anlarız sonra asıl meseleyi, anlarız”. Yersiz hiddetim ortamı suskunlaştırmıştı ve biraz önce sırası bana gelmiş sigarayı hakkımdan fazla içme ayrıcalığı kazanmıştım. Bilirsiniz kızgınlık bazı sorunları çok hızlı çözer.

Aslında konuşulan şeylerde o kadar takılacak bir şey yoktu. Ama gelin de bunu o zamanki halime anlatın. Selçuk’un “Bu mal ne koşuyo la böyle” diyerek yukarıdan bize doğru koşturan Zafer’i işaret edişine kadar burnumdan solumaya devam ettim. Palavracılığıyla tanınan Zafer’in birkaç metre arkasındaki Mustafa Abi’yi de görebiliyordum. Ondan mı kaçıyor acaba diye düşünmedim değil. Gerçi Mustafa Abi’de birilerini kovalıyormuş gibi bir hal hiç yoktu. Koşsa anında anlardım, adam yürüyordu işte. Mustafa Abi’ yi birini kovalarken hayal etmek de ayrıca zordu.

Zafer, bütün olayları abartarak anlatmasının dışında iyi bir çocuktu ve abartmalarının altında herhangi bir art niyet olmazdı. Belki de gerçek denilen şeyi fazla yavan buluyor kendince ona bir şeyler ekleme, onu süsleme ihtiyacı duyuyordu. İyiydi ama palavracıydı işte. Bu yüzden onu dinleyen herkes anlatılan konunun öz olarak doğru olduğunu bilir ancak, efsanelerin gerçeklikle ilişkisini araştıran tarihçiler gibi, bahsettiği olaydaki eylemlerin boyutuna, kişilerin sayısına vs. kötümser bir şüpheyle yaklaşırdı. Yani her yerde her zaman karşılaşabileceğiniz türden, başkaca belirgin bir özelliği olmayan biriydi.

Bu arada -söylenmese olmaz, o zamanlar Mustafa Abi, Zafer’in ablası Neşe Abla’ya fena yanıktı. Bunu mahallemizde bilmeyen yoktu. Mustafa Abi’nin eksik olduğu herkes tarafından bilinen tahtalarını yerinden söken şeyin Neşe Abla’ya olan aşkı olduğu söylenirdi. Zaten mahallemizde bu tip şeylere doğrudan şahit olmazdınız. Buna benzer iki üç olaya bu şekilde şahit olduğunuzu söyleseniz adınız palavracıya çıkardı. Denildiğine göre onu ailesinden defalarca istetmiş ama Neşe Abla’nın babası kızı onun Neşe’yle evlenmesine bir türlü olur vermemişti. Tabi “Topala verecek kızımız yok” diyecek halleri yok, “Kızımız evlenmeyi düşünmüyor” demişlerdi. Kuyruklu yalan. Mustafa Abi de ola ki kız evlenmeyi düşünmeye başlar diye Neşe Abla’dan umudunu kesememiş, ne yapsın.

Mustafa abi yürümediği zamanlar, sabit durduğunda, mesela bir masada otururken, gayet tipi düzgün adamdı. Hani saz çalarken falan. Bu arada Sazcı Mustafa diye bilinirdi. Oradan da bir ince geliri vardı, yani. Ama işte gencecik yaşında topal kalmıştı. İnsanlar o kadar garip ki, görünen herhangi bir uzvunuz iş göremez haldeyse evliya olsanız prim yapmıyorsunuz. Tam tersi görünen uzuvlarınız tastamam yerindeyse, bunlar azıcık birbiriyle uyumluysa, sizden iyisi olmaz. Aslında herkes bilir, görünmeyen organlar daha önemlidir, kimse bunun ciğeri bitik mi, kalbi güçlü mü, dalağı yarık mı, bağırsakları sağlıklı mı merak etmez. Hele beyindeki noksanlıkla kimse ilgilenmez. Gözler renkliyse ya da en azından anlamlı bakıyorsa, vücut da belirli standartlara uyuyorsa yeter de artar. Zaten şimdiye kadar başıma ne geldiyse gözüme ve kulağıma fazla güvenmemden gelmiştir. Oysa burun, ağız ve ten hiç yanılmaz. Arada böyle büyük sözler ediyorum kusuruma bakmayın.  Yani sonuçta Mustafa Abi, o kadar berbat görünmüyordu.

Mustafa Abi Zafer’in ardından aksayarak geliyordu gelmesine ama bunun bir de öncesi vardı. Biz sonradan öğrenecektik. O kötü olay olduğunda herkes bütün olanları anlamak için işte bu anlara yönelecekti. Yine de kimse bir şey anlamayacaktı ama olsun. Denemeleri de bir şey.

4 Yorum

Cevap Yazın

2 Pings & Trackbacks

  1. Pingback:

  2. Pingback:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Google Çalışanları Şirket İçi Cinsel Taciz ve Irk Ayrımcılığına Karşı Yine Eylemde

Avrasya Araştırma’dan Yeni Anket: İstanbul Bıçak Sırtı, Ankara’da Yavaş Farkı Artırıyor