in

Uyanış Mah.-Tefrika Roman 2. Bölüm (Sokak Lambası: Şahitlik Başlıyor)

Eyüp Rol

(Uyanış Mah. birinci bölümü okumadıysanız tıklayabilirsiniz.)

2.Sokak Lambası: Şahitlik başlıyor

Şu cadde, bu sokak benden sorulur efendim, hatta bütün mahalle. Kimin veledi hangi bahçede ağlıyor, dün mahalle çocuklarının kaybettiği bilyeler nerelerde, şu patlak egzozlu arabada kimler var, buradaki kanalizasyon kapağından yılda kaç fare firar eder, asfaltlarımızda kaç yama kaç çukur bulunur, üç kıraathanemizin camlarından ve duvarlarından kaç süt şişesi katran çıkar, biracılar kimlerdir hangi kuytuda içerler, rakıcılar kimlerdir kimin evinde kurarlar masayı, Çeto’nun karısı kaç bardak kahve içti balkonda, kızlarına kimler sulandı, dün Aziz’in kahvede erketeye kim baktı, gecenin yarısı baskına gelen ekip arabası kaç kilo çayla ne kadar şekere fit oldu, kavgacılar kimler, kimler daha pazarlıkçıdır, her şeyi bilirim.

Bir sokak lambasına bu kadar malumatı çok görmezsiniz herhalde. Havadisleri; her köşedeki dostlarımdan, her sokaktaki arkadaşlarımdan alırım. Tellerimin ulaştığı yerleri söylesem dudağınız uçuklar. Övünmek gibi olmasın, ampulum Amerikan yapımıdır, Polonyalı bir işçinin bükümünü yaptığı reflektörüm ve koruma kapağım Alman malı, İngiliz çeliğidir, 1000 watt güçle bakarım akşamları, batmak üzere olan güneşin paslı sarısında birleştirir ışığım, dokunduğu her şeyi. Altın sarısı kar tanesi görmek isterseniz, karlı bir kış akşamı hepinizi beklerim. Çapraz profillerle birbirine tutturulmuş dört ayağım, on metre kırk beş santimetre boyundadır. Kafes direk diye tabir ederler, branşmanlık görevindeyim. K4 tipi bir direğim, dört tona kadar yük çekerim, efendim.

Atalarım, analarım 1902’den beri bu ülkede, ilkin Tarsus’da başladı akrabalarım, sonra İstanbul Silahtarağa’ya gitti onların yakınları, şimdi olmadığımız yer yok.  Şahsen kırk yedi yıldır buradayım, 3684 saat 12 dakika 29 saniye 46 saliselik lambam, geçen yıl on üç Temmuz’da yenilenmiş izolatör fincanlarımla, uzun zamandır kamu hizmetindeyim. Gönüllülük desek daha doğru olur belki. İçimden gelerek icra ediyorum mesleğimi. İstesem bir bisiklet çarpmasıyla belimi büker, bir baharda paslanır emekliye ayrılırdım. İstemedim. Şu dibime dökülmüş betona, şu tellerime yaslanan ağaçlara, şu nesil nesil büyüyen insanlara, onların konuşmalarına, dert edindikleri şeylere öyle alıştım ki, elektrikler kesilmediği ve insanlar yaşadığı sürece, sonsuza kadar hiç kıpırdamadan burada kalabilirim. Biz cansızlar pek konuşmayız, çınlar, tınlar, titreşiriz sadece. Yani sıkıcıyızdır. Ama sizler ne kadar macera dolusunuz. En basit cümlenizi duyduğumda bile gerçekliği tartışılmaz bir başkalıkla karşılaşmanın hazzını yaşıyor, saadetten coşuyorum. Bu yüzden eğer bir gün görevden alınırsam da, şöyle insanı bol bir yer istiyorum. Vasiyet sayabilirsiniz, bunu.

Önceleri hiç böyle değildi. Keyifsiz bir sokak lambasıydım, efendim. Mesela camım kırıldığında ya da bir çınlama musallat olduğunda çok derbeder hissederdim. Hele o balastımın çınlaması yok muydu, uzun süre doğru düzgün bir şey duyamayıp, aksi, kuruntulu bir şey olmuştum. Başlarda hiçbir şey anlamadığım, sonraları kendileriyle eğlenmeyi bile becerebildiğim bu mutsuzlukları taşımak öyle zor gelmeye başlamıştı ki. Sadece mutsuzluklar da değil, mutluluklar da bir garip olmuştu. Sanki her gelip gittiklerinde üzerime şimdiye ait bir tortu bırakıyorlar ve tortu yığıldıkça bakışlarım eski ferini, eski parlaklığını yitiriyordu. Şu trafodan gelip, üç yola dağılan sekiz kablocuğu bile taşımaktan yorgun hissediyordum. Bir an önce paslanıp, çürüsem de, bir hurdalığa atılıp yıllarca toprağa karışmayı beklesem dediğim çok olmuştur. Eğer var olmak bu tekrardan ibaretse, “kalsın” diyordum…

Ama şu yeni sodyum buharlı lamba yok mu? O takılınca çok şey, hiç beklemediğim şekilde değişti. Dirilmiştim, yine -yaşamımın ilk yıllarındaki gibi- ışığımın vurmasıyla açığa çıkan ayrıntılardan çocukça bir haz duyuyordum. Mahalle çocuklarının oyunları yine çok heyecanlı, Sarı Recep yine çok komik gelmeye başlamıştı. Neşe önümden geçerken Mustafa’nın ona neden aşık olduğunu ancak o zaman anladım. Yaşayacağım anlar bütün renkleriyle ve en güzel sesleriyle beni bekliyordu. Artık görülecek, görmeyi heyecanla beklediğim çok şey vardı. Geleceğe umutla bakıyor, onun nasıl mucizevî bir belirsizlik olduğunu ta içimde hissediyordum, efendim.

Mahallemizin beşinci sokağını o zamanlar ışığımda görseniz, kim bilir ne çok beğenirdiniz. Yazları gecekondularımızın bahçelerinde saklanmış cırcır böcekleri mesaimle birlikte ötmeye başlardı. Derin uykuda bile olsam uyanacağım müthiş bir ses. Yoldan geçen camı açık arabalardan sızan arabeskten başka müzik dinlemek şansım olamaz, malumunuz. Farklı noktalardan gelip tellerime çarpan bunca cırcır böceğinin sesi beni büyülerdi. Bırakın onların beni uyandırmasını, ben heyecanla erkenden uyanıp onların ötüşlerini bekler olmuştum. Sanki bu ses dalgaları ışığımda da bir dalgalanmaya neden oluyordu. Nesneler bu sesle çalkalanıyordu. Böyle akşamlar oyun oynayan çocuklar, öbek öbek mahalleye dağılmış genç kızlar-oğlanlar ve hem egzersiz, hem bir çeşit sosyalleşme, hem de mahalleye dair dedikoduları öğrenme amacıyla ikişer üçerli gruplar halinde yürüyüş yapan anneler sokakta olurlardı. Ben de mahallemizin insanlarını, böyle zamanlarda tanırdım. Bu yüzden kış gelip de evlere tıkılmalarını hiç istemezdim. Sümsük çocuklar, çay seven anneler evlerinin bahçesinde çay içiyor olurlardı. Babaların bir kısmı Çeto’nun kahvesinde, bir kısmı Yavuz’un Kahvesinde bir kısmı da sümsük çocukları ve fiziğini önemsemeyen karılarıyla bahçede çay içiyor olurlardı. Onları izlemek benim için ne demektir, bunu anlamanız biraz zor, efendim.

O kışların hakkını yemeyeyim. Kar yağdığı günlerde geceler bitsin istemezdim. İlginçtir, akşamları yoğunlaşan o, karbon-monoksit kokusunu da severdim. Çocukları karla oynarken ki kadar mutlu ender görürsünüz. Genellikle sıkıcı geçen kış günlerinin hareketsizliğinden bunalan çocuklar olağan fiziksel koşulları epeyce değiştiren kara masalsı bir şey gibi bakarlardı. Kayabiliyorlardı, düşseler yaralanmıyorlardı, kolayca bir şeyler inşa edebiliyorlardı. Bütün bunları yepyeni bir ışıkla görüyordum, efendim.

 

Dıııııııııııııııııııııııtttt. Hatırlıyorum her şeyi. Bu mahallenin çocuklarıydı hepsi. Ben bunların, kısa şortlarıyla düşüp, dizlerini ilk yaralamalarını bilirim. Yalnız ben bir sokak lambasıyım, efendim. Geçmişi insanlar gibi hatırlamamı bekleyemezsiniz. Bende hafıza bildiğiniz türden bir şey değildir. Elbette, bu yaşananlardan etkilenmediğim anlamına gelmiyor. Anıların izleridir benim hafızam. Son halimdedir hepsi, insanların sahip olduğu gibi bir hayal gücüm olmadığından görüntüleri yansıtıp, içine hapsettiğim bir depom yok.  O yüzden fotoğraflardan değil, kelimelerden ibarettir anılarım. Daha önce edilmiş cümleler durur benliğimde, göremediklerimin kelimesi vardır ancak resmi silinir gider. Bu yüzden gevezelikten usanmayacağım gibi, görmekten de hiç usanmam. Gördüklerime, onların o hallerini bir daha göremeyeceğimin bilinciyle bakar, kimi zaman cümlelerini oluştururken o an karşımda oluşlarını daha da vurgulamak ve benliğime o şekilde işlemek için, yalnızca şimdiki zamandan faydalanırım. Kimilerini ise, doğrudan geçmiş zaman olarak kaydederim, bunun ileride anlatılacağı ihtimalini ön görmüşüm demektir. Ama gördüğüm şeyin sıradan olduğu bazı zamanlar -mesela sıradan sakin bir gece-, sıkıntıdan, bütün zaman kiplerini o yaşanan şey için ayrı ayrı kullanarak kendimce oyun oynarım.

Bu anının bir kısmı da bende şimdiki zaman: Şu sağ baştaki kumral çocuk Ramazan, akranlarına hiç benzemez, hisli, duyarlı bir garip çocuktur.  Yanındaki keçe saçlı olan Selçuk Çiftçi, mahallemizin bitirimlerinden Levent Çiftçi’nin kardeşi olur kendisi, abisi yüzünden serseriliğe bulaştı da böyle cello bello pozlar takınıyor, gerçekte çok efendi ve saygılı biridir. Onun yanındaki yani tam ortadaki Sarı, bu çocuk -efendim affınıza sığınıyorum- fırlamanın, serserinin önde bayrak tutanıdır, öyle vicdansız, öyle anlayışsız ve de duyarsız. Onun yanındaki Osman, Perçem Osman yani, aslında o karşı mahallede oturur ama hep buradadır, bizim Sarı’ nın ekürisi. Açıkçası kendisini çok iyi tanımam ama çok fena kavga ettiğini görmüşlüğüm, karatede ülke çapında altın madalyaları olduğunu duymuşluğum var. Onun yanındaki esmer çocuk Mehmet, arkadaşları Memik der ona, yanağındaki çene kemiğine paralel uzanan çizgiyi görebiliyorsunuz değil mi oradan, onu yara izi sanmış olmalısınız ama değil, gamzedir onlar, çok uzun bir gamze ve ne kadar sevimli değil mi? Memik’in yarayla bereyle pek işi olmaz, mülayim, uyumlu, tertemiz bir çocuktur ki, şaşarsınız.

Normalde bir araya gelen bir beşli değil bu, kesin bir hinlik peşindeler. Bu saatte üzerlerindeki okul üniformasına bakılırsa okulu kırmışlar yine haylazlar. Memik dışında dördü de lise son öğrencisi. O geçen yıl mezun oldu.  Bu arada saat on bir olmuş, neredeyse öğlen olacak. Sahi bunların bu saatte ne işi var burada. Ah şu Sarı yok mu, eğer bir şey varsa kesin onun başının altından çıkmıştır. Çocukken ne kadar efendi, utangaç, sevimli bir çocuktu. Annesi nereye oturtsa orada saksı gibi saatlerce gık çıkarmadan dururdu. Ne olduysa ergenlikten sonra oldu bu çocuğa, birden gözlerinden ateş saçmaya başladı, tanrım sürekli bir şeylerin peşinde. Hani yaşını bilmeseniz, o sessiz durduğu zamanlarda, sürekli bu günleri tasarlamış diyivereceksiniz. Sürekli bir planı var. Kendi başını belaya soktuğu yetmezmiş gibi, bir de arkadaşlarını sürüklüyor peşinde…

Böyle söylediğime bakmayın, o da benim çocuğum sayılır. Diğerleri de öyle. Hepsi kıymetlidir benim için ama Ramazan’ın yeri ayrıdır bende, onu ayrı tutar, başka türlü severim. Mahalleye taşındıkları günü bilirim. İlkokul çağında çocuktu, o zamanlar. Bakın şu yolun bitimindeki bayırın alt kısmına doğru boş bir alan var görebiliyor musunuz, hah işte onun biraz soluna doğru bakın… Gördünüz mü? İşte orada hademelik yapan bir Yeter Hanım var, Ramazan onun yeğenidir. Zaten o kadıncağız yardımcı oldu, onlara buradan bir ev buldu da tarlayı tapanı satıp bu evi aldılar. Sarhoş babasına kalsa köyden dışarı bir adım atamazlardı. Yeter Hanım’ın oğlu Erhan ile şu yaramaz Sarı aynı sınıftaydılar. Yeter Hanım çok istemişse de kendi çalıştığı okula yazdıramadı, Ramazan’ı. Ramazan başka okulda okumasına rağmen okulu kırar halasının oğlu Erhan’ı görmeye gelirdi. Her şey ne kadar hızlı değişiyor. Sarı o zamanlar okulda nasıl uslu, okulunda nasıl çalışkan. O tarihlerde de Ramazan yerinde duramıyor. Bütün akranları ona hayran. Farklı bir sebepten halasının oğlu Erhan da çok tanınırdı. O yaşlarda futbol topunu ayağının ucunda yorulana kadar sektirebiliyordu. Yorulana kadar diyorum, bunun sayısı bazen iki bin bazen üç bin olurdu, efendim. Sadece çocukları değil beni de çok şaşırtıyordu, bu. Çocuklar, büyükler hep birlikte onu izlerdik. Sonrasında talihsizlik hiç peşini bırakmadı çocuğun. Gelişme çağlarında çok fazla top sektirdiği için, anormal gelişen vücut kasları yüzünden bariz bir kamburluk yerleşti, sırtına. Bu bozukluk başka şeyleri tetikledi ve vücut gelişimi yavaşladı. Sürekli hastanelere gidip gelseler de bir türlü çözemediler sorununu.

Ramazanlar benim bulunduğum sokağın alt paralelindeki sokakta oturuyorlardı. Ondan birkaç yaş büyük Şenay isminde güzelce bir ablası, pis suratlı Hüseyin isminde kapkara bir tane, bir de onlardan daha küçük yüzünü zar zor hatırladığım Ahmet isminde bir tane erkek kardeşi vardı. Onların ailede anne ve babası üzerinden dağılmış iki farklı yüz türü vardı, efendim. Annesi, ablası ve Ramazan’ın yüzünde iyilik sezdiren bir hoşluk, bir sıcaklık vardı ama babası ve kardeşi Hüseyin’in yüzünde rahatsızlık veren, onların kötü olduğunu düşündüren bir kurnazlık, yüzün ana hatlarını ele geçirmiş şekilde, hangi ifade eklenirse eklensin hiç değişmiyordu. Ancak küçük kardeşlerinde anne ve babanın tam bir sentezi ortaya çıkmıştı. İki tarafın iyilik-kötülük andıran yüz hatları bu çocukta ideal oranda karışarak yok olmuş gibilerdi. Annedeki hafif karşıya bakan küçük burun deliklerindeki iyimser arzu, babadaki sert bir kavisle aşağı yönelen kocaman burundaki kurnazlıkla; annenin yuvasına göre minik çekik gözlerindeki utangaçlık, babanın ileriye bombe yapmış iri gözlerindeki denetleyicilikle; annedeki yumuşak yüz hatlarına yayılmış güven, babadaki sınırını aşan abartılı keskin hatlarındaki acımasızlıkla karışmış ve sanki o aileden olmayan, silik nötr bir sima çıkarmıştı ortaya. Belki de bu yüzden bu çocuğu anımsarken zorlandım. Ramazan ise suratının ortasına sonradan çakılmış gibi duran kocaman delikli kemikli burnu dışında, tüm yüzünü annesinden almıştı, efendim.

Ramazanlar mahallemize Yozgat’ın bir köyünden göç ettiler. Üç katlı müstakil evin kot altında kalan bölümünde yaşıyorlardı. Biraz evin imkân vermemesinden biraz da annesinin temizliğe pek düşkün olmayışından evleri sürekli pisti. Bahçedeki hurda eşyaların dağınıklığının da yardım ettiği evdeki bu yıpranmışlık hali bütün ev ahalisinin üstüne başına hatta tenine sinerdi. İş bilmez babasının ileride bir işe yarar diye atmaya, hurdacılar istediği parayı vermediği için satmaya kıyamadığı araba lastiği, inşaat malzemeleri gibi eşyalardı, bunlar. Yalnız ablaları biraz bakımlıydı, onlara göre daha yeni görünürdü.

Babası eve hayır etmez, kumarcı, palavracı bir adamdı, efendim. İş bulabildiği zamanlar inşaat işlerinde amelelik yapar, kazandığı üç kuruşu da evine gitmeden aynı gün kumarda ya da içkide bitirirdi. Terbiye için değil ama anlık kızgınlıklar yüzünden çocuklarını ya da eşini dövdüğüne çok kere tanık olmuşumdur. Ondan kimse iyi bahsetmezdi. Annesini hiç tanıyamadım. Hani sorsanız onu mahallede de tanıyan yoktur. Evet efendim artırıyorum, kocası ve çocukları dahil kimsenin onu tanımasına ihtimal vermem. Kendisini evlerine inen merdivenleri telaşla süpürürken ya da ağzını gözünü kapamış, çekinerek bakkaldan dönerken görmüşlüğüm olmuştur. Onda yoksullukla yoğrulmuş, talihsizlikle ezilmiş öyle bir çekingenlik vardı ki; yüzüne bile bakmadan kenarından geçilip gidilirdi. Kadıncağız akşamları onların sokağındaki dostumun altından geçerken üzerine ışık düşmesinden bile çekinir, hemen titreyen gölgelere çekilirdi, efendim.

Ramazan erken yaşta çalışmak zorunda kaldığından sokaklarla da erken tanıştı. Birkaç yıl içinde, o küçük yaşına rağmen hangi semt olursa olsun, gittiği her yerde onu tanıyorlardı. Bütün sokak çocukları, baliciler, çocuk hırsızlar, ayakkabı boyacıları, sucular, parklardaki avareler onu kendilerinden görür, ona denkleri gibi davranırlardı, efendim. O yaşlarda mahallemizdeki hiçbir çocuğun hayal bile edemeyeceği bir durumdu, bu. Çünkü bahsettiğim tiplerin arasında olup, bir hanım evladı muamelesi görmemenin, şamar oğlanı olmamanın hiçbir yolu yoktu.

Bütün bu avantajlarına rağmen Ramazan hiçbir zaman tam serseri olmadı ya da olmak istemedi. Yaşı biraz ilerleyip on beş-on altı yaşlarına geldiğinde bu daha da belirginleşti. Belki bunda babasından korkusu da rol oynamıştır. Çünkü kavga etse ve bu olay herhangi bir şekilde babasının kulağına gitse evde mutlaka sağlam bir kötek yiyeceğini bilirdi, efendim. Köteği; kavga ettiği ve kavga babasına göre kötü bir şey olduğu için yemezdi. Birinden ‘gereksiz yere’ söz işitmekten hiç hoşlanmayan babasının, çok üzerinde düşünmeden ulaştığı bir tercihle oğluna kestiği ceza olurdu, bu. Bir keresinde onu kalın bir sopayla öldüresiye dövdüğünü, hatta karyolanın altında hareketsiz kalan çocuğu öldü sanarak bıraktığını mahallece biliriz, efendim. Sonrasında çürüklerden kömür gibi kapkara olmuş vücuduna aldırmaksızın şu meşenin altına gelmiş, konuyu hiç açmadan güle eğlene misket oynamıştı.

Belki de serserilikten erkenden diploma aldığını düşünüyordu. Çünkü ortaokul çağlarında değişen çetelerle oto teybi çalma işlerine girdiğini bilmeyen yoktu. Hatta bu yüzden, birkaç kez evlerine polis bile geldi.(Sonraki dayağı siz düşünün) Uzak semtlerden, düz kontakla araba çalıp benzini bitene kadar sürüp bir kenarda bıraktıklarına da bizzat şahidim. Bir seferinde hemen şu ilerideki trafonun hizasına bırakmışlardı. Araba orada belki aylarca bekledi de kimse bu kimindir demedi.

Sonraları Ramazan’ın tavırları çok değişti, efendim. Mahalle gençlerinin kavgadan kavgaya koştuğu dönemlerde, Ramazan iz gibi gelir, dövüş hikâyelerini sonuna kadar dinler, olayın içindeymiş gibi fikirler öne sürer oldu. Genelde vicdani, olayı büyütmemeye yönelik şeyler söylerdi. Ancak asla korkaklıkla suçlanacağı kadar pasif bir konumda da durmazdı. Babasından aldığı acımasız sırıtışı yüzünde zorlanarak tutar, gerekiyorsa bıçaklı, sopalı kavga etmekten çekinmeyeceğini dolaylı olarak anlatan bir şeyler söylerdi. Diğerlerini bilmem ama sözleri bana pek inandırıcı gelmezdi. Çoğu zaman karşı tarafı tanıyor olur, bizim çocuklara yaranmak için onlar hakkında düşmanca konuşsa da işin aslı genelde öyle olmazdı. Mahalledeki, komşu mahallelerdeki, onların komşuları mahallelerindeki bütün bitirim tipleri yakından tanırdı. Bazı zamanlar bizim çocuklara yaptığı konuşmaların benzerlerini onlara da yapıyordu.

O gün de beşinci sokağa komşu mahallemizden birilerinden kulağına çalınan olası bir kavga haberinin, aslını-astarını öğrenmek için gelmişti. Fikrimi soracak olursanız, Ramazan geldiğinde bu çocuklar burada olmasaydı, ya da en azından Sarı olmasaydı, belki o kötü olay yaşanmayacaktı. Suçlamak için söylemiyorum, tespitte bulunuyorum. Sokak lambaları kimseyi suçlamaz, efendim.

Sonraki Bölüm

5 Yorum

Cevap Yazın
  1. Beğenerek okuyorum, yazarın kalemine sağlık. Üçüncü bölümü ne zaman yayınlamayı düşünüyorsunuz, bir yayın periyodunuz var mıdır merak ettim?

2 Pings & Trackbacks

  1. Pingback:

  2. Pingback:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yaratıcı Kadının Hayatta Kalma Kılavuzu

Bir Savaş Kötülemesi: Ademoğlu Nerdeydin?