in , ,

Pis Okurun Notları (221 -226 )

221.) Philip K. Dick, Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis, Çeviren: Nur Yener, Alfa Yayınları, Roman

PKD, belli bir dönemden sonra yoğun LSD kullanımın da etkisiyle gerçeklikle olan ilişkisini sorgulamaya başlar. Sorgulama devam ederken önce insan – zaman – varlık sorunu üzerinde yoğun olarak düşünürken ilerleyen yıllarda düşüncesinin merkezini teolojik sorunlar almaya başlar.

Teolojik sorgulamalar neticesinde de Valis Üçlemesi diye anılan son üç romanını kaleme alır.

PKD, teolojik sorgulamalara başlamadan önce, kimlik üzerine yoğunlaştığı dönemlerde  “Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis” isimli romanını kaleme alır.

1974 tarihli romanda PKD, özellikle sinemada bir dönem bolca kullanılmış olan bir klişeyi tersine çevirir.

Bahsettiğim klişe, “Esas kahraman uyanır ve kim olduğuna dair hiçbir şey hatırlamamaktadır. Öykü ilerledikçe kahramanla beraber biz de onun kim olduğunu öğreniriz.” temeline dayanır.

Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis’de kahraman bir yerde uyanır, kim olduğunu gayet iyi hatırlamaktadır ancak onun hatırladığı dünyada oldukça meşhur olmasına rağmen, uyandığı dünya onu tamamen unutmuştur ve onun var olduğuna dair tüm izler silinmiştir.

PKD’nin Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis’de yarattığı evren, onun birçok kitabında olduğu gibi totaliter bir yapıdadır. Kimlik belgeleriniz olmadan sokağa bile çıkılamayan bu dünyayı tam bir distopya olarak tanımlayabiliriz.

Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis, bir yanıyla başarılı bir distopya diğer yanıyla (bugün biraz eskimiş olduğu söylenebilir gerçi) başarılı bir polisiyedir.

Tüm bunlarla birlikte PKD’nin paranoid bilimkurgu evrenine giriş biletiniz de olabilir.

222.) Mario Vargas Llosa, Teke Şenliği, Çeviren: Peral Bayaz, Can Yayınları, Roman

Ruh hastası diktatörler sıralaması yapılsa kendine üst sıralarda yer bulacak olan Rafael Leonidas Trujillo Molina; 1930’dan 1961’e değin Dominik Cumhuriyeti’ni yöneten bir isimdir.

İktidarda kaldığı 31 yıl boyunca 50.000’den fazla insanın ölümüne neden olduğu düşünülen Trujillo; siyasi rakiplerini köpek balıklarına atmasıyla, makam mevki sahibi yaptığı bürokratların eşleriyle birlikte olmasıyla ve yine aynı bürokratların ergenlik dönemine girmiş kızlarının bekâretlerini bozma fantezisiyle bilinen bir isimdi.

Trujillo, 1961’de uğradığı suikast sonucu öldürülünce Dominik rahat bir nefes almış, içine düştüğü kargaşadan çıkmaya çalışmış ve iyi kötü bir demokrasi olma yoluna girebilmiştir.

Junot Díaz’ın yazdığı Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı isimli romanı, yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım tarihi olaylara acı veren bir mizahla bakmaya çalışan bir eserdi. Bununla beraber, Mario Vargas Llosa’nın, Teke Şenliği isimli romanını Trujillo, dönemini adeta bir belgeselci titizliğiyle ele alan çok önemli bir yapıt olarak anabiliriz.

Teke Şenliği’nde; Trujillo’nun son günü, Trujillo’ya suikast düzenleyecek ekibin suikast gününde ve sonrasında yaşadıkları ve Urania isimli bir bürokrat kızının yıllar süren gönüllü sürgünün ardından Dominik’e geldiği gün yaşadıklarını okuruz.

Llosa, üç kanaldan akıttığı romanında zamanda ileri – geri sıçramalar yaparak Trujillo dönemini, öldürüldükten sonra yaşananları ve yeni rejimin kurulma basamaklarını büyük bir başarıyla anlatır.

Teke Şenliği’ndeki ana karakterlerden Urania dışındakilerin tamamı gerçek kişilerdir. Urania ise, Trujillo rejiminden bir şekilde kurtulabilmiş kişilerin sözcüsü olarak sunulur. Onun dışındakilerin yaşadıkları; belgeselci titizliği ile okura sunulurken kahramanların düşünceleri, içine düştükleri çelişkiler, korkuları, endişeleri, istek ve beklentileri Llosa’nın romancı yanı sayesinde başarıyla anlatılır.

Teke Şenliği, bir diktatörün kişisel hırsları nedeniyle esir aldığı bir ülkenin içine sürüklendiği çürümenin analizini yaparken merkezine aldığı karakterlerin derinlemesine çözümlemelerini sunarak unutulmaz bir roman olmayı başarır.

223.) Javier Marias, Karasevdalılar, Çeviren: Saliha Nilüfer, YKY, Roman

Pis Okurun Notları’nın 150. Maddesinde Javier Marias’ın Beyaz Kalp isimli romanını deerlendirirken, yazıyı “Beni en çok etkileyen on yazar saymam gerekse listede adı üst sıralarda yer alacak olan Milan Kundera ile Javier Marias akraba yazarlar gibi göründü gözüme.” ifadesi ile bitirmiştim. Aradan geçen zamanda nihai hedefim olan Yarınki Yüzün üçlemesine başlama fırsatım olmadı ama yazarın 2011 verimi olan, dilimize ise 2015 yılında kazandırılan yapıtı Karasevdalılar’ı bitirebildim.

“Bitirebildim” ifadesini bilinçli olarak kullandığımı özellikle belirtmek isterim. Beyaz Kalp de anlatımdan taviz vermeyen zorlu bir romandı ama Karasevdalılar okuru tartaklama kapasitesi ile başka bir seviyedeydi.

Romanın anlatıcısı, bir yayınevinde çevirmenlik yapan Maria Dolz’dur. Her sabah kahvaltı yaptığı yerde “mükemmel çift” diye adlandırdığı bir karı-kocayı gözlemler ve onların aşkına gıptayla bakar.

Kent yaşamında çoğu kişinin aşina olduğu bir durumdur bu anlatılan. Çoğumuz hemen her gün karşılaştığımız insanlar hakkında fikir yürütür, onların yaşamlarıyla ilgili tahminlerde bulunuruz.

Maria Dolz, çoğumuzun aşina olduğu bu tecrübeyi detaycı kişiliği nedeniyle bir üst noktaya taşır. Marias, yarattığı kahramanın dilinden sayfalar sürecek çözümlemeler yapar ve okur için bu durum ilk başlarda hoş bir deneyimken sayfalar ilerledikçe Maria’nın anlattıkları arasında boğulmaya başlarız.

Romanın devamında Maria, mükemmel çiftin erkek olanının hiç tanımadığı bir kişi tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Roman bu noktada polisiye edebiyatın sınırlarında gezinse de Marias, ortaya koyduğu durumdan yola çıkarak insanlığa dair çözümlemeler yapmayı sürdürür.

Karasevdalılar, zorlu okuma deneyimine açık okurlar için tatmin edici bir roman ama adındaki cazibeye kapılıp başlayacak okurları epeyce hırpalayacaktır.

Javier Marias’a Karasevdalılar’ın yayımlandığı yıl, İspanya edebiyat dünyasının önemli ödülleri arasında sayılan, Kültür Bakanlığı tarafından verilen Narrativa Ulusal Ödülünü reddetmesiyle gündeme gelmişti. O dönemde iktidarda olan partiye mesafeli olduğu için ödülü reddettiği söylenen Marias, kurumsal ödüllere karşı olduğu için kabul etmediğini açıklamıştı.

(Pis Okurun Notları’nın 223. maddesini kaleme aldığım günlerde maddeyi aşağıdaki cümlelerle bitirmiştim:

Marias’ın adı, sık sık Nobel Edebiyat Ödülü ile birlikte anılır. Yukarıdaki bilgiler ışığında Marias’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması halinde ne tepki vereceğini merak etmemek elimde değil. )

Maalesef, 11 Eylül 2022’de Marias, görece olarak erken bir yaşta (71. yaş gününe dokuz gün kala ) hayatını kaybetti. Sonuç olarak, Marias’a Nobel Edebiyat Ödülü verilir mi verilirse ne tepki verir gibi sorular da boşta kaldı.

224.) Gün Zileli, Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Kaos Yayınları, Tarih

Güneş Sistemi’nin ya da Evren’in büyüklüğünü anlatan belgeselleri izlerken bir noktadan sonra anlatılan mesafelerin benim için somut bir anlam ifade etmediğini fark etmeye başlarım. “Evet, baya büyük ve uzak” başlığı altında topladığım düşüncelerimin, insan zihninin bu ölçekteki büyüklükleri algılamadaki yetersizliği nedeniyle olduğunu biliyorum.

Yukarıdakine benzer bir algı yetersizliğini tarih boyunca insanların yaptıkları kötülükleri konu alan kitapları okurken, belgesel ya da belgesel olmayan filmleri izlerken de yaşıyorum.

Örneğin, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan bombalar nedeniyle yaklaşık 220.000 kişi öldü; Holokost nedeniyle en az altı milyon insan öldürüldü; Ruanda soykırımında 800.000 insan katledildi ya da Blohin (…) deri kasap önlüğünü giydi ve başına kepini geçirdi (…) Alman tabancasını kullanarak tam 28 gece boyunca 7.000 kişiyi öldürdü. (Zileli, s. 194) gibi ifadeleri okuduğumda zihnim adeta felç oluyor ve bu boyuttaki kötülüğü anlayabiliyor ama algılayamıyorum.

Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için, sözü uzatmak pahasına 2012 tarihli The Act of Killing belgeselinden bahsedebilirim.

İzleyenler bilecektir, belgesel 1960’lı yıllarda Endonezya’da gerçekleşen darbenin liderlerinin görevlendirdiği paramiliter güçlerin elli yıl sonra; rejim karşıtı, muhalif ya da komünist olarak mimledikleri insanları zamanında nasıl öldürdüklerini anlattıkları parçalardan oluşur.

Kurbanlarını nasıl yatırdıklarını, telle nasıl boğduklarını, cesetleri ne yaptıklarını büyük bir rahatlıkla ve övünerek anlatan insanları izledikçe kanımın çekildiğini hissetmiş, zihnime doluşanlar nedeniyle tüm duygu / düşünce dünyam alt üst olmuştu.

Belgeselde anlatılanları anlamış ama yaşananların önemli bir kısmını algılayamadığımı da hissetmiştim.

Kötülüğün bu büyüklüğe ulaşması benim algı sınırlarımın dışında kalmıştı.

Gün Zileli’nin, Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar, isimli çalışmasında anlattıklarının bir kısmını zaten biliyordum. Buna rağmen, bildiklerimin kronolojik alarak derli toplu bir şekilde yeniden anlatılması; bilmediklerimi de aynı sistematik yapı içinde öğrenmiş olmak bende yine yukarıda anlatmaya çalıştığıma benzer sorunlara yol açtı.

Kitabı okuyup, monarşiyi devirip işçi sınıfının hâkim olacağı ideal ve adil bir devlet kurma hayaliyle yola çıkıp akıl almaz bir diktatörlüğe dönüşen SSCB’nin yetmiş yıl bile varlığını sürdürebilmiş olmasına şaşırmamak elde değil.

Zileli, kitabı için yüzden fazla kaynağa başvurmuş. Kitap temel olarak iki ana kısımdan ve üç alt bölümden oluşuyor.

Tek Parti’den Tek Adama Doğru adını taşıyan birinci kısım yazarın, 1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne (Bilim ve Sanat Yayınları, 2019) adını taşıyan kitabını tamamlayan ve bu kitabın devlet terörünü merkeze alan uzantısı olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın ikinci kısmı ise “Gulaglar” adını taşıyor ve Soljenitsin’in tabiriyle Gulag Takımadaları’nın tarihçesi ile bu kamplardaki yaşamı anlatıyor.

225.) Stalin’in emri ile gerçekleştirilen ve toplamda yaklaşık 22.000 Polonyalı subay, sivil ve aydının başlarına birer kurşun sıkılarak öldürüldüğü Katin Ormanı Katliamı’nı da Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar isimli kitap sayesinde öğrendim.

Polonya, 1940’dan itibaren SSCB-Almanya ittifakının yarattığı meşru ortam nedeniyle batıda Naziler’in doğuda da Sovyet askerlerinin işgali nedeniyle iki dev silindirin arasında kalır. SSCB ile Almanya savaşa tutuşana kadar da fiilen iki ayrı devletin işgali altında kalır.

Katin ormanlarında yaşanan katliam da bu dönemin en sembolik olaylarından biri olur.

Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın 2007 tarihli Katyn isimli filmi bu dönemde yaşananları anlatan en vurucu yapımlardan biridir.

Katyn’de; Polonyalıların iki dev güç arasında kalıp ezilmelerini, görünürde taban tabana zıt olan iki ideolojik yapının yeri geldiğinde zımni işbirliği içinde nasıl çalıştıklarını izleriz.

Katyn, dönemde yaşananlar hakkında temel düzeyde de olsa bilgi sahibi olmayı gerektiren filmlerden.

Wajda, filmin ilk yüz dakikasında doğrusal bir anlatım benimser ve 1939 ile 1945 arasında yaşananları farklı insanların yaşadıkları üzerinden anlatmayı tercih eder. Filmin son yirmi dakikasında ise başa döneriz.

Bu tercihten dolayı ilk yüz dakika konuya hâkim olmayanlar için epeyce savruk ve karmaşık olarak algılanabilir. Bu karmaşıklık yanılgısı, yönetmenin işgalcilere yönelik “yok aslında bir farkınız” düşüncesini aktarabilmek için bilinçli olarak tercih edilmiş gibidir.

Toparlayacak olursam, “Katyn” 2. Dünya Savaşı’nın pek bilinmeyen taraflarını oldukça gerçekçi ve eleştirel bir tutumda anlatmayı başarabilen tarihi film meraklıları için biçilmiş kaftan diyebileceğim bir yapım.

Filmin Künyesi:

Katyn (2007)

Süre: 122’

Yönetmen: Andrzej Wajda

Senaryo: Andrzej Mularczyk, Przemyslaw Nowakowski, Wladyslaw Pasikowski

Ülke: Polonya

İMDB: https://www.imdb.com/title/tt0879843/ 

226.) ALIŞVERİŞ SEPETİ:

Yukarıda, Javier Marias’ın 11 Eylül 2022’de hayatını kaybettiğini yazmıştım. Yazarın vefat haberini aldığımda kitaplığımda okunmayı bekleyen Marias kitaplarını tespit edip henüz edinmediklerimi de bir an önce almaya karar verdim.

(Kendi sözlerimi tekrar etmeyi göze alarak.) Zorlu romanları okumayı sevenlere, yazarın başta Yarınki Yüzün üçlemesi olmak üzere bulabildikleri hemen tüm kitaplarını edinmelerini önermek istiyorum.

Nobel komitesi üst üste birkaç yıldır seçimleri nedeniyle küresel çapta eleştiriliyorlardı. İçlerinde yaşanan (ve benim detaylarını bilmediğim) kimi skandallarla da gündeme geldiler.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi, otobiyografik unsurların ön planda olduğu çalışmalarıyla tanınan 82 yaşındaki Fransız yazar Annie Ernaux oldu.

Yazara ödülün verilme gerekçesinin açıklandığı metinde: “Kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını su yüzüne çıkarmasını sağlayan cesareti ve klinik keskinliği   … Ernaux, çalışmalarında, toplumsal cinsiyet, dil ve sınıfa ilişkin güçlü uyumsuzlukların belirlediği bir yaşamı tutarlı bir biçimde ve farklı açılardan analiz etmektedir” gibi ifadeler yer aldı.

Annie Ernaux, başta Seneler isimli kitabı olmak üzere yazdıklarını merak ettiğim isimlerdendi. Yazarı, çok beğenenler olduğu kadar kitaplarını tatmin edici bulmayanlar olduğunu da biliyorum. Yine de  Nobel Edebiyat Ödülü bahanesiyle Seneler’i bir an önce alıp okumak farz oldu.

Pis Okurun Notları’nın 194 ve 195. maddelerinde Selçuk Altun’un ve onun Kitap İçin başlıklı yazılarının benim nezdimdeki öneminden bahsedip şu cümleleri kurmuştum:

“Bu durumda, Pis Okurun Notları’nın dedesinin 99 Yüz, babasının ise Kitap İçin olduğunu söylersem terbiyesizlik etmiş sayılmam, umarım.”

O maddeyi yazmamın üzerinden bir yıldan biraz fazla zaman geçti ve Kitap İçin’lerin beşinci cildi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları etiketi ile raflardaki yerini aldı. Meraklılarına gözden kaçırmamalarını söylemek isterim.

Yazan Onur Uludoğan

1978 yılının sıcak bir yaz gününde dalga seslerinin duyulabildiği bir hastanede dünyaya geldiği rivayet olunur.

Bir türlü ehliyet sınavını geçemediği için korsan taksi şoförlüğü, değişen telif yasaları sayesinde korsan CD satıcılığı, Allah vergisi sesi nedeniyle pavyon şarkıcılığı, pasifist düşünce yapısını bahane ederek bar fedailiği, pimpirikli kişiliği yüzünden de torbacılık gibi alanlardaki kariyer fırsatlarını yeterince değerlendiremedi.

İki yıl okurum diyerek başladığı üniversite yaşamını on üç yıl sonra bitirebilmesi belki de kayda değer tek başarısıdır.

onuruludogan@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Byung-Chul Han: “Olumluluk şiddetinin faili de kurbanı da biziz.”

Beş Kuruşluk Hurda