Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve acılarıyla bağımlı, an’ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir üzüntü, ne de bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler; -çünkü insan tıpkı hayvan gibi bıkkınlık ve acı içinde olmadan yaşamak ister yalnızca, ama bunu boş yere ister, hayvan gibi istemez bunu da ondan. İnsan bir ara hayvana, neden bana mutluluğundan söz etmiyorsun da yüzüme bakıyorsun öylece, diye sorsa hayvan herhalde, söylemek istediğim şeyi hemen unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti, -ama işte o bu sözü bile unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı.
İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur, kendi kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylarla bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An birden burada, birden yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir anın rahatını kaçırır. Zaman tomurundan boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider birden insanın kucağına geri döner. İşte o zaman insan “anımsıyorum” der ve hemen unutan, her an’ının gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve bütün bütüne söndüğünü gördüğü hayvanı kıskanır. Hayvan işte böylesine tarih dışı yaşar: çünkü hayvan geriye hiçbir kesir bırakmayan bir sayı gibi, şimdinin içinde yitip gider, kendini başka türlü göstermeyi bilmez, hiçbir şeyi gizlemez ve hiçbir anda hiçbir zaman olduğundan başka türlü görünmez.
Buna karşın insan geçmişin büyük yükü, gittikçe artan yükü karşısında direnir durur: bu yük insanı ezer, bir o yana bir bu yana eğer, büker, bu yük onun yolunu, görünmez ve karanlık bir ağırlık gibi, tıkar, bu yükü görünürde birkezcik yadsıyabilirse de, çevresindeki benzerleriyle bu ağırlığı hiç de tümüyle yadsımaz: bunu da yalnız onların kıskançlığını uyandırmak için yapar. Bundan dolayı otlayan sürüyü, ya da daha yakın bir sıkılık içinde, henüz yadsınacak bir geçmişi olmayan ve geçmişle geleceğin çiti arasında pek mutlu bir körlük içinde oynayan çocuğu görmekle, sanki yitirilmiş bir cennet düşüncesi kaplar onu. Ama artık çocuğun oyunu da bozulmak zorundadır: ancak zamanı gelince unutmanın dışına çağırılır. İşte o zaman “bir zamanlar” sözcüğünü anlamayı öğrenir, insanlara savaş, acı ve usançla gelen ne varsa her şeyi çözümleyen o anahtar sözcük varoluşunun aslında ne olduğunu kendisine anımsatır -hiçbir zaman sona ermeyecek olan bir bitmemişlik, bir hikaye durumu.
En sonunda ölüm özenilen unutmayı getirir, böylece de hem şimdinin hem de yaşamın yolunu değiştirir, bununla da yaşamın yalnızca kesintisiz bir “bir zamanlar varolma” olduğunun bilgisine, yani yaşamın kendi kendini yadsımakla, kendi kendini yiyip tüketmekle, kendi kendisiyle çelişmekle yaşayan bir şey olduğunun bilgisine damgasını vurur.
Tarih Üzerine (Çağa Aykırı düşünceler’den), Friedrich Nietzsche