Loyola Marymount Üniversitesinde Felsefe Profesörü olan Brian Treanor tarafından kaleme alınan ve ilk olarak Psyche sitesinde yayımlanan bu makale, Akıl Fikir Müessesesi için dilimize çevrilmiştir.
Bugünlerde iyimser olmak biraz zor. İklim değişikliği büyük bir hız ve yoğunlukla her yere ulaştı. Nükleer savaş tehdidi her zamankinden daha karmaşık ve öngörülemez hale geldi. Otoriterlik yeniden canlandı ve tüm bu kötülükler, tarihi korona salgını bizi vurmadan çok önce de vardı.
Ancak, 2016’da o zamanlar ABD Başkanı olan Barack Obama Wired dergisine her zamanki iyimserliği ile şöyle yazmıştı: ‘Gerçek şu ki, insanlık tarihinde yaşamak için bir dönemi seçseydiniz, şimdiyi seçerdiniz. Şu anda, burada, Amerika’da.’ Ertesi sene, Fransız filozof Michel Serres, C’était mieux avant! (Eskiden her şey daha iyiydi!) isimli kitabında bilim ve mantığın başarılarını överken, gerçekliğe iyimserlik ve nostaljinin seçici merceğinden bakma eğilimimizle dalga geçer. Serres, eskiden daha çok iş, daha zor koşullar ve teknolojiden gelen daha az yardım olduğunu anımsatır. Sağlık koşulları daha kötü, etkili sağlık hizmetleri daha az, çatışma ve şiddet ise daha yaygındı. Belki de ‘eski, neşeli günler’ bugün ile kıyaslandığında aslında pek de neşeli değildi. Sadece bir yıl sonra Kanadalı psikiyatrist Steven Pinker, Enlightenment Now (Şimdi Aydınlanma) adlı kitabında benzer bir görüşü savunur. ‘Dünyanın kötüye gittiğini savunmak doğru değil, hatta birazcık yanlış da değil, tamamen yanlış, dünyanın düz olduğunu iddia etmek kadar yanlış.
Veriler bazı nesnel refah ölçütlerinde Obama, Serres ve Pinker’ın haklı olduğunu, ancak diğer taraftan pek çok insanın da hayatlarından tatmin olmadığını açıkça gözler önüne seriyor. ABD gibi bazı ülkelerden insanlar mutluluk seviyelerinde düşüş olduğunu bildiriyor. Peki o zaman dünyanın durumunu nasıl görmeliyiz? İyimserlikle mi, kötümserlikle mi? Bu soruyu yanıtlarken bu dünyanın iyilik ve kötülüğünü birlikte aynı anda düşünmeliyiz.
Bugünlerde her şeyin eskisinden çok daha iyi olduğunu söyleyebilirsiniz, ancak yine de mevcut durum ve gelecekten beklentiler konusunda dikkatli olmak gerekiyor. İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari, Pinker ile aynı fikri paylaşıyor, ama onun sunduğu resmin eksik olduğunu düşünüyor. 2019 yılında Pinker ile yaptığı bir sohbette Harari şunları söyledi: ‘İşler artık insanlar için her zamankinden daha iyi, tabii durum hala nispeten kötü ve çok çok daha kötüye gidebilir.’ Seçilen bu kelimelerin her biri önemli: ‘insanlar için’ (6. Büyük Yokoluşu düşünün), ‘nispeten kötü’ (COVİD-19’u düşünün), ‘çok çok daha kötü’ (İklim değişikliğini düşünün). Adil olmak gerekirse, Pinker’in iddiası işlerin düzeldiği, bu iyileşmenin gelecekte de devam edeceğini söylemek falan değil.
Daha da önemlisi, tarihsel gelişmelere saygı duymamız gerekse de uyanık olmazsak bu, acı gerçeklerle yüzleşmemize engel olur. Bu trajik olaylarla başa çıkamamaksa iyi bir hayat yaşamamıza engel olabilir. İnsanlık durumuna baktığımızda, zengin ya da yoksul, genç ya da yaşlı olalım, hangisi daha kesin ya da daha az kesin? En bariz olanı ölümdür, acı çekmenin kaçınılmazlığı vardır. Hem kendimiz için hem de daha endişe verici bir şekilde sevdiklerimiz için. Herkes hayatın bir noktasında bu şeylerin ağırlığını fark eder. Birçok insan yalnız yaşamanın ya da deneyimlerini başkalarına tam olarak aktaramamanın ya da deneyimlerini anlayamamanın acısını çekiyor. Çeşitli ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, nispeten istikrarlı toplumlarda yaşayacak kadar şanslı olanlar için bile, yaygın adaletsizlik hala devam ediyor.
Okumuş herhangi bir kişi, en başarılı insanlar bile, şeylerin büyük planında nihai çaresizliğinin farkına varır. Proje ya da başarılarımız doğası gereği geçicidir ve sadece birkaçı manasını uzun bir süre boyunca korumayı başarabilir. Bu, şeylerin sallantılı anlamlarına yapışmamıza veya hiçbir şeyin anlamı olmayabileceği olasılığını aklımıza getirmemize neden olur.
Elbette her şey eşitken, daha uzun ömür, daha az yoksulluk ve şiddet evladır, ama tıp teknolojisinin yaşamlarımıza kaç yıl kattığı önemli değil. Kişi, hayatının anlamsız olduğunu veya çok az anlam ifade ettiğini derinlerde hissediyorsa birkaç yıl daha yaşamak, birkaç yıl daha fazla tatmin olmak anlamına gelmez. Mutluluk ve başarıyı saymıyorum bile. Bunun soyut bir düzlemde doğru olduğunu biliyoruz ama yüzleşmek ve anlamak çok zor. Bu nedenle birçok insan hayatın gerçeklerinin karanlık tarafıyla başa çıkmak için inkar, kayıtsızlık, kaçınma kombinasyonuna başvurur.
Gerçeğin zor taraflarını çok geç olana kadar umursamayan bir insanın belki de en ilginç örneği Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü (1886) kitabındaki kahramanıdır. İvan, bize öğretilen o istemek ve peşinden gitmek mefhumlarını başarmıştı: eğitim, sosyal konum, finansal istikrar, profesyonel başarı. Tolstoy şöyle der: ‘İvan’ın hayatı çok basit ve monoton ve aynı zamanda korkunç.’ İvan, hayatının en güzel yıllarında garip bir hastalığa yakalanır ve yatağa düşer. Hayatının görünüşe ayak uydurmak ve kağıt oynamak gibi eğlenceli, dikkat dağıtıcı şeylerle uğraşmaktan ibaret olduğunu fark eder, bunlar da onun ölüm gerçeğini ciddi olarak düşünecek kadar zaman bulamamasına ve onu kontrol edememesine neden olmuştur.
Bu nedenle hayatın acı gerçekleri hakkında daha fazla düşünmemizin çok açık ve net nedeni, onlardan kaçamayacak olmamızdır. Gerçekler kendilerini bize ilginç bir şekilde dayatır. Hiçbir ilerleme ya da zenginlik, acı gerçekleri sonsuza dek görmezden gelmemizi sağlayacak ortamı sağlayamaz. Günün sonunda, gerçekte ne olup bittiğini görme konusundaki isteksizliğimiz önceliklerin yanlış hizalanmasından kaynaklanan daha fazla acıya katlanmamamıza yol açar. Orta yaş krizleri veya yaşam boyu yanlış hedefler peşinde koşmaktan kaynaklanan ölüm döşeğindeki panik ataklar, İvan’ınki gibi. Hayatın gerçeklerini en baştan açık gözlerle görmek ve önceliklerimizi net bir değerlendirmeye dayandırmak her zaman daha iyidir.
İnkar ve kaçınma, dış dünya hakkındaki değerlendirmemizi de bozar. Sağlık, zenginlik, güvenlik gibi şanslara kendimizi kaptırdığımızda hayatımızda nihayetinde kaçınamayacağımız acı gerçekleri inkar ederiz. Biz bazılarından kaçabilirken diğer insanların hayatlarını çevreleyen acı gerçekleri de küçümseriz. Kayıp, yıkım, acı ve ölümü dünyadan asla tamamen kaldıramayacağız. Bununla birlikte dünyayı olduğu gibi kabul edersek -ister ilahi adalet bize dünyanın mükemmel olduğunu söylediği için, ister Alman filozof Friedrich Nietzsche bize her küçük ayrıntıya ‘evet’ dememiz gerektiğini söylediği için veya başka bir nedenle olsun- belirli kötülük örneklerine karşı duygusuz veya kayıtsız davranıyoruz. Kaçınılmaz olan kayıbın kendisi ile değil de türümüzün ve ekosistemin iklim değişikliği nedeniyle kaybolmasıyla ilgileniyoruz. Ya da kaçınılmaz olan ölümün kendisi ile değil de bir mültecinin açlıktan veya hastalıktan ölümü ile. İnkar veya kasıtlı kayıtsızlık pahasına mutluluğu aramak gerilerde kalmış olmalı.
Önemli olan, olan ile olabilecek arasındaki uçurum karşısında umutsuzluğa kapılmak ya da takıntılı olmak değil, bu durum hayatın olaylarına göz yummak olarak tavsiye edilemez. Tam aksine, mesele gerçeğe değer vermek. Bunu yaptığımızda felaketten fazlasını buluruz. Gözlerimizi açmak, dünyadaki başarısızlıkları daha net görmemizi sağlıyorsa, bize başka bir şey de gösteriyordur. Yazar Annie Dillard’ın Pilgrim at Tinker Creek (1974)’te şöyle der:
‘Zulüm, bir gizemdir ve acının boşa harcanmasıdır. Ama bütün bunları kapsayacak bir dünya, uzun kaba oyun olan bir dünya tarif edersek o zaman başka bir gizemle karşılaşırız. Güç ve ışığın akını. Kafatasının üzerinde şakıyan bir kanarya, güzellik, karşılığı olmayan bir zarafet. ‘
Evet, dünya ıstıraplarla dolu, bunun en bariz olanı yaşlılık ve ölümdür. Ama aynı zamanda inkar edilemez bir güzellik, sevgi ve nezaket fırsatlarıyla da dolu. Ve biz, bu gerçekliklerin her ikisini aynı anda kabul etmeliyiz.
Keskin görüşlü bir dürüstlük, naif ya da çocukça mutluluğu bitiriyorsa, onun yerine daha olgun bir şey koyar. Anlayabildiğimiz kadarıyla insan arzu, çıkar ve amaçları doğrultusunda şeylerin iyiliğini anlayan ve kendi iyiliklerinin kıymetini bilen tek varlıktır. Bu, bizim varlığımızdan bağımsızdır. Sonuç olarak, dünyaya bakıp onu takdir etme ve ona minnettar olma imkanına sahibiz, üstelik bunun için ondan memnun veya mutlu olmamız gerekmiyor. Geceleri açık gökyüzüne bakıp Fransız filozof Blaise Pascal’ın başını döndüren sessiz ve sonsuz uzaydan çok daha fazlasını iliklerimizde hissedebiliriz. Gerçeği ve burada olma şansımızı deneyimleyebilir ve onu bir tür hediye gibi takdir edebiliriz.
Sonuç olarak, hem iyimserler hem de kötümserler aynı anda yanılıyor, çünkü her biri gerçeğin yalnızca bir kısmını görüyor. Gözlerimizi bütünüyle gerçekliğe açtığımızda gördüğümüz şey, karanlık ve ışığın gölgeli bir modelidir. Elimizdeki kanıtların tamamı, ‘melankolik neşe’ gibi bir şey öneriyor bize: varoluşun iyiliğinden gelen, içten ve doğal bir neşe; ancak kötülüğün ve melankolinin sürekli mevcudiyetinden dolayı üzüntünün eşlik ettiği bir neşe. Çünkü her şey eninde sonunda sona eriyor. Dünyadaki kötülükleri görmek, hala fırsat varken iyi yaşamamıza yardımcı olur, çünkü ölüm hepimizin başına gelecektir ve yaşlılık bizi yavaş yavaş tüketir. İyiyi görmek, minnet ile yaşamamıza ve gerçeklerin yakıcılığını yumuşatmamıza yardımcı olur.