Çağdaş felsefecilerimizden Yıldız Silier, Oburluk Çağı (2010) isimli felsefe ve politik-psikoloji denemelerinden oluşan kitabında “Etrafımızda bunca zorbalık, sömürü, dışlanma sürerken, duyarlılığın bir türevi olan iç huzursuzluğunun nesi yanlış?” diye sorar ve günümüzün en can alıcı meselelerinden birine dönüşen mutluluk fetişizmini Aristotales, Kant gibi farklı dönem filozoflarının tezleri ışığında yeniden yorumlar. Ona göre, modern insanın bir lanet gibi kaçtığı huzursuzluk, acı gibi karanlık duyguların yerine, takıntılı bir şekilde peşine düştüğü mutluluk arayışı, bireyciliği körüklerken bireyselliği öldürmektedir.
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han ise “Şiddetin Topolojisi” isimli kitabında el artırarak bu duruma olumluluğun şiddeti adını verecektir. Han’a göre eski toplumlardan günümüze kadar gelen süreçte şiddet dönüşüme uğramıştır. Fransız felsefeci ve sosyal teorist “Foucault’nun hapishanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan, hastanelerden, okullardan ve fabrikalardan oluşan disiplin toplumu, günümüzün toplumunu artık yansıtmamaktadır. Onların yerini çoktan camdan ofis kuleleri, alışveriş merkezleri, fitness merkezleriyle yoga stüdyoları ve güzellik klinikleri almıştır. 21. yüzyılın toplumu bir disiplin toplumu değil, başarı ve performansa endeksli bir çalışma ve yaşama toplumudur. Disiplin toplumunun yüksek duvarları artık arkaik bir görüntü sunar. Onlar, emir ve yasaklardan oluşan bir olumsuzluk toplumundan arta kalan hatıralardır.”
Disiplin toplumunun itaatkar öznesi, egemen güç kimde ise ona tabi idi, hükümdar, Tanrı, baba ya da devlete. Oysa başarı ve performans toplumunun öznesi artık kimsenin tebaası değildir, uymak zorunda olduğu emirler, kurallar, yasaklar, ritüeller yoktur, sadece yapabilecekleri vardır. Daha başarılı olabilmek, daha sağlıklı bir hayat sürebilmek, kabarık bir banka hesabına sahip olabilmek, her şeye rağmen anda kalıp mutlu olabilmek… Dünyayı değiştiremez ya da büyük sorunları çözemez belki- zaten böyle bir istenci de kalmamıştır- ama olaylara bakış açısını değiştirip gerçeklik ile oynayabilir. Demirel’in de zamanında dediği gibi “Meseleleri mesele etmezse ortada mesele edecek bir şey kalmaz.” Eğer hayatında istediği şeylerin hepsine ya da en kötü ihtimalle büyük bir kısmına sahip değilse bu içinde yaşadığımız kapitalist sistemin failliğinden değil, öznenin kendisinden kaynaklanır, yeterince efor sarf edip tutkulu bir şekilde peşine düşmemiştir. Yaşadığımız kapitalist evren özsömürüyü, bir tür özgürlük vurgusu, herkesin her şey olabileceği illüzyonunu ile satar. Ancak, hayatının sorumluluğuna sahip olduğunu düşünen özgür geç modernite öznesi için günün sonunda bütün bu “yapabilirsin/yapabilirim”ler, “yapmak zorundasın/ yapmak zorundayım”a evrilir. Randıman ve başarı zorunluluğu özgürlüğü troller.
Disiplin toplumunda sömürü, egemen güçten geldiği için sömürülene yabancı iken, başarı ve performans toplumunda insan kendisini gönüllü olarak sömürdüğü için sömürü içeriden gelir. Sömüren aynı zamanda sömürülendir. Fail de kurban da, kendini özgür olarak gören ve kendi rızası ile kendisini sömüren bireydir.
Bu yüzden günümüzün olumluluk şiddeti, modernite öncesi ve modernite dönemlerinin olumsuzluk şiddetine göre çok daha sinsi ve tehlikelidir. Çünkü fail ve kurban, iyi ve kötü, dost ve düşman kutuplarını barındıran dönemlerin tersine, artık tek tek bireylerin kendi ruhlarından kendilerine yönelen şiddet, bireyin hem gardiyan hem de tutuklu olduğu yeni özgürlük hapishanelerini kurmuştur ve tüm bunların tek bir patolojik tezahürü vardır: Tükenme ve depresyon. Başarı ve mutluluk kazanma konusunda başarısız olmuş birey toplumu ya da sistemi değil kendisini suçlar. “Depresyon, sonsuz olasılıklar içinde insiyatif peşinde koşan bireyin hakim olamadığı bir şeye çarparak yenik düşmesidir.”
Burada Byung-Chul Han’ın sözünü ettiği burnout/tükenme ve depresyon, yazımızın başında sözünü ettiğimiz Yıldız Silier’in iç huzursuzluk tanımından farklıdır. Silier’in kastettiği, toplumcu bir huzursuzluktur. Melankoli de depresyondan farklı bir kavramdır Han’a göre. “Melankolinin temelinde bir kayıp tecrübesi yatar. Onun için hâlâ bir ilişki içindedir, yanında olmayana karşı olumsuz bir bağdır bu. Oysa depresyon her türlü ilişkiden ve bağdan kopmuştur. Her türlü yer çekiminden yoksundur.” Bunu Alain Ehrenberg’in Yorgun Kendilik. Günümüzde Depresyon ve Toplum(2008) kitabındaki depresyon tanımı ile açıklar. Ehrenberg’e göre depresyon, “melankoli eşittir eşitliktir.”, “demokratik insana en yakışan hastalıktır.” Han bunu, depresif insan “egemenliğinden bitap düşen, yani kendi kendisinin efendisi olmaya gücü kalmayandır.” şeklinde tercüme eder.
Metro camlarına, beyaz yakalı işçi ve okul servislerine bakın. Solgun camlara başını dayamış yorgun yüzler görürsünüz. Başarı ve mutluluk peşinde oradan oraya koşarken bitap düşmüş yığınlardır onlar. Tükenme toplumunda özne, sadece kendini suçlar. Şiddet içeriden gelir, dışarısı ya da öteki yoktur. Performans ve başarı takıntılı bireylerin birbirleri ile arkadaş olması zordur, bir araya gelip dayanışamazlar. Toplum giderek atomize olmakta, özelleşmektedir. Aidiyet ya da “Biz” duygusu geliştirmekten uzaktırlar. Bir direniş gösteremezler, neye karşı olacakları belirsizdir. Dışarısının olmadığı yerde, eğer bir patlama yaşanacaksa bu içeriden yine içeriye doğru olacaktır.
Byung- Chul Han, Şiddetin Topolojisi isimli kitabını şu sözlerle bitirir: “Başarıya ve performansa odaklı toplum, iç mantığından hareketle bir doping toplumuna evrilmektedir. Çıplak canlılık işlevlerine indirgenmiş hayat, mutlaka sağlıklı tutulması gereken bir hayattır. Sağlık yeni tanrıçadır. Bu toplumun öznelerinin öldürülmelerine kesinlikle imkan yoktur. Hayatları zaten bir ölmemişlikten ibarettir. Ölemeyecek kadar canlı, yaşayamayacak kadar ölüdürler.”