Gecenin koyu karanlığında, yalnızlığı gözlerinden okunan bir kadın yüzü seçiliyordu. Bu yüz öyle kederli ve öyle mahzundu ki, onun gerçekten yalnız olduğunu anlardınız, bu tuhaf âlemin ortasına düşmüş garip bir yansımaydı sanki. Dudakları belli belirsiz aralanıyor, ne idüğü belirsiz kelimeler fısıldıyordu. Aklını kaybetmiş gibi bir hali vardı. Elleri soğuktan titriyor, gözleri on dakikadır aynı noktaya dikili, hafif fısıldayışları korkunç çığlıklara dönüşüyordu. Sokaktan geçen herhangi bir insanın bile bu uğursuz suratta okuyabileceği şeyler vardı. İhtimal, anlamaya dahi çalışmadan geçerlerdi ya, o yine de orada öylece kaskatı, umursamaz duruyordu.
Çığlıkları dinmişti nihayet. Sırtında bir batma hissi vardı, çözemiyordu bir türlü. Korkunç bir böcek sürüsü sırtında bir aşağı bir yukarı geziniyormuş gibi geliyordu ona. Umursamaz tavırlarıysa yavaş yavaş yok oluyordu. Saatler geçmişti ki ruh hali değişmeksizin, tasasız oturabilsin. Olmuyordu işte. Karşıdan bir kedi geçti, yeşil gözlerini dikti ona, rahatsızlık veriyordu üstelik, hem de kalkıp gitmeyi aklından geçirebileceği kadar. Kadın, kedinin bu şeytanca bakışlarından rahatsız, uyuşuk bir biçimde kalkmaya davrandı. Aynı anda kedi, oturduğu yerden kalktı ve sahilde gezintiye çıkmış gibi keyifli, yürümeye başladı. Kadın kalkmaktan vazgeçti, saatlerce bu ıssız bankta oturmaya devam edebilirdi pekâlâ. Fakat keyfi kaçmıştı, zaten en ufak bir keyif de duymuyordu ki. İçinden bu uğursuz dünyaya, onu böylesi bir zavallıya dönüştüren dünyaya küfretti. Aslında ölmesi gerekirdi. Onu hayata bağlayan hiçbir şey yoktu çünkü. Hayatı son seferini yapan bir otobüse benziyordu. Gitmişti işte ve sabaha kadar aynı otobüsü bulmanın imkânı yoktu.
Güneşi düşündü. Yüzyıllar sonra doğacak gibi bir hali vardı güneşin. Yüzünde korkunç bir kahkaha ile hayal etti onu. Evet, artık ne o güneşi görüyor, ne de güneş, onu görüyordu. Geceleri sevmişti hep fakat artık geceler de dayanılmaz yükler bırakıyordu omuzlarına. Ne yapacağını bilmez bir halde, öylece duruyordu yine. Düşünceler beynini kemiriyordu. Öyle acı veriyorlardı ki üstelik, biraz evvel geçip giden o aptal ve düşüncesiz kedi olabilmeyi diledi. O zaman sadece yiyeceğini düşünür, sabahları çöplerden bir şeyler karıştırır, bazen şansına iyi etler ya da fare bulur, akşamları da hiçbir derdi olmadan yan gelip yatardı. Bir paçavraydı sanki, dünya bütün acımasızlığını göstermiş, onu sonsuz bir karanlığa tekmelemişti. Hiç kıpırdamadan öylece durmaya devam etti. Bir şarkı mırıldandı. Bu mırıltı da neyin nesiydi şimdi? “Sineklerin dayanılmaz vızıltılarını dahi bu sese yeğlerim.” dedi iç sesi. Kulak asmadı hiçbir şeye, bulantının tarif edilemez büyüsüne kapıldı, yersiz bir haz duydu bu yaptığından. Fakat bir zaman sonra bu da geçip gitti hayatından, kendini eğlendirdiği çirkin ses bile artık kısık ve hüzünlü bir hal almıştı. Derin bir tiksinti duydu. Bu sefer uğursuz bir kedi karşısına dikilmeden kalkacaktı buradan. Bu düşünceyle ayaklarına baktı, hazin bir uyuşukluk içinde oynattı onları. İnanılmaz bir acı duydu bundan. Saatlerdir aynı vaziyette tuttuğu ayakları cansız birer et yığınına dönüşmüş gibiydi.
İşte son bir çaba! Kalktı. Şimdi ayakları gerçek işlevlerini üstlenmişti. Kızıyormuş gibi baktı onlara, sinirliydi. Karşıdan gelen adama baktı, sonra yüzünü ekşiterek tekrar ayaklarına bakmaya başladı. Adam, onu muhtemelen deli sanıyordu. Ansızın bir fikir düştü hâlâ bir nebze olsun işleyen aklına. Adam, onu deli sanıyordu demek. İşte o vakit, tam bir deli olmaya karar verdi. Uykusuzluktan yorgun düşmüş gözlerini fal taşı gibi açarak kendi etrafında dönmeye başladı. Dönerken söyleyeceği sihirli sözcükleri de seçmişti şimdiden: Oguto Kuriyana. Hiçbir anlamı yoktu bu kelimelerin fakat şimdi, şu ıssız gecede öyle çok şey ifade ediyorlardı ki, bir anlığına ansiklopedilere layık, ciddi ve saygın kelimeler oluverdiler. Kadın bu kelimeleri biteviye tekrarlıyordu, kalbine delice bir sevinç kondu sonra, bir kelebek gibi narin ve uçucu bir sevinçti bu. Döndü, döndü, döndü… Döndükçe sessizleşti, hiçbir şey söylemez oldu. Midesi bulanıyor, kusmak istiyordu fakat deliliği elden bırakmamak konusunda öyle kararlıydı ki, hiçbirini umursamadı. Rüzgâr saçlarına karışıyor, eskiyen çiçekli eteğini savuruyordu, dünya yavaş yavaş silinmeye başladı. Gördüğü ağaçlar, kendisine deli sıfatını yakıştıran adam, bulutlar ve yıldızlar… Her şey yok oluyordu. Gerçeklikten kopuyor, onu deliliğe iten anlamsızlıktan daha derin bir anlamsızlık baş gösteriyordu şimdi. Büyük bir kopuş anında olduğunu duyumsadı. Hayal ile gerçekliğin, delilik ile normalliğin sınırında duruyordu. Hiçbir şey düşünmüyor, durmaksızın dönüyor, dönüyor, dönüyordu… Aniden kafasının içinde sesler yankılanmaya başladı. Duyduğu sesler birbirine karışıyor, karmaşık bir musiki oluşturuyorlardı. Israrla iki kelimenin tekrarlandığını seziyordu. Fakat neydi bu kelimeler? Öyle karmaşıktı ki, çözemiyordu. Nihayet bir kelime ilişti kulağına: Oguto. Sihirli, saygın kelime! Dünya, gerçekliğine kavuşmaya başladı. Kopuş uzun sürmüş, kadını serseme çevirmişti. Hâlâ dönüyordu. Sonra yavaşladı, yavaşladı ve ikinci sihirli kelimeyi işitti kulakları: Kuriyana. Oguto Kuriyana. Durdu. Midesi ilk kez bu denli bulanıyordu. Dengesini sağlamakta çektiği güçlük karşısında adamın yüzü oldukça kederli bir ifade almıştı. Aynı adam biraz önce keyfinden sigara tüttürmüyor muydu? Ne tuhaftı şu insanlar! Yeniden bir et yığınına dönüşmüş olan ayağı hiçbir işe yaramıyor, dengesini sağlayamıyordu. Yere düştü. Adam temkinli adımlarla kadına yaklaştı. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı. İnce siyah kaşları çatıktı, gözlerinde bir hüzün parıltısı görülüyordu. Oldukça yumuşak bir sesle “Oguto Kuriyana” diyordu. “Anlamı nedir?”
Kadının hâlâ midesi bulanıyordu. Adamın hüzünlü gözleri gözlerine değince ağlamaya başladı. “Deli değilim ben!” diye haykırdı sonra. Buraya kadardı. Güneşi düşledi, yüzünde korkunç bir kahkahanın izleri dolaşıyordu. Karşısında duran adamın gözlerinden sessiz sessiz yaşlar akıyor, az evvel gördüğü hüzün parıltısıysa hiç yok olmuyordu. “Oguto Kuriyana?” dedi adam titrek bir sesle. Kadın bilmediğini söyledi. “Onlar benim deliliğimin ürünüdür, benim güzel ve itibar edilesi kelimelerim. Deliliğimin bir manası yok. İşte bu kelimeler de böyledir, bunu sormayın bana, onlarda hiçbir mana bulamazsınız.”
Adamın kıvırcık saçları rüzgârda uçuşuyor ve dudakları acı bir tebessümle kıvrılıyordu. Sakin bir sesle sordu: “Sizi bu denli üzen nedir?” Sonra sorduğundan utanır gibi, başını öne eğerek düşüncelere daldı. Artık gözleri kadının karanlıkta kaybolan kahverengi gözleriyle buluşmuyordu.
Hâlâ midesi bulanan kadın, düştüğü yerden yavaşça doğruldu. Gözlerindeki yaşlar kurumuş ve içini sonsuz bir öfke kaplamıştı. Karşısında duran bu zarif ve iyi giyimli adam kendisi için mi ağlıyordu? Son bir defa, adamın gözlerinin ta içine baktı. Uzun siyah kirpiklerinin kıvrımlarında incecik yaşlar seçiliyordu. Gözlerini bir kitap gibi okudu kadın, geldiğinden beri orada duran hüzün parıltısının ne anlama geldiğini biliyordu artık. Acımaydı bu. Gözlerini adamın gözlerinden çekti. Bu acıyan yüze bir daha asla bakamazdı. “Deliyim ben, delinin tekiyim!” diye bağırdı yüzüne bakmadan. Kendini bir böcek gibi hissediyordu, iri, siyah ve tiksinti uyandıran bir hamam böceği gibi. Adamın ayakları altında eziliyordu şimdi, kocaman parlak ayakkabının ucunda bir hamam böceği başı! Öyle tiksiniyordu ki kendinden, hiçbir söz söylemeden koşmaya başladı. Rüzgâr saçlarını savuruyor, koştukça duyduğu acıyı bastırabilirmiş gibi, dermansız, daha da hızlı koşmaya başlıyordu. Sonra birdenbire her yerde o adam belirdi, kafasını nereye çevirse o acıyan bakışları görüyordu. Koşmayı bıraktı, olduğu yerde durdu, dizlerinin üzerine çöktü. Çaresizdi, gördüğü bu kötü düşten uyanamıyordu bir türlü. Her yerde o adamın suratı vardı; gökyüzünde, ağaçlarda, dizlerini acıtan bu soğuk kaldırımda bile aynı suratı görüyordu. Acıyan gözlerin içine baktı korkusuzca, ta derinlerde kötü bir kahkahanın var olduğunu duyumsadı. Bu bakışlar, kadını öyle bir ıstırapla boğuyordu ki, artık hiçbirine bakamaz oldu.
Gördüğü bu korkunç rüyadan uyanmak için çırpındı, korkudan titreyerek gözlerini kapadı. Yok olmadı hiçbir şey, boşunaydı bu çaba. Adam hâlâ delici bakışlarını kadının üzerinde tutuyordu.
Kadın, gerçekten delirmişti. Oguto Kuriyana. Ölmesi gerekirdi. Yaşamak için hiçbir sebebi yoktu çünkü. Ağır hareketlerle diz çöktüğü yerden kalktı. Başı dönüyor, gözleri bu acıyan bakışların dehlizlerinde kayboluyordu. Son yürüyüş. Kadın, kaldırımdan indi, yolun ortasına kadar yürüdü, sonra bıraktı yürümeyi. Bekledi. Yol şu an boştu belki ama elbet bir tekerlek gelip onun iri ve siyah başını ezecekti.
Adam, bulunduğu yerden kadına bakıyordu. Kadın, çok uzaktaki bir siluet gibiydi şimdi. Gecenin boğucu karanlığında, yol ortasında bekleyen belli belirsiz bir siluet. Uzakta, bir arabanın sarı ışıkları göründü. Adam, koşmaya başladı. Gözleri yaşlarla doluyor ve dünyanın acımasız yumruklarını göğsünde hissediyordu. Gözlerini uzaktaki siluete sabitledi, gittikçe hızlanıyor, kalbinde derin bir sancı duyarak koşuyordu. Rüzgâr, kıvırcık siyah saçlarını gecenin karanlığına karıştırıyor, gözlerindeki yaşlarsa dinmeksizin akıyordu. O sırada siluetin yere düştüğünü gördü. Şu koca dünyada bir tek o ve sarı ışıklar arasında eriyip giden o korkunç siluet kalmıştı. Dünya durdu. Adam yere çöktü, dizleri kaldırımın soğuk taşlarına değiyordu. Haykırdı. Midesi bulanıyordu. Sarı ışıklar arasındaki ölünün silueti gözlerinin önünden gitmiyordu. Oguto Kuriyana. Ne tuhaftı şu insanlar!