in ,

Hava Özcan ile “Mavi Kelebekler” Üzerine Söyleşi

Söyleşi: Mahmut Yıldırım

-küçük İskender; avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı/ mayısta öğrenmiştim, der. Mavi Kelebekler adlı ilk öykü kitabınızla siz de bir yarayı taşıyorsunuz. Öncelikle bu eserin derdinden bahseder misiniz?

Mark Twain, “İyi arkadaşlar, iyi kitaplar ve başını yastığa koyunca uyuyabilen bir vicdan. İşte ideal hayat,” der. İdeal hayat var mı? Bilemiyorum.

Ben okumayı seven ve yazma hevesi olan emekli bir öğretmenim. Hayatı anlamlı kılmak adına kısa hikâyeler yazmaya heveslendim. Toplumda kanayan yara olarak gördüğüm, çözülmediğini düşündüğüm konuları irdeledim. Boş kalıp, insanları ve hayatı sorguladıkça düşüncelerim suya atılan çakıl taşlarının oluşturduğu halkalar misali zihnimi sarmalayıp genişleyerek dağıldığında kalemim hareke geçti. Kimse kendi çığlığından fırsat bulup başkasının çığlığını duymuyordu. Ben de yazdım. Hayal gücümü gerçeklerle harmanlayıp kurguladım. Aslında planladığım, dönem öyküleri ve kadın hikâyeleri olarak iki farklı kitaptı. Hikâyelerin hepsini toparlayamadım. Sizden de teklif gelince bitmiş hikâyelerden karışık bir kitap çıktı ortaya. Mavi Kelebekler, yıllarca görmezden gelinen, ötelenen, yaşanan ya da yaşanamayanlara bir başkaldırıdır, yılların birikiminin çığlığıdır.

 

-Bir döneme tanıklık eden öyküler yer alıyor kitabınızda. Öğretmen öğrenci ilişkileri, aile içi kurulan bağlar, köy yaşamından kesitler ile çekilen acıların dışavurumunu yansıtan öyküler… Eskiye ışık tutarak geleceğe hangi mesajları getirmek istediniz?

Aslında mesajları okuyucuların bulması daha doğru olmaz mı? Çünkü herkes kendi yaşantısına, eğitim durumuna, duygularına göre almak istediği mesajları alacak. Okuyucularımın kitap hakkında benimle paylaştıkları mesajları sizinle paylaşmayı tercih ederim. Benim mesajlarım hikâyelerimde gizli zaten.

“Sizin kitabınız, niye doğdum diye sorgulamak yerine ben de varım diyen güreşçi bir nesli anlatıyor. Bu kitabı okuyan gençler, “O zaman öyleymiş. Geçmiş olsun. Şimdi her şey çok farklı,” diyorlar.

“Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer tabletlerindeki, ‘Nereye gidiyor bu gençlik?’ çevirisini gördüğümde şaşkınlığımı gizleyememiştim. Bu beni biraz rahatlatmadı desem yalan olur. Artık kuşak çatışmasını kabul ediyorum.”

“Kadın olmak her dönemde zormuş.”

“Bazıları hayata 1-0 yenik başlıyor. Ne acı.”

“Bize ayna tutmuşsun.”

“Emek verip çabalayarak elde ettiklerimiz çok kıymetli. Değerini bilir, ona göre kaybetmemek için gayret sarf ederiz. Oysa bize altın tepside sunulanların pek değeri bilinmez, çünkü uğrunda savaşmamışızdır.”

“Ah şu çocuklara balık vermek yerine, balık tutmayı öğretsek. Her konuda daha kat edecek çok yolumuz var. Eğitim şart.”

“Hayattan zevk almak, tüketim üzerine yapıldığında doyumsuzluk ortaya çıkıyor. İnsanları tüketim çılgınlığına götürüyor. Sonrası ise depresyon. Oysa üreten insanlar mutlu olup yararlı olmanın hazzını tadarken gereksinimlerini de kendileri karşılıyor. Dolayısıyla sıkılacak vakit de bulamıyorlar.”

“Savaş ve zulüm hep var. Korkarım hiç bitmeyecek.”

Ben de, “Uçurtmalar rüzgâr gücüyle değil, o güce karşı koydukları için yükselirler,” diyorum ve “Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyemeyen bir milletiz biz, -mış gibi yaşıyoruz hepimiz, dürüstlük bunun neresinde? Haykır içindekileri sen de…”

-Hayatımızın en üzücü olaylarını yazıya dökmüşsünüz. Pek gülümseten öykülere rastlamadım. Okuru bu şekilde karşılamayı bile isteye mi tercih ettiniz?

Bu bir tercih değildi aslında. Amacım kimseyi üzmek ya da kırmak olmadı hiçbir zaman. Hassas bir insan olduğum için herkesin acısını içimde hissediyorum sadece. Goethe’nin de dediği gibi: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Tolstoy ise “Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını anlayabiliyorsa insandır,” diyor. Ajitasyon yapmadan hayatımızda kabul etmek istemediğimiz ama her şeye rağmen var olan acıları dillendirmek istedim sadece. Sessizce acı çekenlerin sesi olmak. Okuyuculara onların duygu ve düşüncelerini hissettirerek empati yapmaya davet etmekti niyetim.

Soruyu okuyunca İbrahim Tatlıses’in bir sözünü hatırladım: “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik,” demişti bir zamanlar. Mutlu olunca yazma ihtiyacı hissetmiyor ki insan. Mutluluğunu yaşayarak paylaşıyor. Abidin Dino, mutluluğun resmini yapabildi mi ki ben yazabileyim? Kim bilir? Belki bir gün o da kısmet olur.

Bir zamanlar hep iyi şeyler yapıp iyi insan olunursa mutlu mesut yaşanacağına inanırdım. Hayattaki acıların kişinin iyiliğiyle ilgisinin olmayışını keşfim uzun sürdü.

“Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum,” diyor Zeki Demirkubuz. Ben de değişimin kolay olmayacağını biliyorum. İnsanlardan umudumu kesmedim. Bir gün düzeleceğini umut ediyorum hâlâ.

Yaşadığım, şahit olduğum, okuduğum, dinlediğim hikâyeleri dert edindim kendime. Bana emanet edilmiş birçok yaşam hikâyesi kelimelerle kanatlanıp kalemimden kâğıda dökülmeyi bekliyor hâlâ. İnsanların acılarla içine gömdüğü yaşanmışlıklar paylaşılınca hafifliyor. Çünkü anlaşılmak bir ihtiyaç. Nasreddin Hoca’nın ağaçtan düşünce, “Bana ağaçtan düşen birini getirin,” demesi gibi bir şey. Yaşananlara kayıtsız kalmak çok yorucu.

İçimizden çoğu kişi dertlerini anlatmıyor. Yorgun bakıyor. Umutsuz. Sessizce anlaşılmayı bekliyor. Kader diyor kederine. “Nasılsın?” diye sorulduğunda, “iyiyim,” cevabını kabul etmeyip “hadi anlat iyi değilsin, görebiliyorum,” diyen insanlar çoğalsın istedim.

-Pandemi döneminde neler okudunuz, masanızda neler var?

En son okuduğum kitaplar: Bülbülü Öldürmek(Harper Lee), Kendine Ait Bir Oda (Virginia Woolf), Oblomov(İvan Aleksandroviç Gonçarov), Nefes Nefese (Ayşe Kulin), Ve Dağlar Yankılandı, Bin Muhteşem Güneş (Khaled Hosseini), Türk Edebiyatından Seçme Öyküler(Kadın Koordinasyon Merkezi derlemesi), Kıran Resimleri (İnci Aral), Araplara Satılan Kızlarımız(Neriman Cahit)

Yazan Abdurrahman Türkmen

11.03.1996 yılında İstanbul’da doğdu.

Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisidir.

Edebiyatın esrarengiz tadını aldıkça içinde kayboldu. Onu kendinde çifte kavurdu adeta. Kendini aramak, bulmak, içinde biriken ne varsa duruşu ve kalemiyle boşlukları doldurmak istedi. 2015 yılından beri öykü ve söyleşi yazarlığı yapmaktadır.

Günler geçiyor birer birer. O ise bu zamanda elinden kalemini, gönlünden edebiyat ve yazma sevgisini düşürmeyecek.

Öyküleri: Edebiyatist, Son Gemi, Halk Edebiyatı, Uçsuz, Sinada, Telmih, Üç Mevsim, Lâ, Âh, Mahfel, Havvas, Tahrir, Acemi, Rıhtım, Yazı-Yorum, Çamlık gibi birçok dergide yayımlandı ve yayımlanmaya devam edecek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar Romanı Üzerine

Sekiz Mart, Sanal Salgın, Gerçek Hayat