Sosyolog kendi çağına ayna tutar.
Zygmunt Bauman hiç kuşku yok ki Avrupa’nın en etkileyici sosyologlarından biri. İngiltere’de bulunan Leeds Üniversitesi’nden 1990’da emekli olduktan sonra daha da artan bir hızla yayınlamaya devam ettiği yaklaşık altmış kitaptan oluşan külliyatı, yeryüzünün tüm kıtalarında okunmaktadır.
Bauman, içinde yaşadığımız toplumun aşk, politika ve işgücü gibi konularda yaşanan eşi benzeri görülmemiş dönüşümünü kastederek “akışkan modernite” terimini türetmiştir. Mahremiyetten küreselleşmeye, reality şovlardan Yahudi soykırımına ve tüketim çılgınlığından toplum yapısına kadar pek çok farklı konuyu inceleyerek kendi uzmanlık alanından başlayıp felsefe ve psikolojiye kadar uzanan geniş bir yelpazede eserler üretmiştir.
Bauman daha sonra Sovyet Rusya’ya giden son treni yakalayarak kendilerini korkunç bir sondan kurtarmayı başaracak olan Polonyalı yoksul bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1925 yılında dünyaya gelir. Marksist olur ve Kızıl Ordu’da görev alır. Polonya’ya döndükten sonra, rejim karşıtları ile mücadele eden güvenlik biriminde siyasi memur, 1953’e kadar da ordu gizli servisinde personel olarak görev yapar. Sovyet komünizmi deneyiminin yarattığı büyük hayal kırıklığı nedeniyle Polonya Komünist Partisi’nden ayrılır. Yahudiler aleyhine yürütülen vahşi kampanya sonrasında 1968 yılında Varşova Üniversitesi’ndeki görevini kaybeder. Önce Tel Aviv Üniversitesi’nde iki yıl boyunca eğitim vereceği İsrail’e taşınır, ardından İngiltere’ye göç eder.
Antik Yunanlı şair Arhilohos “Tilkinin bildiği pek çok şey var, diğer yandan kirpi tek ve büyük bir bilgiye sahip,” demiştir. Daha sonra Isaiah Berlin tarafından genişletilen bu ünlü sınıflandırmaya göre, Bauman düşünür olarak hem kirpi hem de tilkidir (Berlin, meşhur makalesinde tilkinin, her bir yeni durum için yeni bir fikir geliştirebildiğini, kirpinin ise her duruma uyarlanabilen tek ve büyük bir bilgiye sahip olduğunu söyler ve sınıflandırmayı tanıdığımız düşünür ve yazarlarla örneklendirir. Ona göre, Platon ve Dostoyevski birer kirpi iken, Aristo ve Shakespeare tilkidir –Ç.N.). Detaylar, istatistikler, anketler Bauman’a göre değildir. O, fikir çatışmalarını kışkırtıp yeni kuramları tartışmaya açarak büyük bir tuval üstüne geniş bir fırça ile büyük resimler yapmaktadır. İnsanlık ve sosyal bilimler konusunda ona söyleyecek söz bırakmayan pek az şey vardır. “Bütün ömrüm bilgiyi dönüştürerek geçti,” der Bauman.
89 yaşındaki sosyolog, alametifarikası olarak görülen, zamanın egemen gerçekliklerine dönük hakşinas öfkesini ve eleştirme arzusunu hiçbir zaman kaybetmedi. Kitaplarındaki kasvetli gelecek tasavvurunda rastlanmayacak haylaz bir nüktedanlıkla ziyaretçilerini hala şaşkına çeviriyor. Doğu Avrupalı biri olarak kitap yığınlarıyla çevrili sehpanın üzerine koyduğu tartlar, kurabiyeler ve üzümleri misafirlerine ikram ediyor. Eskimiş sandalyesinde elinde piposuyla oturan Bauman sorularımızı yanıtlamak için uzun zaman harcıyor. İşte bu tam da ihtiyacımız olan şey, çünkü öğrenmek istiyoruz: Hayat nedir?
Zygmunt Bauman 9 Ocak 2017 tarihinde Leeds’teki evinde hayata gözlerini yumdu.
Aşk
Peter Haffner: Profesör Bauman, en önemli konu ile başlayalım isterseniz: Aşk. Nasıl aşık olunacağını unuttuğumuzu söylüyorsunuz. Bu sonuca nasıl vardınız?
Zygmunt Bauman: İnternet üzerinden partner bulma eğilimi internetten alışveriş yapma eğilimi ile el ele gitmektedir. Şahsen ben mağaza gezmeyi sevmiyorum ve kitap, film, kıyafet gibi pek çok şeyi internet üzerinden satın alıyorum. Yeni bir cekete mi ihtiyacın var, mağazanın websitesi sana bir katalog sunuyor. Partner arıyorsan bu kez eş bulma websitesi sana katalog sunuyor. Tüketici ve ticari mal arasındaki ilişki kalıbı, bireyler arasındaki ilişki kalıbını da tanımlıyor.
Bu, müstakbel eşlerin köy meydanında veyahut şehir balosunda tanıştığı eski zamanlardan nerede ayrışıyor?
Çevrimiçi eş bulma uygulamaları, kişinin kendi özlem ve arzularını en iyi yansıtan müstakbel partnerin özelliklerini tanımlama gayreti içerir. Adaylar saç rengi, boy, kilo, göğüs ölçüsü, yaş, ilgi alanı ve hobiler, hoşlandıkları ya da hoşlanmadıkları şeylere göre seçilir. Uygulamanın altında yatan esas ise aşık olunacak kişinin, bir dizi ölçülebilir fiziksel ve sosyal karakteristiğin bileşiminden oluşabileceği fikridir. Bu süreçte en belirleyici faktör unutulmuş oluyor: insan.
Fakat böylesi ideal bir profil tanımlansa dahi, her şey o kişiyi tanımaya başladığınız anda değişir. İnsanlar tüm bu dışsal niteliklerin toplamından çok daha fazlasıdır.
Asıl tehlike şu ki insan ilişkilerinde oluşan kalıplar bize fayda sağlayan sıradan nesnelerle ilişki kurma biçimimize benzemeye başlıyor. Sadakatimizi asla bir sandalyeye teminat olarak vermeyiz. Son nefesime kadar aynı sandalyede oturacağıma neden yemin edeyim ki? Artık onu sevmiyorsam yapacağım tek şey yenisini satın almaktır. Bu bilinçli bir süreç değil ancak diğer insanlar ve dünyayı görmek için öğrendiğimiz yol bununla aynı.
Çiftlerin prematüre olarak zamanından önce ayrıldıklarını kastediyorsunuz.
Tatmin vadettiği için ilişki kurarız. Başka bir partnerin daha tatmin edici olabileceği fikrine kapılırsak, yenisine başlamak için eskisinden ayrılırız. Bir ilişkiye başlamak için iki kişinin birden rızası gerekir. İlişkiyi bitirmek için ise sadece birininki yeterlidir. Sonuç olarak, her iki partner sürekli olarak diğeri tarafından terk edileceği, modası geçmiş bir ceket gibi kenara atılacağı korkusu içinde yaşamaktadır.
Arkadaşlık ve ilişkiler üzerine kaleme aldığınız Akışkan Aşk isimli kitabınızda yazdığınız gibi bu bir kavram yanılgısı.
Bu bir “akışkan aşk” sorunu. Çalkantılı dönemlerde bizi yüzüstü bırakmayacak, gerektiğinde yanımızda duracak arkadaş ve partnerlere ihtiyaç duyarız. İstikrar arzusu hayat içinde önemli bir yer tutar. Facebook’un 16 milyar dolarlık marka değeri tamamen yalnız kalmama ihtiyacımıza dayanmaktadır. Diğer taraftan, biriyle birlikte olmanın sonucu olarak taahhüt vermekten ve özgürlüğümüzün kısıtlanmasından ödümüz kopar. Güvenli cennete kavuşmak burnumuzda tüter, yine de ellerimiz özgür kalsın isteriz.
BİREY VE NETWORK
Tüketim toplumu, size göre, mutsuzluk üzerine kurulduğundan mutlu olmayı güçleştiriyor.
“Mutsuzluk” bu bağlamda kullanmak için fazla büyük bir kelime. Fakat tüm pazarlama müdürleri sundukları ürünlerin müşterileri tatmin etmeye yettiğinde ısrarcıdır. Şayet bu doğru olsaydı, tüketici ekonomisine sahip olmazdık. Eğer ihtiyaçlar tam olarak karşılanabilmiş olsaydı, bir ürünü bir başkası ile değiştirmeye lüzum görmezdik.
Tüketiciler de pazarın bir parçası. Bugün, sizin iddianıza göre, tüketicilerin kendisi de birer metaya dönüşüyor.
Tüketimi özendirme kültürü, pazarda talep gören özellikleri edinme gayreti ve başkası olma baskısı tarafından imlenmiştir. Kendinize dikkat etmeniz ve müşteri çekebilmek için kendinizi bir meta gibi sürekli olarak pazarlamanız gerekmektedir. Paradoks şudur ki son zamanlarda paralı çığırtkanlar tarafından övülen hayat tarzı her ne ise onu taklit etmek bir zorunluluktur ve böylece kişinin kendi kimliğini yeniden gözden geçirmesi dış kaynaklı bir baskı olarak değil, kişisel özgürlüğün ilanı olarak algılanır.
Bu, kimlik nedir sorusunu doğuruyor. Fransız sosyolog François de Singly’e göre, kimlik artık kökleri olan bir şey değil. O nedenle, bir yere demirleme metaforunu kullanıyor. Babadan kalma toplumsal köklerini kalıcı olarak terk etmek yerine demir almak, geri döndürülemez bir son değildir. Bu konuda sizi rahatsız eden şey nedir?
Sadece ve sadece geçmişte olduğumuz kişi olmayı bırakırsak başka biri olabiliriz. Durmadan bir önceki halimizi bir kenara fırlatmamız gerekiyor. Sürekli sunulan yeni seçenekler nedeniyle, eski halimizi hemencecik modası geçmiş, boğucu ve tatmin edici olmayan bir halde buluyoruz.
Olduğumuz kişiyi dönüştürme becerisinde özgürleştirici bir şeyler yok mu?
İşler zorlaştığında kuyruğu kıstırıp kaçmak kesinlikle yeni bir yöntem değil. İnsanlar yüz yıllardır bunu yapıyor. Yeni olan, kendimizden katalogdan seçtiğimiz yeni halimiz ile kaçmaya çalışma arzusu. Güvenli bir adımla başlayıp huzurlu ufuklara doğru ilerleyen yol, bir anda takıntılı bir rutine dönüşüyor. “Başka biri olabilirsin” sözünün özgürleştiriciliği “başka biri olmak zorundasın.” sözünün zorlayıcılığına evriliyor. Bu “yapılması şart” duygusunun, hasretle beklenen özgürlük hissine verebileceği pek az şey var ve çoğu insan tam da bu nedenle artık isyan ediyor.
Özgür olmak ne anlama geliyor?
Özgür olmak kişinin kendi hedef ve arzularının peşine düşebilmesi demektir. Akışkan modernite çağında tüketici odaklı yaşam sanatı bu özgürlüğü vadeder, ancak vaadini yerine getirmekte her zaman başarısız olur.
İlk kez İspanyol filozof José Ortega y Gasset tarafından açıkça dile getirilmiş olan “jenerasyon” tanımı neredeyse yüz yaşına girdi. Bu kelime bugün artık bizlere ne ifade ediyor?
Kelimenin ortaya çıkışı, bir nesli diğerinden kesin bir şekilde koparan Birinci Dünya Savaşı’nın kahredici deneyimine dayanıyor. Avrupalı kimliğinde tezahür eden kopuş, “jenerasyon” terimini sosyal ve politik bölünme hatları çalışmasında en önemli araçlardan biri haline getirdi. Nesnel ve bilimsel bir sınıflandırma biçimi olmasına rağmen, oldukça öznel ve farklı yaşam deneyimlerine dayanıyor. Bugün, çok daha başka nedenlerle, bir jenerasyonu tanımlanan deneyimler, bir sonraki jenerasyonun hayatında daha az rol oynar ya da hiç oynamaz.
Komünite yapısı için bu ne ifade etmektedir?
Komüniteye dahil olma fikri, bir sosyal ağa dahil olma fikri ile yer değiştirdi. Komünite, girilmesi zor bir yer olarak nitelendirilir. Örneğin, her önüne gelen İsviçreli olamaz. Yerine getirilmesi gereken bir sürü prosedür vardır. Topluluğun bir ferdi olmaktan geri çekilmek de benzer şekilde zordur, sosyal bağları koparmak meşakkatlidir. Gerekçeler ileri sürmeniz gerekir. Çeşitli müzakereler sonunda konuyu sonuca bağlamakla uğraşırsınız, falan. Ve diyelim ki başardınız, bu kez de ne zaman geri tepkiyle karşılaşacağınızı kestiremezsiniz. Facebook gibi sosyal ağlarda ise durum tamamen farklıdır. Bu sosyal ağlara girmek de, çıkmak da eşit derece kolaydır.
TEKNOLOJİ
İnternetin sağladığı pek çok imkan var. Sosyal ağlar, Arap Baharı gibi pek çok demokratik hareket tarafından son derece başarılı bir biçimde kullanıldı. Peki bunun olumsuz tarafı nedir?
İş bir şeyleri ortadan kaldırmaya – bir hükümeti yıkmaya – geldiğinde yararlı olabilir. Bu hareketlerin zayıf karnı sadece bir sonraki gün için oldukça belirsiz planlarının olmasıdır. Öfkeli yurttaşların imha gücü yüksektir. Ancak, yıktıkları şeyin yerine yeni bir şey inşa edebilecek yeterlilikte olduklarını göstermek zorundadırlar.
Teknik ilerlemeler her zaman toplumu değiştirmiştir. Fakat, siz bugün bunun çok daha fazlasına gebe olduğunu söylüyorsunuz. Neden?
Çünkü artık teknolojiyi, ihtiyaçlarımızı karşılayacak uygun araçlar bulmak için kullanmıyoruz. Onun yerine, ihtiyaçlarımızın teknolojinin uygun araçları tarafından belirlenmesine izin veriyoruz. Yapılması gereken işlerimizi yapmak için teknolojiyi kullanmıyoruz. Teknoloji bize neyi mümkün kılıyorsa onu yapıyoruz.
Fakat durum her zaman böyle değil miydi? Tekerleğin icadından atomun parçalanmasına teknolojik ilerlemeler iyi olduğu kadar kötü de olan pek çok farklı amaç için kullanılmıştır.
Bu bir boyut meselesidir. Elbette, teknoloji her zaman yaşam biçimimizi etkilemiş ve yarattığı değişimler sıklıkla eleştiriyle karşılanmıştır. Gutenberg matbaayı icat ettiğinde de bu oldu. Eğitimli sınıflar arasında geniş kabul gören kanı, bunun ahlaki bir çöküşe neden olacağı yönündeydi. “O zaman herkes okumayı öğrenir,” diye şikayet ettiler. Çalışma istekleri azalacağı için alt sınıfın eğitilmemesi gerektiği fikrini paylaşıyorlardı.
Bugün internet için de aynı durum geçerli. Dünyanın yoksul yerlerinden milyonlarca insan daha önce kendilerine sunulmayan eğitim olanaklarına kavuştu. Peki neden şikayet ediliyor?
Tarihi olarak, teknolojinin gelişimi hep minik adımlar halinde olmuştu. Orada ya da burada yenilikler meydana geliyor fakat bu, hiçbir zaman küresel ölçekte, devrimci bir güçte ya da tüm toplumu değiştirecek biçimde olmuyordu. Yenilikler özümseniyor, uyumlanıyor ve günlük yaşamın bir parçası haline geliyordu. Bugün ise durum çok farklı. Teknolojinin neden olduğu değişimler muazzam ve belli totaliter eğilimler gösteriyor. Rusya oligarklarından biri olan Dmitry Itskov, insan beynini devre dışı bırakmayı amaçlayan “2045 İnisiyatifi” isimli bir proje başlattı. İnsan gibi düşünebilen elektronik bir makinenin geliştirilmesi için projeye kaynak aktarıyor. Gerçekten uygulanabilir bir şey midir, bu konuda bir şey söyleyemem. Ancak, gerçek şu ki birinin böylesi bir fikri taşıması daha önce örneğine rastlanır bir şey değildi. Düşünme becerimiz tarihte ilk kez makineler tarafından tehdit ediliyor.
ÜTOPYA
1989’da Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile meydana gelen tarihi değişimden sonra “ideolojilerin sonu” üzerine çokça konuşuldu. Neoliberalizm ve Yeni Muhafazakarlık haricinde çoğu ideoloji için az ya da çok durum böyleydi. Sosyal ütopyalara gün doğmuştu.
Bu doğru fakat ideolojilerin sonunun geldiği düşüncesi her zamankinden daha uzak. Modernite, insan gücü uygulamaları ile mükemmelliğe ulaşılabileceği kanısı üzerine kuruldu. Buna karşın, günümüz siyaseti “Başka bir seçenek yok.” sözünü tekrarlayıp duruyor.
Yüksek güçler, sıradan insanların sosyal düzeni zaman kaybı olarak görmesini istiyor. Özelleştirmenin bu yeni ideolojisi, bu türden şeylerin mutlu bir yaşama doğru giden yolu sağlayamayacağını iddia ediyor. Daha çok çalışmak, daha çok para kazanmak, toplumu düşünmemek, toplum için bir şey yapmamak– tüm gereken bu. Margaret Thatcher, bir diğer adıyla “Demir Lady” toplum diye bir şeyin olmadığını, sadece birey ve ailelerin olduğunu beyan etmişti.
Ütopyacı düşüncenin tarihi gelişimini av bekçisi, bahçıvan ve avcı metaforları ile betimliyorsunuz. Modern öncesi, av bekçisinin duruşuydu. Modern tavır bahçıvanın yaklaşımıydı. Şimdi postmoden çağda, avcılar baskın olmaya başladı. Bu ütopya modernitenin önceki düşlemleri ile nerede ayrışıyor?
Şimdi durum eskiden olduğu gibi muhafaza etmek, korumak ya da güzel bahçeler yaratmak değil. Bugün tüm insanlar başkasına da kaldı mı düşüncesi olmadan kendi çıkınını ağzına kadar doldurma derdinde. Sosyal tarihçiler bu değişimi “bireyselleşme” başlığı altında tartışırken, politikacılar onu “serbestleşme” olarak pazarlıyor. Daha önceki ütopyaların aksine, avcının ütopyası gerçek ya da sahte olsun, yaşamını hiçbir anlam arayışı ile doldurmuyor. Sadece ve sadece hayatın anlamına dair soruları insanların kafasından defetmeye yarıyor.
Bu ütopyanın kurumları nelerdir?
Burada karşılıklı olarak birbirini tamamlayan iki ütopyadan söz edebiliriz: biri serbest pazarın harikulade iyileştirici gücü, diğeri de teknolojik onarımın sonsuz kapasitesi. Her ikisinin de yükümlülükler ve kural koyucular olmadan çeşitli haklara sahip olan bir dünya tasavvuru olduğu için zamanı çoktan geçmiş durumda. Bunlar, benim planımın, hazzın geciktirilmesinin, gelecekteki yararlar adına yapılacak fedakarlıkların aleyhinedir. Burada dünyanın kendiliğindenliği, geleceğe dair tüm kaygıların değerini düşürmektedir– gelecek kaygısından azade olma kaygısı dışında.
ATIK İNSAN
Size göre, tüketim toplumunun bizi ne haline getirdiğine iyi bir örnek de modadır.
Moda, satın aldığımız her şeyin bir zaman sonra kenara atılması fikri etrafında döner. Hala giyilebilecek durumda olan kaliteli kıyafetler vardır, fakat modası geçmiş olduğundan, onları üzerimize geçirmeye utanırız. Ofiste patron bize bakar ve “Ne cüretle bu kıyafetle ortalığa çıkarsın?” diye haykırır. Çocuklar geçen yılın spor ayakkabılarıyla okula gittiğinde alay konusu olur. Riayet etmek gereken bir baskı oluşur.
Moda, aslında çer çöp olan bir malın imalatında tüketim toplumunun ne kadar uzmanlaştığını gözler önüne seriyor. Daha ciddi bir mesele de şu: sizin deyiminizle “atık insan’ın imalatı”. İşsizleri niçin atık olarak sınıflandırıyorsunuz?
Çünkü toplum nazarında hiçbir yararları yok ve işsiz insanların yaşamları tıpkı göçmenlerinki gibi değersiz olarak görülüyor. Bu küreselleşmenin, ekonomik büyümenin sonucudur. Kapitalizm dünya çapında zafer yürüyüşü yaparken işini kaybetmiş olan insanların sayısı dinmeyen bir şiddetle artmaya devam ediyor ve bu gidişle de pek yakında yeryüzünün kaldırabileceği sınırları aşacak.
Sermaye piyasalarının fethettiği her bir mevzi ile yurdundan, malından, işinden ve sosyal güvenlik ağlarından yoksun bırakılmış insan denizi binleri, hatta milyonları geçecek şekilde artıyor. Bu yeni bir altsınıf yaratıyor: başarısız tüketicilerin sınıfı. Artık toplumda bir yerleri yok. Çöp öğütme alanları yetersiz olduğu ve ihtiyaç fazlası işçileri gönderdiğimiz yurt dışı artık kabul etmediği için şimdi onları nereye koyacağımızı bilmiyoruz. Demokratik sosyal devletlerimizin başarısı uzun süre boyunca bu ihtimalin üzerine kurulmuştu. Bugün, gezegenimizin her bir köşesi işgal edilmiş durumda. İçinde bulunduğumuz krizin yeni olan tarafı da bu.
Sığınma arayışı ile gelen göçmenler için ne dersiniz?
1950’de resmi istatistikler, çoğu İkinci Dünya Savaşı nedeniyle “yerlerinden edilmiş kişiler”den oluşan bir milyon göçmen olduğunu hesaplamıştı. Muhafazakar tahminlere göre bugün bu sayı 12 milyondur. 2050 yılına gelmeden tarafsız bölgedeki geçici kamplarda sürgün edilmiş göçmen sayısının bir milyara ulaşmasını bekleyebiliriz. Sığınmacılar, göçmenler, ötekileştirilenle birlikte–ki her zaman onlardan daha çok vardır.
Bunun sadece geçici bir fenomen olmadığı ne malum?
Sığınma kamplarının sakini olmak, insanlığın geri kalanı tarafından paylaşılan bir dünyadan atılmak anlamına gelir. Sığınmacılar sadece ihtiyaç fazlası değildir, aynı zamanda lüzumsuzdur.
Memleketlerine geri giden yoldan sonsuza dek men edilmişlerdir. Kamplarda kalanların tüm kimlik özellikleri onlardan çalınmıştır, tek bir istisna dışında: sığınmacı olma özellikleri. Devletsiz, evsiz, belgesiz. Sürekli olarak ötekileştirilip, kanunların dışına itilirler. Fransız antropolog Michel Agier küreselleşme çağında sığınmacılar üzerine kaleme aldığı çalışmasında şunun altını çizer: Onlar bu ya da başka bir ülkedeki şu ya da bu yasanın dışına çıkanlar değildir, onlar topyekün hukukun dışındakilerdir.
Sizin deyişinizle sığınma kampları, akışkan modernitenin geçici yaşam halinin kalıcı olarak test edildiği laboratuarlarla kan bağı olan yerler.
Küreselleşmiş dünyada, iltica talep edenler ve sözde ekonomik sığınmacılar aslında bu dramın gerçek kötü kahramanı olan yeni güç seçkinlerinin toplu kopyası sayılır. Tam da bu seçkinler gibi sabit bir konuma bağlanmış değillerdir. İstikrarsız ve tahmin edilemezlerdir. Hükümetler belli önyargıları bilerek kışkırtır çünkü seçmenlerinin canını sıkarak var olan belirsizliğin gerçek nedenleriyle yüzleşmek istemezler. Sığınmacılar daha önceleri halk efsanelerinde geçen cadı, gulyabani ve hayaletlerin rolünü üstlenmiştir.
Bu gelişim aşamasında, sosyal devletin güvenlik devletine dönüştüğünü söylüyorsunuz. Bu ikisini birbirinden ayıran nedir?
Sosyal devlet model olarak kendine dahil etmeye dayalı bir komünite oluşturur. Yargı devleti tam tersini yapar. Cezalandırma ve hapsetme yoluyla toplumdan dışarı çıkarmaya dayalıdır. Güvenlik endüstrisi, atık üretiminin en önemli kollarından biri olarak atık insanların imhasından da sorumludur.
Avrupanın her yerinde varlık gösteren sağ partiler bu gelişimi hızlandırdılar. Korku tellallığı yapmak, sürekli olarak nüfus artışı üstüne konuşmak, “iltica” ve “terör” meselelerini birbirine bağlamak için alan açan medya tarafından desteklendiler.
Radikal sağ partilerin başarısı açık bir gerçeğe dayanmaktadır: Göç. Ve geri kalan her şeyin izi oradan başlayarak sürülebilir. Neden işsizlik diye bir şey var? Göç nedeniyle. Neden okullarımızdaki eğitim bu kadar kötü? Göçmenlerden dolayı. Neden suç oranı yükselişte? Göçmenler yüzünden. “Eğer geldikleri yere onları gönderebilirsek, tüm sorunlarımız çözülür.” Bu bir yanılsamadır. Birkaç bin ya da birkaç yüz bin göçmenden çok daha fazla korkacak şeyimiz var. Psikolojik bir teselliden başka bir şey olmayan bu yaklaşım yine de işe yarıyor: “Beni hasta eden şeyi biliyorum. Korkularımla ilişkilendirebileceğim şeyi buldum.”
Das Magazin ’de Almanca, 032c Issue 29. ’de İngilizce, Akıl Fikir Müessesesi’nde Türkçe olarak yayınlanan röportajın ilk bölümüdür.
İkinci bölüm konuları: Korku, İçimizdeki Katil, Mutluluk, Politika ve Gelecek.
Röportaj: PETER HAFFNER
Fotoğraf: JOHN BOLSOM
İkinci Bölüm
Bir Yorum
Cevap YazınOne Ping
Pingback:Zygmunt Bauman: AŞK. KORKU. Ve NETWORK. (2/2) - Akıl Fikir Müessesesi