in ,

Tanrıların Doğuşu: Bolluk Cennetinden Çalışma Cehennemine

Tanrılar ve din adamları surların toz, duman, çamur ve kanından doğdular.

Sürülen ilk toprakların ardından tahkim edilmiş ilk siteler yükseldiğinde, özel mülkiyetin, devletin, rekabetin, savaşın ve yaşayagelmeye, sürünerek hayatta kalmaya indirgenmiş yaşamın egemenliğini tarım tesis etti.

Çalışma yoluyla toprağın işlenmesi insanın insan tarafından sömürüsünü başlattı ve hâlâ buna bağlıyız. “Neolitik devrim” olarak adlandırabileceğimiz şey, insan soyunun evrimine engelleyici bir darbe indirdi. İnsanı, kendini değiştirmekten vazgeçerek dünyayı değiştirmek için çalıştığı bir geleceğe hapsetti. Bu gelecekte, bu oluşumda insan kendi bedenini bir el emeği ve kafa emeği aletine dönüştürüyor, tüm yeryüzünü çoğalmış metalar halinde başkalaştırıyor ve bu metalar da insanı fethediyor, kendinden sürüyor, doğal ortamından kovalıyor.

Toplayıcı uygarlıkların peşinden kâr ve iktidar arayışının egemenliğindeki bir uygarlık geldi. Toprağın kârlılığına köle olmak göğün tiranlığının temeli oldu, din adamlarından ve krallardan oluşan it kopuk takımını doğurdu.

Radyokarbonla tarihleme Ceriko’da Hristiyanlıktan önce sekiz bine doğru tarım ve hayvancılık yapan yerleşik toplulukların yerleşim alanını ortaya çıkardı. “7000’e doğru, 5 hektar yüzölçümündeki yerleşim duvarlarla çevrildi; örneğin yaklaşık on metrelik bir kule bulunmuştur. Nüfus iki bin kişiye kadar çıkmış olmalıdır.”

Vahalara yerleşerek buralarda gerçek bir yaşama sanatını hayata geçiren toplulukların varlığı hipotezine giderek daha çok araştırmacı değer vermektedir. Gastronom Raymond Dumay Le Rat et l’Abeille [Fare ve Arı] adlı denemesinde, tarım-öncesi uygarlıkların incelenmesinde benimsenen yeni yönelimlerle karşılaşır ve “hayalperest bir maceracı olmak isterken parmağını dalgınlıkla tarih öncesi çarkına kaptırmış” biri olarak şunu yazar: “Şunu unutmayalım ki, mutfak kültürü öncelikle tehlikeli olmayan, en ilginç, en hoş bitkilerin özenle seçilip ayıklanmasına ve bir süre sonra da, uygun baharatlarla bunların her birini yenebilir hale getirmeye dayalıydı.”

Cennet imgesi belki de paleolitik bahçeye hiç yabancı değildi; bu bahçeyi gerçek yeryüzü nimeti olarak gören, menülerini mevsimlere ve keşfedilen alanlara göre değiştiren, yabani kuzukulağı ile sarımsağı, karakafesi, ebegümecini, menekşeyi, marul ve karahindiba çiçeklerini, karaağaç, kayın ağacı, ıhlamur ve meşe yapraklarını, meyve tanesi unlarını, buğdaysıları, yaban meyveleri, armutları, elmaları ve muşmulaları ustalıklı çeşnilerle hazırlayan topluluklara muhtemelen yabancı değildi.

Pasif toplamacılıktan çıkarak, iklimin çeşitlemesi ve demografik artış tehdidine çare bulmak için düşünülen bolluk yaratmaya geçiş, yönelimi birdenbire değiştirdi. Toprağın nimetlerinin ortaklaşa toplanması yerini dünyadaki kaynakların talanına ve iktidar elde edip mutluluğu yitirmiş birkaç kişinin yararına bu kaynakların doğasının yozlaşıp ticarileşmesine bıraktı.

Ne kadar farklı olsalar da, bütün dinlerin ortak özelliği, dehamızın yaratma ayrıcalığına sahip olduğu lütuflardan hiç çekincesiz ve anında yararlanma yönündeki bitmek bilmez arzudan başkası olmayan bu insani ve dünyevi yaşam karşısında duyulan korku, aşağılama ve nefrettir.

Tılsımlı taşların ve Yunan-Mısır büyü kitaplarının iyi ve kötü iblislere yönelik buyruklarındaki nihai ifadenin –“şimdi, şimdi, çabuk, çabuk” anlamına gelen ηδη, ηδη, ταχυ, ταχυ– çağrıştırdığı şey, vaktiyle insan elinin eriminde olan ve insanın topraktaki çalışmasıyla kovulduğu bir Cennet’in, bir yeryüzü bahçesinin belli belirsiz anısı değil midir?

Dünyanın Başlangıçtaki Özgürlüğüne Dair…

Başlangıca duyulan özlem kaynağını tarım-öncesi uygarlıkları ele alan tarihçilerin kısmen keşfetmeye başladıkları bir gerçeklikten alır.

Tarımı ve ticareti bilmeyen uzak atalarımızın üstünkörü bir zekâya sahip, yoksunluk, tehlike, şiddet ve korku dolu bir yaşam sürdüren kaba saba insanlar olduğu önyargısından kopmamız gerekir.

John Zerzan, Gelecekteki İlkel’de şöyle der: “Bize din olmadan, devlet ve zahmetli çalışma olmadan nerede olacağımızı hatırlatmak için daima ‘mağara insanı’ ve ‘Neandertal insan’ hatırlatılmaktadır. […] Oysa, geçmişimize dair bu ideolojik bakış, Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmaları sayesinde son on yıllarda kökten altüst oldu. Böylece, antropolojik ortodoksluğun neredeyse tamamen altüst oluşuna vardık ki, bu da önemli sonuçlar içermektedir. Evcilleştirmeden önce –tarımın keşfinden önce– insan yaşamının esasen boş vakitle geçtiğini, doğayla yakınlığa, tensel bir bilgeliğe, cinsiyetler arasında eşitlik ve bedensel sağlıklılık kaynağına dayandığı artık kabul edilmektedir. Yaklaşık iki milyon yıl boyunca –papazlar, krallar ve patronlar bizi köle etmeden önce– insan doğamız böyleydi.”

Eski metinler bir Altın Çağ’a, uyumun ve dayanışmanın hüküm sürdüğü, hayvanların konuştuğu bir döneme yapılan imalarla doludur. Çağımızdan önce sekizinci ya da yedinci yüzyılda Hesiodos zevkleri yüceltir: “Tanrılar gibi yaşıyorlardı, kalpleri kaygılardan kurtulmuş, acının ve sefaletin uzağındaydılar; yaşlılığın sefaleti onları bunaltmıyordu; kolları ve bacakları daima genç, her türlü kötülükten uzak, şölenlerde eğleniyorlardı. Ölürken, sanki uykuya dalıyor gibiydiler. Bütün nimetler onlarındı: verimli toprakta bol ve cömert bir hasat kendiliğinden bitiveriyordu ve onlar, neşe ve huzur içinde, kendi tarlalarında, sayısız nimetin ortasında yaşıyorlardı.”

Din duygusunun en arkaik ve en ilkel biçimleri, yararlı elementlerden oluşan küçük halkın anısını korumuştur: Elfler, nutonlar, semenderler, hava perileri, orman perileri, su perileri, kendilerini pohpohlamayı bilenlere ateşin, havanın, suyun, ağacın, taşın, verimli toprağın nimetlerini dağıtıyorlardı.

Ancak burada bile bir hudut geri dönüşsüzce aşılmıştı. Doğal elementler tanrısallaştırıldığında, Ruhlara ibadet, ben ile dünyanın simbiyotik bilincini dünya dışı varlıkların yönettiği hayal ürünü imparatorluk ve kurumsal iktidar olan dinle karşı karşıya getiren bu ayrımı onaylar.

Altın çağın ardından Hesiodos’a göre gümüş soyu insanları gelir, ama onlar da kibir ve hamlığın etkisiyle yok olurlar.

Tunç çağındakilere gelince, onlar, “Ares’in inleten çalışmalarını ve ölçüsüz işleri düşünüyorlardı. Ekmek yemiyorlardı; kalpleri çelik gibi sertti; korku salıyorlardı. Güçleri kuvvetleri yerindeydi, yenilmez kolları omuzlarından güçlü bedenlerine bağlanıyordu. Silahları tunçtandı, evleri tunçtan, tunçla çalışıyorlardı, çünkü demir yoktu. Onları kendi çabaları öldürdü ve yeryüzünde ad bırakmadan, ürperten Hades’in küflü ikâmetgahına gittiler. Ne kadar ürkütücü olsalar da, kara ölüm onları aldı ve güneşin parlak ışığını terk ettiler.”

Buna karşılık, tunç ve demir çağına görkemli bir bakış tarihimizin ilk kitaplarından birinde ortaya çıkar ve böylelikle varlıklara ve şeylere dair günümüzde hâlâ geçerli olan bir algı ve kavrayış tarzı başlamış olur.

Gılgamış destanında Enkidu kişiliği, site-devletlerin yurttaşının “doğal” insan olduğu fikrini açıklar. Enkidu, ticaret uygarlıklarının emperyalizmi ve sömürgeci politikası açısından ilkeli, iyi ve kötü vahşiyi niteleyen arketiptir. Yontulmamış bir varlıktır, bir avcı-toplayıcıdır (mezolitikteki gibi avcılığa daha çok önem verir), insandan çok vahşi hayvana yakın bir yaratıktır.

Onu müttefiki yapmayı ve doğal gücünü sömürmeyi dert edinen Kral Gılgamış onu uygarlaştıracak ve tarım-şehir modernliğinin nimetlerini ona öğretecek incelikte biridir. Enkidu’yu cezbetme, baştan çıkarma, evcilleştirme amacıyla hareket eden Gılgamış, muzaffer patriarkanın kusursuz temsilcisi olarak, aydınlık eril gücün gölgesinde hareket eden gizli ve vajinal güce, en yetkin kurnaz varlık olan kadının hizmetine başvurur. Kadın Enkidu’yu boyunduruğu altına alır ve onu ticari imparatorluğun tuzaklarına sürükler; artık aşılmış olan hayvanlığı fetih ruhuna dönüşür.

Bununla birlikte, ne kadar kusursuzca inkâr edilmiş olsa da, toplayıcı insan, izlerini tarihlerinden silmiş olan kuşakların belleğine musallat olur. Kafa ve kol emekçisi, hazların bedelinin ödenmesi gerekmeyen, koparılıp alınması, hatta yok olması gerekmeyen bir yeryüzü vahasının kopuk kopuk duygularını ve hüznü içinde korur. Kaynağını en uzak geçmişinden alan bir gelecek onu büyüler, zaman aşımına uğramış toplumsal bir sözleşmenin bağlarını herkesin mutluluğunun çözdüğü bir dünya umudundan asla vazgeçmez.

Cocagne Ülkesi, kaynağını en gelişmiş tarım-öncesi toplumların yararlandığı yeryüzü nimetlerinin bolluğundan, –dinsel mitin yokoluşunu başlangıçtaki bir günaha bağlayacağı– bu düşsel toplumsal ilişkilerden alır. Peki ya ilk günah, ekonominin bakış açısından işlenen mutlak suçtan –benlikten ve dünyadan haz alma– başka nedir ki?

Böylece, bolluk çağından kıtlığın ve kârın zorunlu olduğu bir sisteme geçişe yol açmış olan bir devrimin tarihsel gerçekliği, dinlere özgü yalanda tersine dönmüş olur. Gerçek bir insani ilerlemenin başlangıcı, din adamları ve hükümdarlar sayesinde, göğün adil cezasını çağırmış uğursuz bir iradeye dönüşmüş olur.

Titanlar tanrılar tarafından ezilir. (Öngören ve görev üstlenen) Prometheus zincire vurulur. Kadın, müstakbel köle ve savaşçıları üretmek hariç, yitik bir varlığa dönüşür.

Kötülüğün, Düşüşün, cehennemin sonucu olarak karanlık bir tensel itaatsizlik varlığını sürdürecektir; yeni ekonomi şeylerin akışını düzenleyerek varlıklar üzerinde egemenlik kurduğu ölçüde dünyaya kolaylıkla el koyabilen despotik, acımasız ve doğa-karşıtı yapılara arzuyu köle etmekte güçlük çekilecektir. Teologlar ve filozoflar bu durumu, sub specie aeternitatis [sonsuzluğun gözünde, sonsuzluk açısından] ontolojik bahtsızlık olarak, varolmanın şanssızlığı olarak adlandıracaklardır.

Marshall Sahlins Taş Çağı, Bolluk Çağı* [Âge de pierre, âge d’abondance] adlı eserinde şunu belirtir: “Pazar ekonomilerinin özelliği olan bu kıtlık takıntısını bilmeyen avcı ve toplayıcı ekonomiler sistematik olarak bolluğa bel bağlayabilirler.” “Pazar, eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ve hiçbir yerde erişilmemiş derecede kıtlık oluşturur.”  “Zorunlu müebbet çalışmaya biz, yalnızca biz mahkûm edildik.”

Pazar ekonomisinden ve onun kıtlığı kurumlaştırmasından söz eden Karl Polanyi şunu vurgular: “Besin karşısındaki hayvansı bağlılığımız çırılçıplak ortada bırakıldı ve ilksel açlık korkusu serbest bırakıldı.”

Tarım ve Avrupa pazarları Eskimoların, Buşmenlerin ve ne tarım ne de hayvancılıkla uğraşan diğer halkların doğal ortamını yoksullaştırmış olsa da, Hadza’daki toplayıcı-avcıları inceleyen James Woodburn, tarım-öncesi dönemlerde gündelik yaşam hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlar; toprağı işlemeyen toplumlarda korku, açlık ve şiddet görmeyiz. “Bütün yıl boyunca muhtemelen günde ortalama iki saatten az bir süre besin bulmaya harcanır. […] Erkeklerin yalnızca bir azınlığı büyük baş hayvan avlarken, kadınlar genellikle daha titiz olduklarından, çok fazla yorulmadan ya da aşırı çalışmadan bitkisel besin toplamakla uğraşırlar […] Aceleden, korku ve kaygıdan tamamen kurtulmuş olarak oyun oynarlar, hayal kurarlar, gevezelik ederler, uyurlar.”

“Daha önce kadınlara özgü bir uğraş olduğu düşünülen ve erkekler tarafından yapılan avcılıkla kıyaslandığında ikincil bir öneme sahip olan bitki toplayıcılığının aslında temel besin kaynağını teşkil ettiği artık pek çok kişi tarafından kabul edilmektedir. Kadınlar yiyecek bulma konusunda erkeklere pek bağımlı olmadıklarından, iş bölümünden ziyade esnekliğin ve ortak faaliyet yürütmenin esas olması muhtemeldir. Zihlman’ın da belirttiği gibi, davranışlarda genel bir esneklik, erken dönem insan varoluşunun temel öğelerinden biri olmuş olmalıdır. Joan Gero, taş aletlerin erkekler tarafından olduğu kadar kadınlar tarafından da yapılmış olabileceğini göstermiştir; Poirier ise bize şunları hatırlatıyor: ‘İlk insanların cinsiyetler arası iş bölümü sergiledikleri iddiasını destekleyebilecek herhangi bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır.’”

Magdaleniyen yerleşimlerin kazılıp araştırılması, kadının iktidarını değilse de başatlığını öne çıkarma yönündedir. Bu, anasoylulukla özdeşleştirilemeyecek bir kadın-merkezlilik biçimidir.

Kadının binlerce yıl boyunca cemaat odağının ekseni ve belli bir toplumsal uyumun mayası olması; işte, neolitik devrimle birlikte tarımsal-ticari uygarlık ve bu uygarlığın kesinlikle ataerkil toplumları yayılmaya başladığında kadını aniden kuşatan, zehirleyen, şeytanileştiren bu korku ve nefreti tersten teyid edecek şey budur.

Hesiodos’un Pandora’sı bir kutunun içinde kapalı olan bütün kötülükleri yeryüzüne yaymakla suçlanır. Peki ya bu kutu kadının ve toprağın döl yatağından başka nedir ki? Her ikisi de erkekliğin ve çalışmanın aygıtı tarafından tecavüze uğramıştır.

İbrani mitolojisinin Havva’sı aşkın ve bilimin meyvesinden tatmayı istediği için insanlığı çalışmanın, ıstırabın, sefaletin, korkunun alçaltıcılığına sürükler.

Giderek daha fazla önem kazanan, ilk Tanrıların tanrıça oldukları fikri doğal güçlerin kutsanmasına işaret eder; toplayan ve veren bitkisel kadın, doğurmasının –emeğinin– bedeli olarak kanlı kurbanlar isteyen tarımsal bir güce dönüşür. Kadın yerini Anne’ye bırakır; erkeğin çalışmasının ondan söküp aldığı evlatları ve hasadı yiyip yutma, yok etme hakkını ele geçirmiştir. Magna Mater [yüce ana, ana tanrıça] tecavüze uğramış doğanın ruhunu temsil eder. Dinlerin Apollonculuk olarak damgalayacağı şey, onun orjivari ve acımasız kültleridir; bu dinlerin Tanrıları, kaba sömürünün karanlığının karşısına ekonomik rasyonelliğin aydınlığını çıkaracaklardır.

Böylece, geçtikleri yollara güçlerinin ve güçsüzlüklerinin bu iki birleşik anıtını –tanrıların tapınağı ile kralların sarayı– kan dökerek yükselten yontma taş devri, tunç ve demir devri erkeklerinin yaydığı barbarlığın sorumluluğunu kadın üstlenir.

Tarım-öncesi uygarlıklarda kadınların önceliği, savaşların, kırımların, yıkımların kanıtlanmış yokluğuyla uyum sağlar. Tek endemik şiddet, muhtemelen, toplayıcılığa destek olan ve bitkisel besin katkısı yeterli olmadığında et besini sağlayan avdaki şiddettir.

Neolitik dönemden farklı olarak, topraktan çıkarılan Aurignacien ve Magdaleniyen iskeletlerde, tesadüfi bir boynuz darbesi ya da bir ısırık dışında, yara bulgusuna rastlanmamaktadır. Baltayla parçalanmış kafatası, mızrağın deldiği bir göğüs, kesilmiş bir uzuv yoktur.

Toplayıcı uygarlıklar, kâr ve sahiplenme amacıyla doğanın sömürülmesine dayalı değillerdir; bunlar doğayla simbiyoz halinde gelişirler, ana karnındaki çocuğa oldukça benzerler. Mülk sahibi ve mülksüz antagonist sınıflarına bölünmemişlerdir. Evrim burada doğal akışını izler, yaşamın temel bileşenlerinin –mineral, bitkisel, hayvansal ve insani– süreğen bir oluş halinde kendini koruyup dönüştürdüğü bir birlikten vazgeçmez.

Paleolitik dönemin kaya resimleri yarı hayvan yarı insan melezleri kolaylıkla anıştırsa da, bir kaynaşma duygusunu, ilk anlamı içindeki bir religio’yu –canlının farklı ama birbirinden ayrılmaz elementlerini bağlayan şeyi– ifade etmedikleri söylenebilir mi? Oysa, yaşamdan ayrılmış bir iktidar olarak din, böyle bir anlamın mutlak olarak tersine dönmesidir.

Aurignacien ve Magralenien toplayıcı-balıkçı-avcılar toprağın çocuklarıdır. Toprağın onlara sunduklarını her yerde toplayarak yeryüzünü kat ederler. Onlar toprağı yağmalayan fatihler değildir; fatihler gibi kıtlığa ve açgözlülüklerinin doğurduğu şiddete teslim olmazlar. Kolektivitenin mallarına sahip olmak için onlara boyun eğdirmeye hiçbir efendi, din adamı ya da savaşçı kalkışmaz.

Besin, giysi, konut, teknik, mutfak sanatı, dokumacılık, güzellik ve süslenme arayışları yeryüzü nimetleri aracılığıyla dolaysızca karşılanır. Bu karşılanma, bu tatmin ne paradan, ne mübadeleden, ne de bir şefin tiranlığından geçer; cemaatçi ilişki tarzını, bir varoluş şeklini, hem rasyonel hem duygusal bir dili, (insanlara özgü olan şeyi hatalı bir şekilde Tanrılara atfetme yönündeki modern anlamında bir kaçıklığın ancak dinsel diye niteleyebileceği) kazılı ve yontulmuş işaretler bütününü belirleyen şey, analojik olarak, bu tatminin bozulmamış varlığıdır.

Neolitik-öncesi dönemde bir religio’nun varlığından söz edebilirsek, bu ilişki, mineralleri, bitkileri, hayvanları ve bedenleriyle bilinçleri sayesinde çevrelerini değiştirme yetisini yavaş yavaş keşfeden insanımsıları bütün çeşitlilikleri içerisinde bir araya getiren bir ilişkiydi. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla bir din değildir; yaşamın bütün tezahürleri arasında birlikçi bir ilişki, her yerde mevcut analojik bir kavrayış, mikrokozmos ile makrokozmosun, yukarda olan ile aşağıda olanın, dışarda olanla içerde olanın özdeşliğidir.

Kim ki toplamayı ve iyileştirmeyi biliyorsa nimetlerini ona sunan bir çevreyle tekleşme duygusu, varlıkları ve şeyleri analojik olarak algılamaya, taşlara, ağaçlara, hayvanlara, yerlere duyarlılık veren ve onlara uygun bir şekilde yaklaşmaya ya da beceriksizce bir düşmanlıkla davranmaya bağlı olarak bu duyarlılığın lütuflarını cezbetmenin ya da onlara yabancılaşmanın mümkün olabildiği etkileşimsel bir ilişkiye uygundur.

Olağanüstü olan şey kutsal gizem değildir; canlının bütünlüğü ile bu bütünlüğün sayısız tikel tezahürleri arasında örülen uyumun gerçekliği ve farkındalığıdır olağanüstü olan. İncelikli bir uyum ve armoni sanatını uygularken, yaşamın büyük senfonisini duyuları mutlandıracak şekilde düzenleyen insanın egemen düzenini ölüm karşısında ve kaotik çoğalmaya terk edilmiş bir doğa karşısında baskın çıkartan şair Orpheus’un başlangıçtaki gücüdür bu.

Ormanlara vurgun kişi ağaçların sesini dinler, böğürtlenler onu berelemez. Gerçek bahçıvan şöhretin eliyle alay eder çünkü yeşilin eli ona yeter. Hayvanların gerçek dostu olan insan, onlarla kardeşçe bir ortak yaşam anlaşmasını hangi tavrın, hangi dilin sağlayabileceğini kesin bilgisi sayesinde bilir. Burada ne büyü, ne mistik ne tinselcilik vardır. Yaşama iradesi denen temel bir uyumun ortak duygu ve bilincidir bu ve yaratıcı arzunun sonsuz varyasyonları bu irade temelinde duruma uyarlanır.

Bu durum karşısında inançtan ya da ibadetten söz etmek, kendinden koparılmış ve doğa sömürüsü sisteminin yapısını bozduğu, olası tek bir uygarlık biçimiyle özdeşleşmiş insanın parçalı, bölünmüş tutumunu, dayanışmacı, simbiyotik, birlikçi bir evrene dahil etmektir.

İnancın, idrak gücünün kavranılamazlığı aniden kavramasını sağlayan sıçrayış olması için, yüzlerce yıldır ekonomik bir mantığa göre şekillenmiş zekânın kendini değersizleştirerek değer verdiği ve kendisini aşan bir gizemi tercih etmesi için rasyonel ile irasyonel arasında bir ayrımın yerleşmesi şarttır.

Ama, denklikler üzerinde temellenen, bedenin ve toprağın global bilincinin analojilerin oyununda ifade bulduğu bir algı tarzında ibadetten söz etmek, rasyonalite ve irasyonaliteden, neden ve sonuçtan, iç ve dıştan, tin ve bedenden, maddi ve gayri maddiden söz etmek kadar anlamdan yoksundur.

Neandertalların ölülerini gömme tarzını nitelemek için, rit, inanç, dinsellik kavramlarından başka bir şey bulamayacak kadar ekonominin içimize işlediği bir düşünce tarzının kölesi miyiz?

Doğum, büyüme ve ölüm döngüsü, toprağın bağrına gömülmeyi yeni bir doğum olarak görüyor olamaz mı?

Rit ile oyun arasındaki sınırı nereye yerleştirmeli? Çocuklar oyun oynarken uydurdukları kuralları değiştirme ya da tekrarlama hakkını kendi ellerinde tutarlar. Böyle bir tekrar ne kadar ritüele bağlansa da, esasen hazzın egemen olduğu bir oyundur.

Yalnızca kutsalın alanı ritüelleşir ve bir kara delik tarzındaki çekicilik, kargaşanın, yabancılaşmanın, çatışmanın, korkunun bireysel ve kolektif halleri yalnızca bu alanda varlığını sürdürür. Bütün bunlar kutsalı, korkunç günah iblislerine dönüşmüş sevimli zevk perilerine karşı bir siper olarak diker, kutsalı yaratır ve ona başvururlar.

Kutsal, “noli me tangere” [“bana dokunma!] diyen mittir. Tapınağın kapılarının güneşin ilk ışıklarıyla açılmasını, heykelin rüzgâr mırıltıları çıkarmasını, bir ibadet objesinin statik elektrik yüklenmesini sağlayacak maharette din adamları yalanın üzerini ustalıkla örterler –Yahudilerin Yasa Sandığı bunun en bilinen örneğidir–; böylece bunlara el uzatacak kadar cüretli kuşkucuyu yere serebilecek bir korku yapay olarak üretilebilir.

İnancı çocuğa özgü bu analojik algıdan, yerini erkenden ticari rasyonaliteye bırakan bir bilincin ortaya çıktığı, yanlış anlaşılmış bu duyusal ve duyumsal deneyimden ayıran sınır nerededir?

Marie König, Notre passé est encore plus ancien’de [Geçmişimiz Daha da Eski] Lascaux’daki boğaların boynuzları ile Ay’ın farklı evreleri arasındaki özdeşlikten şüphelenir. Mağara çeperlerini ve sığınakları süsleyen geometrik şekiller, Ay ve Güneş takvimleri değil midir? Bunlar klanın yaşam alanını bölgelere ayıran, yerleşim yerlerini belirten, insanların ve yıldızların yollarını dokumacıların tekniğine göre gösteren topografik çizelgeler değil midir? Çok daha sonraki tarihlerde Nazca’da bulunan ve teokratik rejimin emrindeki hacıların ve duacıların adımlarının, geniş kumul düzlükleri üzerinde dokunmuş bir halıda yerleri önceden saptanmış kuş, memeli, vazo, burgu biçimli motifleri, Tanrı’nın çöldeki yolları gibi çizdikleri bu izler de bunun kanıtı değil midir?

Raymod Dumay şunu saptar: “Lascaux mağarasındaki en ünlü efrizlerden birine bakarak, inek sütüne değer verildiğini varsayabiliriz. Muhteşem bir siyah hayvan görülüyor, muhteşem profilli, dev gibi, mamut hacminde […] Semboller üzerine bunca yorumda bulunmuşken, Kraliçe İnek sanki fark edilmeden geçilmiş gibidir. Hiçbir anlamının olmaması şaşırtıcı olur.”

Ama günümüzde Massai çobanları arasında olduğu gibi, süt veren sevgiye layık bir inek temsili neden bir sembol olsun ki? Yaşamı kanın ve ateşin renklerinden yeniden yaratmak amacıyla ölülerin kemiklerini çıkartıp kırmızıya boyamak sembolik bir şey midir, yoksa bir denklik ve aktarma pratiğinden mi kaynaklanır?

Her şeyi ritüelleştirme yönündeki takıntımız, binlerce yıllık kültürümüzü talan eden dinlerin kutsal terör geleneğine bağlı olmasın?

Kutsallığın müdahale etmediği yerde yalnızca oyuncul bir faaliyet görülür. Artık geçerliliği kalmayan kutsal, yutmuş olduğu oyunculluğu geri kustuğunda ve fantezi, kaydırak oyunu, Sevgi Ülkesi haritası, folklor halinde darmadağın olduğunda oyun zevki ile zevk oyunu baskın çıkar.

Biz, uygunluk ve benzerlik duyumuzu yitirdik. Varlıkları ve şeyleri kavrayışımızı sınırlandıran ticaret mantığının soğuk basamaklarında, onları topraktan çıkarıp canlandırmayı yalnızca şairler arzular. Antikçağ büyücülüğü bu ticaret mantığını müneccimin erk istenciyle silahlandırmaya çalıştı, simyacılar sefil maddeyi soylu maddeye dönüştürmenin sırrını bu mantıktan çekip çıkarmak istediler. Malcolm de Chazal gibi bazı gönül kaşifleri, geleceğin bir sanatıymış gibi söz ettiler ondan. Bedenin mekanikleştirilmesinden ve ticari rasyonaliteden esinlenen bu insan ve dünya vizyonunu –Büyük Mimar’ın ve Büyük Saatçi’nin vizyonu– bilimlerin ve bilincin terk ederek, biçimlerin, seslerin, kokuların, tözlerin uyum ve rezonanslarının incelikli sanatını benimseyeceği vakit o kadar uzak değil.

Mitik manzaralar ne kadar çeşitli olsa da, din, yokolmuş paleolitik toplumların belli belirsiz anısı ile yeryüzü varlığının ötesinde bulunan ve savaşçı kralların muzaffer ölümünün büyük kapısını açtığı, kölelerin sefil ölümünün ise küçük kapısını açtığı her yer ve hiçbir yer serabı arasında allak bullak edici bir kargaşayı besler.

Dindışı düşünceye de varan kökenler nostaljisi, potansiyel olarak geçmiş ile gelecek arasında yer alan ama şimdiki zaman içinde asla somutlaşmayan bu ütopyanın uzam-zamanını doğurmaya devam etmektedir. Tarım-ticaret uygarlığını temellendiren feragati –kol emeği ile kafa emeği lanetinin gerektirdiği, benlik ve dünya hazzından feragat etme– destekledikleri andan itibaren dinler, arzuları sürgün edilmiş, zahmetle çalışan, mekanikleşmiş, ekonomikleşmiş bir bedenin mahkûmu olan insanın ıstırabının, ölüme tapınmayla ve acıyı sevmekle sükuna erdiği sanal bir evrenden beslenirler.

Doğayla simbiyoz halindeki toplumların bağrında tarihsel olarak anahatları çizilmiş evrensel bir uyumdan Yahudi-Hıristiyanlığın çekip alacağı tek şey cennet miti olacaktır ve oraya da yanıltıcı ve göksel bir yaşam için ödenmesi gereken bedeli sefalet olan, sürünerek geçmiş bir hayat sonunda ancak ölerek erişilecektir.

… Göğün Tiranlığına

Toplayıcı uygarlıkların kısmen geride bıraktıkları hayvanlık, meta uygarlığı tarafından bastırılmış, aşılmış, sosyalleştirilmiş bulur kendini. İnsanların kurtulmak için gösterdikleri çabalar ne kadar önemli olursa olsun, hayvanlığın kalıntıları, Aurignacien ve Magdalenien uygarlıklarda toprağa sahip çıkma refleksini, avcılığın leşçi karakterinden de destek alarak beslemiştir.

Egemen toplayıcı ekonomi tarafından ılımlılaştırılmış ve marjinal olsa da, av faaliyeti, saldırganlık, ketleme, şiddet, korku, kurnazlık, erk istenci tepkilerini şiddetlendirmekten geri kalmaz. Sahiplenici bir yerleşikleşme hazırlığının kökeninde bir av alanını az çok kesin olarak sınırlandıran avcılık yatıyor olabilir.

Adrienne Zihlman’a göre, avcılık evrimde nispeten geç ortaya çıkmıştır, “son yüz bin yıldan önce yoktur.” Dahası, “birçok araştırmacı daha geç bir tarihten, yani yukarı paleolitiğin sonundan önce, tarımın ortaya çıkışından hemen önce büyük av hayvanlarının önemli miktarda avlandığına dair hiçbir kanıt bulamaz.”

Mezolitikten itibaren av alanlarının oluşumu çitle çevirme ilkesinin habercisi olup, ilk tarımcı sitelerin toprakta açtıkları hendekler ya da surları bu ilkeye evrenselleştirecektir. Hayvanların gücünün ve taktik duygusunun onlarla karşı karşıya gelenlere, varlıkları ve şeyleri tabi kılma ve onların sömürüsünü yönetme sanatını tatbik ettirerek öğrettiği bu erk istenci muhtemelen bu dönemde gelişmiştir.

Hayvanı yemle kandıran, onu öldürmek için güvenini kötüye kullanan, içine düşeceği tuzağı ayaklarının altında gizleyen avcının kurnazlığında mitin ya da dinsel yalanın embriyon halinde mevcut olduğunu görmüyor muyuz? Yaşam için yaşam oyunu burada ölümün, ıstırabın, tutsaklığın, köleliğin iğrenç oyununa dönüşmüyor mu? Baştan çıkarma, kurnazlık, sahiplenici şiddet uygulamalarını din kutsayacaktır; bunlar, monarşiden parlamenter demokrasiye dek bütün iktidarların uygulamalarıdır.

İnsanların ve toprağın sömürülmesine dayalı ekonomisinin inşa edeceği dinsel tiranlığın evrensel nedenleri arasında, leşçi uygulamalarda ısrardan başka, belki yaratıcı-insanın değil hayvanların dehasını oluşturan şeyi aramak gerekir: uyum ilmi.

Toplayıcılık, avcılık ve balıkçılık yoluyla yiyecek arayışı, çevreyi dönüştürme yeteneğinden ziyade, hayvanın uyum yetisinden kaynaklanır.

Göçebelik kendi özgürlüğünün sınırlarını hızla keşfeder: Sürülerin mevsimlik yer değiştirmesi gezinmenin ritmini belirler, avcıların av hayvanı bulabilmek için göç yollarını izlemesini mecbur kılar. Filizlenme zamanları, yenebilir bitkilerin yetiştiği toprağın kalitesi, meyvelerin olgunluğu, kamp yerlerinin hareketliliğini belirlemektedir. İklim değişiklikleri, kötü hava koşulları, beklenmedik felaketler, bir nehrin aniden taşması, hastalık ve ölüm; doğal afetlere uğramaya razı olmasa da, en azından bu afetlere hakim olma, zararlı etkilerini önleme, hatta sakıncalarını avantaja dönüştürme ustalığından yetersiz kalarak kopmuş bir yazgının acımasızca parçası olan bahtsızlıklardan bazılarıdır.

Bence, neolitik devrimden önce baskın olan şey religio’dur; insanlaşmanın maceracı yollarına girmiş varlıkların kendilerinden ve dünyalarından ayrılmadan edindikleri bilincin içinde dünyanın bütün öğelerini, bütün görüngüleri birlik halinde karıştıran analojik bir ilişkidir. Fakat herkese elverişli doğal bir ortam yaratılmasında gelişme gösterilemediği yerde, bu religio gerileyerek şeylerin yazgısına itaat eder. Hayvan yetiştiriciliği, tarım ve ticaret yoluyla doğal kaosun düzensiz yasalarına boyun eğmekten yavaş yavaş kurtulmayı dileyen insanlar çalışma aracılığıyla ancak yeni bir yabancılaşmanın yasalarını yaratacaklardır ve bu yabancılaşmayı dayatan efendiler birer araç olacaktır.

Yazgının insanın gözünün yaşına bakmayan belirleyiciliğine duyulan inançta, öte dünya gizemleri karşısındaki aptalca riayet vardır; insanın ve doğanın sömürülmesi de papazları ve kralları zincirleme imal ederek –terimin en kaba anlamında– bu öte dünyayı iyice bayağılaştıracaktır.

Yaratıcılığın güçlerinden, kendini feda ederek dünyayı dönüştürme çalışmasına geçiş olan, avcılıktaki leşçiliğe bağlı uyum faaliyetinin, emeğin, toprağı işlemenin ve ticaretin egemenliğindeki ilk uygarlıkların inşa edeceği dinsel despotizmi tohum halinde içerdiğine kesin gözüyle bakıyorum.

İlle de bir kültten söz etmeye gerek yoktur; bazı mağaralardaki ayı kafalarının ya da ok isabet almış olarak resmedilen atların sahnelenmesi, hedefin geçmişte, şimdi ve gelecekte isabet alacağına dair bir teminattır diyebiliriz. Ele geçirilen avın kalıntıları ya da av temsili, avın varlığını hatırlatarak ona sahip olmayı bir öngörü tarzında “gerçekleştirmektedir.” Mızrağın erişebileceği yerdeki kaya resimleri ile kaprislerinden çekinilen ve lütufta bulunmaları umulan varlıklar olarak görülüp yakarılan doğal elementler, kuşkusuz ki, hayatta kalma çabasının tesadüflerine indirgenmiş bir yaşamın mahkûm ettiği av ve leşçi durumunun sürdürdüğü bu hayvani ıstıraptan bir kanlı irin gibi kaynaklanan Tanrıların habercisidir.

Bununla birlikte, çitle çevrili tarım alanının ortaya çıkışı, Yeryüzünü Gökyüzüne bağlayan kurum olarak din’i gerçek anlamda oluşturmaya yeter. Evrensel yalanın yaklaşık on bin yıl boyunca gizleyeceği bir doğum olayı buraya kayıtlıdır. İnsanlığından sökülüp alınan insan bu dönemde kendini dünyevi bir toplumsal sözleşmeyle gökyüzüne zincirlenmiş bulacaktır. Ancak bizim değişim halindeki çağımız bu sözleşmeyi artık kesinlikle geçersiz kılacak durumdadır; öyle ki ekonomikleşmiş insanın geleneğinden kopan arzu insanı, yalnızca kendi tutkularının önceliğini kabul etmekle kalmaz, bu tutkuları daha önce nasıl kendi bahtsızlığı için değiştirmişse, şimdi de aynı enerjiyle kendi mutluluğuna bağlamaya çalışır.

Sömürü ekonomisine geçiş, doğal çevrenin cömert bolluğuyla simbiyoz halindeki yaklaşık yirmi beş bin yıllık bir evrimin şekillendirmiş olduğu insan tutumlarını kökten dönüştürdü. Köylü topluluğu, mülkiyetini başlangıçta elinde tuttuğu bu toprak parçasını, yabancı müdahalelere karşı, yerleşik uygarlığın zenginliklerinin cezbettiği göçebelere karşı koruma vekâleti vererek kendine seçtiği efendilerin sömürüsüne bırakır.

Tanrıların fantastik ve dünyadışı soyu bu anda doğar. Şehvetli tensel tözünden yoksun kalan yeryüzü bir Ana Tanrıça halinde yüceleşirken, erkek, öfkeci ve verimli göksel efendi olan Uranos’un sayısız değişik hali, çalışan insanlar aracılığıyla bu Ana Tanrıça’ya tecavüz edip, onu döllerler.

L.R. Nougier yukarı paleolitikte kırk yaşını aşmış kadın iskeletlerine rastlanmadığını, erkeklerin ise bu yaşı biraz geçtiğini saptar. Buna karşılık, neolitik gömüler on beş ile otuz yaş arasındaki kadın ölümlerinde bir artış gösterir. Bu durum ölümlü doğumların aşikâr bir sonucudur. Otuz beş ile kırk beş yaş arasındaki iskeletler özellikle erkek iskeletidir. Bunun da nedeni kuşkusuz savaşçılık ya da avcılıktır.

Leslie White “Enerji ve Kültürün Evrimi”nde, “neolitik […], tarımsal ve kırsal teknikler aracılığıyla kişi başına ve yaş başına ortaya konan ve denetlenen enerji miktarındaki üçlü artışın ardından, kültürün gelişiminde önemli bir ilerlemeye yol açar,” diye açıkladığında, arzu insanı, haz yaratan insan ile meta üreticisi ve metanın ürünü insan arasındaki bir ayrımı, bir kopmayı saptar. Kültürün,* yaşamın tersine dönmesi, canlı tözünden ve anlamından boşaltılmış bir varoluşun yansısı ve yanıltıcı anlamı olduğunu artık biliyoruz.

Mitten bu miti kutsallığından arındıran ideolojilere dek uzanırken, insanın kendisinden, başkalarından, doğadan ayrılığı yalnızca daha somut bir hal almıştır. Tarihinin başlangıcında bilinçsiz olarak neyse son evresinde de kendini bilinçli olarak öyle algılar: Libidinal enerjinin bir bölümünün emek miktarına dönüşmesinin yol açtığı bir varoluş rahatsızlığı, hayatta kalma güçlüğü.

Tarım ve ticaret kralların ve din adamlarının darası altında insanların belini büktü; iktidarın yıkıma sürüklediği bu güdüklerin soyu yine de yayılmaya devam ediyor. (Borsa pazarının arş-ı âleminin günümüzde onları mali soyutlamanın dünya kilisesinin naipleri olarak nasıl kutsadıklarını görmemek mümkün mü?)

Burada icat edilen şey tarih boyunca biçim değiştirdi, ama asla tözü değişmedi. Bütün çeşitliliği içerisinde ve Marx’ın ileri sürdüğü özgürleşme projesine varana dek, doğanın sömürülmesi, kendi benliğinden ve dünyadan haz almaktan mahrum kalmış bireylerin yabancılaşmasını daima besledi.

Yeryüzü sakinleri bir öte dünya krallığına, kendi sembolik gerçekliğini bir gökkubbeyle özdeşleştirilen görünmez bir imparatorluğa bağlı kaldılar. Bu gökkubbenin gün boyunca gündoğumundan batımına dek süren belirgin dönüşü, doğum ve ölüm döngüsünü ebediyen çizen, kader kısmet çarkını kaçınılmazcasına harekete geçiren ve insanın gözünün yaşına bakmayan yazgıların kaçınılmazlığını belirler.

Dinsel Olgunun Yanlış Açıklamaları

İnsani bakımdan kabul edilemez bir gerçekliği haklı çıkarmaya daima hazır olan düşünürler, tıpkı insanın merhamet gösterip esirgediği ya da dalgınlıkla, fobiden, hatta kasıtlı gaddarlıkla ezdiği küçücük bir hayvancığa yaptığı gibi, kendi yaratıklarına yaşam bahşetme ya da yoksun bırakma ayrıcalığını gaspetmiş ölümsüz tanrısallıklara inancı evrensel ölüm kaygısıyla açıkladılar.

Böyle bir genel geçer ölüm kaygısından söz etmek, ölümün, kendi hayvansılıklarını insanileştirmeye çalışan paleolitik topluluklar için ve bu hayvanlığı çalışma yoluyla bastırarak doğasını bozan ve leşçi bir ekonominin ruhuna uygun olarak toplumsallaştırmakla yetinen neolitik tarımcılar için aynı anlama gelmediğini unutmak demektir.

Paleolitikler, cehalet sonucu, doğanın sağladığı reçetelere göre hastalıkları ve yaraları tedavi edebilecek terapötik bir bilim olmadığından ölüyorlardı.

Neolitiklerin varlığı ise kendi yazgılarına hakim olamazken herkesin yazgısını yöneten kralların ve din adamlarının bütünüyle elindedir. Bir halkı kırıp geçirebilen ama kendileri ölümden kaçamayan ulu kişiler, onları, göksel bir kusursuzluk atfederek, sınırsız bir güçle donanmış hayal mahsulü varlıkların yeryüzündeki temsilcisi yapan herhangi bir aşkın iradeye bel bağlamaya nasıl olur da ikna olmazlar?

Despotlar yok olabilir, çünkü onların yeryüzündeki kaderleri bu zaten; yeter ki yıldızların sonsuzluğuna kayıtlı despotizm sürsün. “Göğe yakarıyorlarsa, toprağı gaspetmek içindir,” diyecektir haklı olarak Robespierre; ama Yüce Varlık kültünü inşa ederken kendisi de başka türlü davranmayacaktır.

İnsan soyunun kefen kumaşını gaspçılar ve gasp edilenler, sömürenler ve sömürülenler birlikte dokuyorlar. Tiranlığa dikilmiş tek bir anıt bile yoktur ki gönüllü kölelik tarafından dikilmiş olmasın; ve tiranlığın vücuda çekiçle işlenmiş anısı, despotizmi yıkanlarda bile, boyunduruğun yok olduğu yere doğru bel bükme alışkanlığını besler.

Sanki insanlar ölümsüzlük lütfunu hak etmemişler gibi, ölümsüzlüğüyle onlara aldırmayan bir Tanrı icat etmeye yönelten şey ne ölümdür, ne hastalık, ne sefalet, ne ıstırap, ne de zayıflık. Bunun nedeni koşullardır; volens nolens [ister istemez, mecburen] seçtikleri ve kendi başlarına ölmeyi, kendi bahtsızlıklarını üretmeyi ve gönüllü olarak onursuzlaşmayı onlara dayatan koşullardır.

Bunca haksızlığa, barbarlığa, insanlıkdışılığa boyun eğen insanlar, ellerinde kalan tek şeyin kendi hatalarının kefaretini ödemek ve merhamet dilemek olduğu savaşlarda telef olmak için dövdükleri acımasız tüze kılıcını nasıl olur da Tanrı’nın adaletine bağlamaktan kaçınırlar?

Bahtsız soyumuzun bir gözyaşı vadisi içinde sıkışıp kaldığı, buradan kaçıp mutluluğa erişmenin ancak ölüm pahasına olacağı aşağılık düşüncesi binlerce yıl boyunca egemen oldu. Ancak ölümün kutsallığının telafi edebileceği “ilk lanet” fikrini Hıristiyan mitolojisi yetkinleştirmiş olsa da, öte dünyayı dolduran Varlıkların soluğuyla salınan zavallı bir saman çöpü olan insanın işe yaramazlığını haklı göstermek için Evrensel Tufan’ın, Pandora’nın Kutusu’nun, Tanrı Gazabı’nın, aşağılık bir maddiyatın saptırdığı tinsel altının hileli zarlarını hokkasında çalkalamayan tek bir mitoloji bile yoktur.

Cennetten kovulma, düşüş, düşkünlük, Altın Çağın sonu… Bütün bunlar tam da çalışmanın doğuşunun ifadesidir; herkesi arzuları yaşamaktan söküp alan, kendi bedeninden sürgün eden ve kişiyi kendisinden çalınan şeyi yeniden ele geçirmeye değil iyice sürülmeye, gün be gün kovulmaya müsamaha gösterdiği için bir ıstırap ve ketlenme cehennemi halini alan ve hazza özlem duyan bu teni inkâr etmeye teşvik eden çalışmanın doğuşudur bu.

İnsanın zayıflığı, kabul edilmiş bir güçsüzlükten başkası değildir, ekonomik mekanizmaların hoşnutlukla girmiş bir tevekkül halidir. Semavi yalan, yeryüzünde sömürünün hakikatini imzalamakla ve buna boyun eğenlerin ödlekliğini onaylamakla yetinir.

Kaynak: Raoul Vaneigem – Dinin İnsanlıkdışılığına Dair

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çocuk İşçilerin Suikaste Kurban Giden Çocuk Lideri: İkbal Mesih

Bir Okur Gözünden, “Nicky’yi Öldürmek” Romanı Üzerine