in

Tecrübe ve Disiplin Eskimez

Oscar ödüllü Amerikalı aktör Robert De Niro ile yine bir başka Oscar ödüllü oyuncu Anne Hathaway‘in başrollerini paylaştığı Stajyer (The Internadında bir film vardır.

Filmin mottosu “Tecrübe ve disiplin eskimez.”

Robert De Niro’nun başarıyla ve ustalıkla hayat verdiği Ben Whittaker’in yanında insanlar kendilerini güvende, mutlu, kıymetli ve huzurlu hisseder.

Yardımseverdir Ben, kendinden ve ne yaptığından emindir, iyi bir gözlemcidir, yeri geldiğinde duygusal, yeri geldiğinde fazlasıyla kararlıdır.

Bir sosyal sorumluluk projesi olarak ve emekliliğin sıkıcı getirilerinden kurtulup tekrar iş yaşamına dönmek amacıyla girdiği e-ticaret yapan bir şirkette, ‘kendisini herkesin amcası’ olarak görür, kısa zamanda şöhret basamaklarını tırmanır, varlığını hissettirir.

Hatta hallerinde hareketlerinde Doğu’nun hep övündüğü kadim gelenekleri barındırır; dokunduğu yeri ehlileştirir, insanların hatalarını gizler, bazı şeyleri görmezden gelir, herkesle (bilhassa çocuklarla, gençlerle) arası iyidir ve abartılmadan daha bir yığın güzellik barındırır uhdesinde…

Stajyer filminde düzenli olmanın, görevlerini ve sorumluluklarını bilmenin/yerine getirmenin, elinden gelenin en iyisini yapmak için gayret etmenin nasıl sonuçlar verdiğini açık seçik görürüz.

Bence aynı disiplin ve hakkını vererek yapma, yazarlıkta da söz konusudur.

Bakın bu konuda üstatlardan birisi neler söylemiş.

“İyi bir yazar olmak için yazdığınız her an, zihninizin tamamıyla açık ve sağlığınızın yerinde olması gerekir. O romantik edebiyat kavramına karşıyım, yani ekonomik koşullarınız ve duygusal durumunuz ne kadar kötüyse yazdıklarınız o derece iyi olur inancına… Duygusal ve fiziksel sağlığınızın çok iyi olması gerektiğine inanıyorum. Edebi bir eser ortaya çıkarmak için bence sağlıklı olmak lazım ve Kayıp Nesil bunu görmüştü. Onlar hayatı seven insanlardı.” der Gabriel Garcia Marquez.

***

Sanki (yeraltı edebiyatından bahsetmiyorum) yeraltı hayatı yaşayanların, düzensiz bir yaşam sürenlerin ve (bunlara karşı olmamak ve insanların özeline saygılı davranmakla birlikte) alkol ve sigara ile fazlasıyla içli dışlı olanların, mecazi anlamda saçı sakalı birbirine karışmışların daha iyi yazacağı yönünde gizli/açık bir algı ve bir tür hayranlık var Türkiye’de.

Benim de buna itirazım var. Çünkü aykırı, protest olana duyulan saygı ve bunu alkışlamak başka, toplumdan kopuk bir ömür süren, disiplini hayatından kapı dışarı etmiş, kişisel bakımına bile dikkat etmeyip kafasına göre nerede akşam orada sabah takılan ve yazımsal faaliyetlerde ilham gelmesini bekleyen ya da palas pandıraslığı, sürüp giden içi boş, iç konuşmaları, karnından guruldamaları metin diye yutturan insanların daha kaliteli yazacağına inanmak çok başka.

Gabriel Garcia Marguez durumu aşağı yukarı açıklıyor aslında.

Yazmak, üretebilmek için beynimizin, belleğimizin açık, fiziksel ve manevi sağlığımızın yerinde, duygusal durumumuzun ve alt yapımızın sağlam olması gerekiyor.

Ekonomik durumu bilmem, o şartlarla alakalı ama hayatı ve insanları yer yer sevip kimi zamanda onlara öfkelenmemiz lazım geliyor yazmak için… Bir mesele, bir alıp verememe durumu gerekiyor. Güdülenme, küpünden ekşime, itici güç deniyor buna.

Bence ancak böyle yazılır… Yazarken manevi ve ruhi anlamda bile olsa tertipli olmak, kendine göre belirlediğin küçük ritüellere, alışkanlıklara, takıntılara uymak önemli…

Benim sürekli tekrar ettiğim bir durum var… Bir hafta yazıdan uzak kalayım, yazmak için masanın başına oturduğumda acemilik çekiyorum. Evet abartmıyorum, gizem de katmıyorum işin içine ama aynen böyle.

Bu topraklardan yetişmiş büyük yazarlardan biri olan Yaşar Kemal’de, herhangi bir roman üzerinde çalıştığı zamanlar içki de sigara da içmezmiş. Öyle ki akşam dokuzda yatarmış, sabah yedide kalkar ve yazının başına otururmuş.

Başka çaresi yok, büyük eserler böyle, disiplinle, özenle, kendini kahramanlarının yerine yıllarca koymakla – tek elinle kayır yığınlarını aktarır gibi – emek emek ortaya çıkıyor…

Onun için gelip bana yazar olmak istediğini söyleyenlere “İşin romantik ve popüler tarafını bir kenara koy, ömrün boyunca hem disiplinli olacaksın hem de acı çekeceksin, iyi düşündün mü?” derim.

Eğer karşımdakinin sonuna kadar kararlı olduğunu görürsem intizamlı bir hayat sürmeyi ve çok emek sarf etmeyi salık veririm ona. ‘On bin saat’ kuralını hatırlatırım örneğin…

Üstelik ben esincilerden değilim, oturup inatla, ısrarla, kararlılıkla çalışılması ve (Aziz Nesin gibi ya da Orhan Pamuk misali) bir odada ayların/yılların geçirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim.

Stajyer filmindeki Ben Whittaker Amcamız da kırk yıl boyunca, üstüne koyarak, istikrarla ve disiplinle çalışmıştı, saygılı olmaktan bir şey kaybetmemişti, yanında mendil taşımıştı, pazar günleri bile sakal tıraşı olup giyimine/kendine dikkat etmişti ve büyük, hatasız fihristler hazırlamıştı.

Dahası emekli olduktan sonra da döndüğü iş yaşamında yine başarıyı yakalamıştı. Çünkü tecrübe, kendini bir işe adama, sebat ve nizam/intizam eskimiyordu. Bu durum yazıda da böyleydi…

2 Yorum

Cevap Yazın
  1. Yazmak için hazır sihirli reçeteler olduğuna inanmıyorum, bu yazarın kişiliğiyle ve yazı ile kurduğu ilişkiyle ilgili. Hemingway ve Fitzgerald alkolik yaşarlardı ve hatta Jack London da öyleydi ama ölümsüz eserler biraktilar arkalarında.

    • Elbette, yazarın kişiliği ve yazı ile kurduğu ilişki çok önemli. Yazıya yükledikleri anlam daha mühim. Adı geçen yazarlar alkolik olabilirler ama sarhoşken yazacaklarını düşünmüyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Sinemanın Melankolik Dervişleri

Kaygusuz Abdâl’a Göre Manevi Yolculuk: Seyr ü Sülûk