“O, bilim alanında bir tekboynuzlu kadar ender rastlanan biriydi.” Bu sözler Marie Curie’nin hayatından, kişiliğinden etkilenen kadınlardan birine, Barbara Goldsmith’e ait.
Marie Curie’nin yaşamı hiç kuşku yok ki birçok kadına esin kaynağı oldu. Çünkü o sadece bilime adanmış, laboratuardan çıkmayan bir kadın değildi. Döneminin sosyal, ekonomik, politik atmosferine hiçbir zaman uymayan, her türlü baskıcı tutuma karşı net tavır almayı bilen, omurgalı duruşa sahip bir yirminci yüzyıl aydınıydı.
Yazın alanında rüştünü ispatlamış ve yazılarının başlıca konuları kadınlar, töreler ve onların yaşadıkları çağın hikayesi olan bir yazarın kaleminden çıkan, “Madam Curie Saplantılı Deha” kitabında Barbara Goldsmith, kendisini bu yaşam öyküsünü araştırmaya çeken şeyin ne olduğunu şöyle özetliyor: “Neden bazı kadınlar bulundukları çevrenin kapanına kısılırken bazıları kaçıyor ya da tuzağın etrafından dolaşıyor veya bu engelleri yok sayıyor? Toplum ve aile onların özlemlerini nasıl etkiliyor? Bazı kadınlar önceden belirlenmiş bir yolu izlemeye razı olurken neden bazıları bağımsızlık peşinde koşuyor? Ve Madam Curie, özellikle de kadınların psikolojisinde hangi ortak bam teline dokunuyor? Beni meraklandıran sorulardan birkaçı bunlardı.”
Bu soruların ışığında bir dehanın, üstelik kadın olan bir dehanın yaşamına doğru yolculuğa çıkarıyor yazar. Aile yaşamı, çocukluğu, bunalımları, evliliği, çocuklarıyla ilişkileri, erkek egemen toplumla hiç bitmeyen mücadelesi ve bilimi… Kısa anekdotlarla kitaba ve Marie Curie’ye doğru uzanalım istiyoruz.
1. “Yeniyetme bir kızken, duvar panomun üstündeki bir sürü döküntünün yanına, Van Gogh’un Yıldızlı Gecesi’nin bir kopyasıyla cumartesi gecesi bovling kartımın arasına Marie Curie’nin bir fotoğrafını iliştirmiştim. Resimde bir karaağacın altına oturmuş, kollarını kızlarının, iki yaşındaki Eve’le dokuzundaki Irene’in bellerine dolamıştı. Beni bu fotoğrafa çeken şey neydi bilmiyorum ama bilimle ilgili değildi.(…) Fotoğrafta alışılmış gülen gözler yoktu. Üçü de sözcüklerle anlatılamayacak kadar üzgündü. O zaman nedenini bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Resmin altına Madame Curie’den bir alıntı koymuştum: “Hayatın korkulacak bir yanı yoktur. Onu yalnızca anlamak gerekir.”
Marie 1908’de Eve(solda) ve Irene’le (sağda) Sceaux’daki bahçede
2. “Yoksul bir Polonyalı aileden geliyordu ve Sorbonne’da eğitim görmeye yetecek parayı kazanıncaya kadar sekiz yıl çalışmıştı. İnanılmayacak zorlukların üstesinden gelmişti. 1893’te Marie, Sorbonne’dan fizik diploması alan ilk kadın oldu. Ertesi yıl bir ikincisini, matematik diplomasını aldı. Sorbonne’a profesör olarak atanan ilk kadındı ve Nobel Ödülü’nü alan ilk kadın oldu, hem de bir değil iki kere: Birincisini kocası Pierre ve Henri Becquerel’le birlikte fizik dalında(radyoaktivitenin keşfinden dolayı); ikincisini de sekiz yıl sonra kimya alanında(polonyum ve radyum elementlerini yalıtlamasından dolayı). 224 yıllık Fransa Tıp Akademisi’ne seçilen ilk kadındı. Heyecan verici kariyerinin yanı sıra Marie, büyük bölümü de bekar anne olarak iki kız çocuğu yetiştirmiş, onların iyi eğitimli, fiziksel bakımdan güçlü ve bağımsız kişilikler olduğunu görmüştü.”
Büyük kızları Irène, annesiyle beraber bilimsel çalışmalara devam etti ve kocasıyla birlikte 1935 yılında Nobel Kimya Ödülü aldı. Marie ve kızı İrene, Nobel Ödülü kazanan tek ana-kız çiftidir. Diğer kızı Eve Curie ise ailenin diğer üyelerinden farklı olarak sosyal bilimleri tercih etti. Gazeteci, yazar ve piyanisttir.
1925 senesi Marie Curie ve İrene Joliot Curie labaratuvarda çalışırken…
3. “Ben çocukken, 1943 yapımı “Madame Curie” filminde Marie’yi oynayan Greer Garson’la kocası Pierre rolündeki Walter Pidgeon’a hayrandım. Film yıldızı Marie’nin, kaynayan bir fıçı cevheri karıştırırken yüzünün terden parladığını anımsıyorum. Gecenin karanlığında Marie’yle Pierre’in laboratuara girip, bir çanağın içinde pıhtılaşmış küçük, ışıklı lekeyi seyredişlerini hiç unutmayacağım. “Ah, Pierre? Bu olabilir mi? Bu olabilir mi?” diye bağırır Marie, gözyaşları yanaklarına yuvarlanırken. Evet, bu oydu- Radyum!”
1898’de yayınladıkları bir makalede ‘Polonyum’ elementinin, hemen sonrasında da ‘Radyum’ elementinin müjdesini verdiler.
4. “Dört yaşında bir çocukken, büyülenmiş gibi bir camlı dolabın önünde duruyordu: Karşısında bir sürü rafı doldurmuş “şaşırtıcı ve narin aletler vardı: cam tüpler, minik teraziler, mineral örnekleri, hatta altın levhalı bir teleskop. Profesör Wladyslaw Sklodowski kızına dolapta kendi fizik aygıtlarının bulunduğunu söyledi. Marya Salomee Sklodowska, takma adıyla Manya, ileride dünyaca ünlü Madame Curie olacak çocuk, bu sözlerin ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikri olmasa da onları hiç unutmadı.”
5. “Bu iki ölümün acısı Manya’nın ‘derin depresyon’ adını verdiği ve bütün yaşamı boyunca onunla kalacak bir yapının başlangıcı olarak kendini gösterdi. Daha sonraları Madame Curie olup da dünyanın dikkati ona odaklandığında, daha az açık sözlü oldu ve bu dönemlere ‘yorgunluk’ ya da ‘tükenmişlik’ veya ‘benim sinir bozukluklarım’ adını taktı.”
Marie’nin, Sofia, Hela ve Bronya isimlerinde 3 kız, Joseph isminde bir erkek kardeşi vardı. 1875 yılında ablaları Sofia ve Bronya tifüse yakalandı, Sofia 1876 yılının Ocak ayında ölürken Bronya iyileşti. 2 yıl sonra Marie’nin annesi verem sebebiyle öldü.
Marie Curie babası ve ablalarıyla
6. “Odaya girer girmez, balkona açılan camlı kapı tarafından çerçevelenmiş olarak ayakta duran, kumral saçlı, iri parlak gözlü genç bir adam algıladım. Yüzünün ağırbaşlı ve yumuşak ifadesini fark ettim; aynı zamanda tavrında da, düşüncelerine gömülmüş bir hayalperesti çağrıştıran belli bir dalgınlık hissettim. Bana sade bir içtenlik gösterdi ve onu çok sempatik buldum.”
Marie, Pierre Curie’yle ilk karşılaşmasından otuz yıl sonra onu bu şekilde betimlemişti. Her ikisi de bu ilk tanışmadan tekrar görüşme umuduyla ayrılmış, ilgilerini çeken bilimsel ve toplumsal konularda konuşmaya devam etmeyi arzulamıştı. Marie ve Pierre ortak bilimsel ilgilerinin katkısıyla birbirlerine bağlanıp Temmuz 1895’te evlendiler. 19 Nisan 1906’da Pierre Curie bir at arabasının çarpması sonucu öldü. “ Pierre’nin ölümünden kısa süre sonra Marie şunları yazıyordu: Hayata katlanıyorum ama…bir daha asla ondan sevinç duymayacağım.”
7.“1921’de Marie Curie ‘Radyoloji ve Savaş’ta radyodermatitin (ışına maruz kalmaktan ileri gelen cilt iltihabı) ölüme yol açabileceğini yazıyordu. Kendi bulgularına kişisel olarak pek kulak asmadı.(…) Otobiyografisinde Marie Curie radyasyonun sağlığına zarar vermiş olabileceğini kabul eder ama ona göre bu çok önemsiz derecededir.(..)”
Çalışmalarına aralıksız devam eden Marie, 1934 yılında Fransa’nın Savoy kentinde kan kanserinden öldü. Hastalığı, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı.Bu yüzden ona “bilim için ölen kadın.” denildi. Annesiyle aynı kaderi paylaşan Irene Curie de 1956’da elli dokuz yaşında öldüğünde ölüm nedeni, radyoaktif maddelere maruz kalmaktan kaynaklanan lösemi olarak açıklandı.
8. “Bugün üçüncü kuşaktan bir Curie kadını meşaleyi taşıyor. Helene Langevin-Joliot.”
Irene Curie ve Frederick Joliot’un tek kızı ve Marie Sklodowska-Curie’nin torunu olan Helene Langevin nükleer fizik profesörüdür. 1927 doğumlu olan Helene Langevin, anneannesi Marie Curie ve annesi Irene Joliot-Curie’nin hayatlarını anlatıp, üstesinden geldikleri birçok sorunu tartışarak kadınları bilimsel kariyer yapmaya teşvik etmeye çalıştı , ayrıca radyasyonun insanlığın yararı için kullanımını teşvik etmek için çalışmalar yürüttü.
9. “Evet, Marie Curie’nin bilimsel başarıları ve hayatı olağanüstüydü. Akran bilimcilerin şüpheciliklerinin ya da kuralları erkeklerin koyduğu bir dünyada yaşadığı gerçeğinin getirdiği kısıtlardan kurtulmuştu. Trajik ve görkemli bir yaşamı oldu.”
Kendi sözleriyle;
Ben bilimin muhteşem bir güzellik olduğunu düşünenlerdenim. (…) Macera ruhunun dünyamızda yok olma tehlikesi taşıdığına da inanmıyorum. Etrafımda canlı bir şey görüyorsam, bu tam da macera ruhudur, öyle görünüyor ki o yok edilemez.
Bu gibi bilhassa İlim Bilim Alanında anıtlaşmış olan herkimseye olan en içtenlik dolu Saygısallığımla önlerinileceğim nadir İnsanlardır
de eğileb