Bir akşam vakti, kahvemi yudumluyorum. İnsanlar sosyal yaşamlarındaki mahrem hazzın doruklarındalar. Kahkahalar, hareretli tartışmalar, cılız çocuk sesleri. Arka masamda davudî sesli bir ihtiyar buyruk veriyor. Kahvemden bir yudum alıp, sıkıldığımdan olsa gerek, oturduğum mekanın iç dekorasyonuna odaklanıyorum. Sarı ışıklarla donatılmış, arabesk ve ağır bir süsleme hezeyanından başka bir şey olmayan bu mekandaki eskinin saklanan yüzünü görür gibi oluyorum. Böyle bir hissiyata daha önceden aşinayım. Gençliğimin ilk yıllarıydı. Dünyanın ikinci büyük Mevlevi dergahına yaptığım seyahatimde, beni bekleyen manzara yine buydu. Tek bir fark vardı ki, Mevlevi dergahının semahanesi sanki ezelden soğuktu. Kapıdan içeriye adım attığınızda sizi bekleyen şey yüzünüze değen serin esintiydi. Yankılanan sesler, ahşap kokusu… Zamanın o mekana hapsolmuş nice yaşanmışlıkları ve en mühimi sarı ışıklar. Bir sarı ışık deryası ve birkaç ağır avizenin asılı olduğu ahşap tavan. Birden sarı ışıklar ile zihnim arasında tesis ettiğim bağın, muhayyilemin derinliklerindeki kanıtlarını görür gibi oluyorum. Kahve fincanımı izleyerek; “sarı ışıkların diğer ışıkları boğan kasveti, renk içindeki renksizliği çağırmıyor mu?” diye soruyorum kendi kendime. Ya günümüze bir parça gelecek katabilsek, yahut geçmiş ile geleceği aynı anda yaşayabilsek diye tuhaf bir fikre kapılıyorum. Az sonra elinde teberi ( dervişlere has balta) ve asasıyla bir dervişin oturduğum mekana teşrif edeceğini düşünüyorum. Tüm bu aslında “derviş” tabiatlı, pek iyi niyetli insanların bu dervişi nasıl kabul edeceklerini de merak ediyorum tabiî. Üzerindeki bol hırkasına dikkat kesileceklerine şüphe yok. Muhakkak ağzını açarak “hangi çağda yaşıyoruz ya” diyen ve kafası jöle humması içinde kaskatı kesilmiş bir genç de arka masalardan birinde oturmaktadır şu an. Sesiyle ensemi döven davudi sesli ihtiyar, dervişi göstererek; “şuna bak ya, sıyırmış” diye istihza ile seslenecektir muhtemelen. Mekanın görevlileri telaşla Allah versin diyerek iteleyeceklerdir bizim dervişi.
Derviş şaşıracaktır; “ama ben” diyecektir kekeleyerek, “tefsir“ sahibiyim ve fıkhi olsun, felsefi olsun bir çok meselede buradaki herkesle başa çıkabilirim!” Allah versin sözlerini yineleyeceklerdir mekanın sahipleri. Bir kadın fısıltıyla “ilim sahibiymiş baksana diyecektir.” Mekandaki bir ailenin hiçbir şeyden haberi olmayan çocuğu koşarken dervişin asasına takılıp düşecek, ağlamaya başlayacaktır. Mekanın görevlileri arasında dışarı atılmaya gayret edilen derviş, “bir şeyin var mı evladım” diye sormaya kalkmadan, düşen çocuğun babası, “çocuğum senin yüzünden düştü, inşallah bir şey olmamıştır, olduysa canına okurum senin, defol git şurdan be meczup!” diye haykıracaktır. Derviş nihayetinde dışarı çıkarılacak, kimileri müstehzi bir şekilde az önce yaşananlar üzerine konuşmaya devam ederken, kimileri çoktan unutmuş olacaktır bizim dervişi. Bir adam, yaptığı hayrdan, “yanlış anlama şu kadar hayr yaptım” diye günlük hayr hesabını beyan ederken, bir kadın arkadaş cemiyetindeki hangi dedikoduyu avlayacağını düşünerek iştahla masasındaki arkadaşlarına kulak kabartacaktır. Herkes beni merak ediyor değil mi? Ben ise olanı biteni yerimden izleyip, sarı ışıklara ve gümüşi bir kumaş gibi yayılan akşama yazıklanacağımdır muhtemelen. Geçmiş ile geleceği birbirinde mündemiç kılıp, huzurunu yitiren ve sosyaliteye içerleyen bir adam olarak az sonra eski köprü üzerinden, bir daha çetrefilli hayallere dalmayıp, çağa uyum sağlamaya and içerek yuvama döneceğimdir. Mağlup olacağım kesin olsa da ziyanı yok. Kahvem bitti. Arabi, hayal alemi de, bir alem demişti değil mi? Kar başlamış, soğuk bir rus gecesinde olsam ve şu köşede Kirillov’la karşılaşsam nasıl olurdu?
Gerçekten çok başarılı, hiçliğimizin kıyılarında dolanırken elimize tutuşturulan eski bir kağıt parçası.