İnsan Bergman izledikten sonra artık aynı kişi değildir. Tarkovski ve Rossellini izledikten sonra da…
Kendi hayatlarınızın her neresinde olursanız olun, doğrudan etki eden doğrudan sarsan, yaşamınız karşısında söyleyecek bir sözü yahut düşü olan filmler. Güçleri, evrensellikleri ve hiç değişmeyen güzellikleri de buradan geliyor.
Bergman’da çocukluk, din, ölüm ve aşk kurucu temalar. Hesaplaşılamamış bir hayatla hesaplaşmaya çalışır ve bunu yaparken de seyirci ile birlikte düşünür gibi. Bu yüzden onun filmleri aynı zamanda bir yolculuk. Hikayenin dönemeçlerine hakim Bergman. Bu tiyatroda kazanılan bir özellik. Hikaye canlanır, somutlanır. Görünmez canlı bir ritim oluşur. Bergman’ın filmlerinde bu hissediliyor. Dinamik, devingen, sarkmayan, sıkmayan, tam olması gerektiği kadar.
Rossellini Stromboli filminde mekanla seçilmiş bir hakimiyet ile sanki Bergman’ın canlısını gözle görülür kılmış. Sınırları belirli bir alan içinde kişilerin ruhsal durumları ile eş zamanlı ilerleriz. Aynı zaman içindeyizdir. Tiyatrodakine benzer. Mekan neredeyse bir karakter gibidir. Denizden büyük balıkların fırladığı vahşi av sahnesinden hemen sonra patlayan yanardağ sahnesi ile neredeyse intikamını alan bir doğa vardır. Bunu Bergman’ın Yedinci Mühür filminde de hissederiz. Orada da salgın, savaşın laneti gibidir.
Filmde sıkışmışlık, labirent içinde çıkmazdaki insan, çaresiz insan ve bir umut arayışı var. Kadının soğumuş lavlar üstündeki çaresizliğini hissederiz. İnsan yaşamak için öldürmeye mahkum mudur? Patlayan bir yanardağın çevresinde yeniden yeniden bir hayat kurup yaşamak ölüm karşısında insanın mücadelesini somutlamış. Belki de durmadan yeniden başlama gücünü veren o karanlığın, zorluğun, ölümün her an farkında olmak. Kadın yanardağın eteğinde bitkin düşüp sızdıktan sonra uyanır ve gördüğü güzellik karşısın büyülenir. Sanki korkunun değil güzelliğin, nefretin değil,sevginin kaynağı olduğunu hissettiriyor yanardağ. Kadının çabası sonucu gerçeği gördüğü bir an.
Yeniden hep beraber kimseyi dışlamadan teknelere dolup yanardağın öfkesinin geçmesini bekledikleri sahne etkileyici. Bir şeyler durmadan birlik olmamızı istiyor. Durmadan ne olursa olsun sevgiyi kaybetmememizi. Aktif bir yanardağın kenarında hayat aramaktan daha zoru ne olabilir? Bu salgın günleri biraz böyle…
Oyuncuların hikayenin ana karakteri olmadığı, asıl amacın toplumsal yahut felsefi bir gerçekliği yansıtmak olduğu filmlere bir örnek. Günlük yaşam ritminde ilerliyor.
Taş üstünde kaya üstünde bir hayatta kalma mücadelesi. Balıklar yoluyla lavlarla baş ediyorlar. Lavlardan korkup evlerini terk edip kaçtıklarında denize sığınıyorlar. Suç mahalline geri dönen katil gibi. Hikaye tamamlanıyor.
Gelenek ve coğrafya ilişkisini de çok yalın bir şekilde gördüğümüz bir film. Gelenek biraz insanın kendine dışarıdan bakabilmesi ile ilgili. Biz olan oralı olan, ora dediğimiz yer, ortak alan. Ortak alanın kuralları. Beraber yaşamaktan yükselen sürüyüp getirdiğimiz… İnsanın birbirine karşı vahşi yanlarını törpüleyen. Adamın söylediği: “Sen çok güzel olduğun, bakımlı olduğun için benim payımı az veriyorlar.” Kadın orada yaşayan kapalı kadınlara göre modern biri. Onu kabul etmeleri zor oluyor. büyük felaketler, din ve gelenek farklılıkları törpüleyip insanları bir arada yaşaması kolay hale getiriyor.
Lars von Trier in Manderlay filmindeki kurgusal mekanın tam tersine doğal, ama aynı görünüm içinde (mekanın temel eksen olduğu birlikte yaşam, özgürlüğün sınırları) içinde bir film. Birlikte yaşamak üzerine, doğa üzerine düşündürüyor. Mekan aynı zamanda evliliğin kurallarının mekanı gibi.Evli bir kadının özgürlüğünün sınırları ancak bu kadar somutlanabilirdi.
Bu labirent mekan, insanın dünyada ölümlü oluşunun mekanı gibi. Özgürlük ve sınırlarımız üzerine düşündürüyor. Eğer hep bir kaçış varsa insan doğruyu göremez. Hep aynı yerde duran çeşitlilikten çok hikayenin devamına nail olur ki bu da Batı ile Doğu arasındaki zaman algısı farkına, düşünme biçimi farkına iyi bir örnektir. Doğu’da zaman algısı hikayeleri görmeye, derinleşmeye elverişli, başı, süreci, sonu görmeye elverişli, döngüseldir. Hikayeden çıkıp hikayeye yeniden dönmeye elverişli bir genişlikte ve yavaştır. Düşünme biçimi de yalınlığın bilgeliği içindedir. Filmde seçilen mekan Doğu olmasa da tüm ıssızlıklar Doğu gibi biraz… Taşra ve kapalı toplumlar… Geleneğin ve yasakların yoğun bir biçimde hakim olduğu yerler. Minimalist bir küçük ev kurarak insanın tüm evrenini anlatmayı başarmış yönetmen.
Aktif bir yanardağ ve kayalardan evler arasındaki tezatlıkta insanlar lavlar gibi…
Filme göre sanki insanlar canlılara zarar vermeden yaşamayı ve birbirlerini severek yaşamayı başardıklarında yanardağ da patlamayacak gibi.