in

Yok Edici Melek Ya Da Pandemi Sonrası Kaldığımız Yeri Hatırlamak

Sanatın en önemli işlevi sanırım soyut kavramları konuşurken işaret edeceğimiz somut bir örnek yaratmış olması. Bu bakımdan, resim, müzik, sinema, edebiyat muhteşem örnekler sunarlar. Örneğin Hamlet, deyince zihnimizde bir uzam oluşması gibi… Sanat düşünsel dünyamız için örnek içsel mimari oluşturur. Bergman dediğimizde kafamızda canlanan şeydir bu. Yahut da Bunuel dediğimizde.

Kendine özgü tarzlarıyla, öncü sanatçıların yaptıkları bu. Bunuel muhteşem bir yönetmen. Yok Edici Melek’i yeniden izlerken, tam da bugün için yapılmış bir film gibi hissettim. Kaldığı yeri unutan bir odaya hapsolmuş insanlar… Sonra kadın yeniden piyano çalmaya başlar ve ardından aynı diyaloglarla herkes çıkışı hatırlar… Aynı zamanda sanatla iç içe geçmiş bir hayata vurgu yapmasının yanında, öyle ki filmin tıkandığı yerdir de yönetmen de işin içinden çıkmak için kaldığı yeri hatırlamaya çalışıyor gibidir. Öyle eşzamanlı bir çözüm sunar ki, işin içine kendini de katar, böylece seyirci de o odaya hapsolanlar arasındadır. Salonda dolanan üç koyunu parçalayıp yiyen bu kibar akşam yemeği toplantısının insanlarının hapsolduğu bir modernlik eleştirisi Yok Edici Melek…

Bunuel’in neredeyse tüm filmlerinde başka bir göz olarak hayvanlar vardır. Yatak odasında gezen horozlar, devekuşları, salonda bir ayı, koyunlar… Bu bakış da yine filmin içindeki seyirci bir anda seyredilen konumuna geçiren bir bakış sağlar. Sinemanın büyüsü burada.

Bunuel eğleniyor neredeyse her filminde. Konu sıradan seyirciler olarak hepimizi bir anda içine çekip olayın bir aşk hikâyesi gibi gördürmeyi başarırken, bir anda dalga geçiyor. Aslında seyirciyi çekenin ne olduğu ile seyirciyi yüzleştirdiği anda seyredeni de filme dahil ediyor. Hikâyelerinin geneli için değilse bile sık sık rastladığımız, bizi güldüren Cortazarvari bir anlatım tarzı var. Patlayan bombaların sıradan fona dönüştüğü trendeki anlatıcının ağzından izlediğimiz bir aşk hikâyesi (Arzunun O Belirsiz Nesnesi), durmadan günlük bir olaymış gibi sokakta birilerinin düşüp öldüğü, (burjuvazinin bir tek kendi küçük dertlerine odaklandığını anlatmak için sıklıkla bu atmosferi oluşturuyor gibi) bürokrasinin nasıl yaşamı yaşamsız bir hale getirdiğine dair Özgürlük Hayaleti’ndeki çocuğun kaybolma hikayesi… (Mark Twain’in Beyaz Fil hikâyesine benzer) Yine Özgürlük Hayaleti’nde kanser olduğunu söyleyen doktora hastanın tokat atması… Oteldeki rahiplerin kumar sahnesi… Bir yığın cinayet işleyen bir nişancının yargılanma sahnesi. Ölümlü bir varlık olan insan düşünülerek, ölüme mahkûm edilen kişinin serbest bırakılması… Bizi güldürürken düşündüren sahneler… Yine Özgürlük Hayaleti’nde yer değiştiren Klozet ve yemek sahnesi… Yok Edici Melek ve Burjuvazinin Gizli Çekiciliği, öne çıkan yemek sahneleri özellikle modern vahşiliğe dikkat çeker.

Bunuel sinemasında ortak öğeler, düşen kırılan vazolar, hayvanlar, kırılgan güzel kadınlar, kalabalık, askerler, sivil hayat, yemek sahneleri, hizmetçiler, efendiler, uşaklar, erkek efendi, elde edilmek istenen kadınlar, toplu amaçsız yürüyüş ve bir odaya tıkılıp kalma… Kendi biricikliğimiz etrafında dönen koca bir dünya.

Çok az müzik kullanır, kişilerinin ruh haritasını olduğu gibi önümüze sermek ister gibi, sıkıntılarını, çıkmazlarını daha çok hissetmemizi ister gibi. Eğer müzik kullansaydı, kişilerin dünyalarından uzaklaşabilir, örneğin sokakta patır patır düşüp ölen kişileri de ön plandaki kişilerle eş değer bir noktada algılayabilirdik. Ama bunu bilinçli tercih etmiyor gibi. Müziğin sağlayacağı mesafeyi hissetmemizi istemiyor. Başkarakterlerin aynı zamanda bizler olmasını ve ölenlere karşı duyarlılıklarımızı eşleştirmeyi sağlamak ister gibi…

Bunuel seyircisinin her an farkında bir yönetmen. Ve etkilemeyi istiyor. Uyandırmayı, etki etmeyi, sarsmayı… Bir Endülüs Köpeği’ndeki göz sahnesini izleyebilen, izlemeye dayanabilen var mıdır bilmiyorum. O göz doğrudan seyircinin gözü. Bir uçurum. Karanlık…

Din, toplumsal roller, kadın erkek ilişkisi, modernlik-ilkellik, kibarlık-vahşilik, uygarlık-ilkellik, zengin-yoksul uçurumu temel konuları diyebiliriz Bunuel’in.

Ekmeksiz Toprak ve Viridiana sürrealist bakıştan uzak daha gerçekçi bir anlatım içinde. Burada yoksulların yemek sahnesi var. Dans ettikleri sahne muhteşem. Zenginler asla bu yemek masasında bu şekilde mutlu olmamıştır diye düşünüyoruz. Dans ediyorlar, eğleniyorlar… Sonra yine ters köşe eden bir şey oluyor… Bunuel’in filmlerinde bazen şaka yollu da olsa hep var bu. Belki de eğlendiği nokta… Gündüz Güzeli’nden doğuştan olan beninden dolayı bir anlığına vazgeçen adam…

Viridiana toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu, yine uçurumu yaratanların kuralları içinde kaldırmaya çalışma çabası ve bunun başarısızlığı…

Altın Çağ ve Bir Endülüs Köpeği sürrealizmin resmi gibi.

Yazan Tersla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sosyolojik Bir Deneme: Spordan Topluma “Trabzon”

Bakımcı