Karlı, buzlu ve ıssız bir sokakta sendeleyerek yürüyen geçkin bir adamın hayatta yaşadıklarını ve başarısızlığını kim bilebilir.
Belki o adam, yaşamındaki en değerli varlıklarından birini satılığa çıkarmıştır.
Böyledir hayat, sen, emek emek yaptığın tekneyi – meteliğe kurşun attığın için – satarsın ve üzüntünden, utancından ağabeyinin arabasında içki içmek zorunda kalırsın.
Üstelik komünistsindir ve komünistleri, Küba’yı sevenleri kimse sevmez.
Sen bunun kahrıyla uğraşırken, ağzının suyunu akıtarak tekneyi bekleyen öz ağabeyin “Arabama kusarsan seni gebertirim,”diyebilecektir.
Ve bu sefil hâline, babasını kahraman bilmiş bir kız çocuğu şahit olur.
Bazı ailelerde aksayan birisi vardır. Bir kardeş… Diğerlerine benzemeyen, ayrı bir hayal dünyası olan, babasıyla arası bozuk ve biraz – göreceli – kabiliyetsiz…
Ekseriyetle anneleri onlara daha düşkün olur. Kocaları görmeden biricik evlatlarına para verirler, onları koruyup kollarlar…
İşte adı geçen, küçük kızın kahramanı olan baba, böyle bir adamdır.
***
Yaşadığı hayat ve etrafındaki insanlar ona yetmediği için evi terk eden bir kadın…
Bir kızı var, sarışın güzeller güzeli… Annesi, kızını yanında götürmediği için, küçük kız annesine kinleniyor ve eğlenceli, palas pandıras babasıyla baş başa kalıyor.
Ve birlikte yaşam kavgasına girişiyorlar. Babası “Senin hayattaki en iyi arkadaşın olacağım ve seni hiçbir zaman bırakmayacağım,” diye söz veriyor kızına.
Eşinin bırakıp gitmesi ve üstelik hayatında daha derli toplu başka birisinin olması, geç evlenmiş, biraz hoyrat kahramanımızı hırpalıyor tabii; ağır geliyor ve o günden sonra, adam daha çok içmeye başlıyor.
Çalışmak zorundadırlar, her sabah kör karanlıkta kalkarlar ve havada keskin bir soğuk vardır. Bisikletin arkasında, babasının gocuğuna sıkı sıkı tutunmuş ağzı burnu morarmış bir kız, başlarına gelenleri anlamlandırmaya çalışmaktadır.
Belli etmese de hayalleri olan, kendi kendine konuşan, kimi zaman, sabahın o vaktinde daha kimse gelmediği için kreşin kapısında, söbe bir taşın üstünde beklemek zorunda kalan bir kız çocuğudur bu.
Ama kızlar, en çok babalarını sever ve onlara kızarlar… Kimi zaman bir sebep olması bile gerekmez.
Geceleri birlikte sarılıp uyurlar. Baba, kızına hayattan, gelecek günlerden bahseder.
Hayatı çetin olan, zor geçinen (çalışan) bir kesim vardır… Proleterler… Zenginler; hep proleterlerin sırtından geçinmektedir. Bu yüzden işçi sınıfı fakirdir.
Dünyanın en güzel şeyi olan Komünizm, kapitalizm karşısında kaybetmiştir. Baba, kapitalizmi hırsızlık olarak adlandırır ve Küba’yı ise dünyanın en güzel ülkesi olarak anlatır. Orada güneşin doğuşu bile bir başkadır. Yoksul olmayan tek ülke Küba’dır.
Komünizm; Stalin’in uyguladığı gibi olmayacak, olması gerektiği gibi olacak… Sınıf farkı bulunmayan bir toplum yaratılacak… Aynı zamanda fikirler de hür bir şekilde söylenebilecektir.
Öyle der baba. “Küba’da, Bazıları bazılarının emeğinin karşılığını çalmaz,” diye gururla ekler.
Yalnız, kız çocuğu, babasının alkol bağımlılığı yüzünden giderek hayatını mahvetmesini, dedesinden azar işitmesini, o yaşta bile babaannesinden para dilenmesini, apartman merdivenlerine işemesini, düzeyli kişilerle ilişki kurmamasını ve birileri tarafından itilip kakılmasını kaldıramaz.
Zaten aylardır sadakati ile doğruları, beklentileriyle babasının yaptıklarından duyduğu utanç arasında kalmıştır.
O da annesi gibi yapar, aslında babasıyla yaşadıklarından, oynadığı oyunlardan başka birçok kızın mahrum olduğunu iyi bilmesine rağmen, evden uzaklaşır ve annesine sığınır.
Baba ayrı bir kız kardeşi vardır, daha bilinçli annesiyle, sevecen ve iyimser üvey babasıyla yaşam daha kolaydır, güven esaslıdır ve güzeldir.
Bir Noel akşamı, babası, sevgili kızını görmek için eski eşinin kapısına gelir. Alelusul bir hediye getirmiştir.
Fakat kız çocukları en çok babalarını sever ve onlara kızarlar… Bu yüzden babasıyla görüşmez, küçük hanım aklı sıra ona ceza kesmiştir.
Bir süre kızını bekledikten sonra baba, evden çıkar, soğuk, sefil, yenilmiş ve kimsesiz yürümeye başlar.
Karlı, yarı karanlık ve duvarlarından buz sarkıtlı bir sokakta sendeleyerek giden ve yaşlı annesi hariç kimse tarafından sevilmeyen adamın bitimsiz acılarını kim anlayabilir?
Teknesi başkalarının olmuştur, hayattaki tek varlığı kızı da sonunda onu bırakmıştır ve az önce kendisiyle görüşmemiştir. En kötüsü de karısı, ondan daha iyi, ilgili ve uygar biriyle evlenmiştir.
Bu durumu büyükbaba “Bugünlerde (İsveç’te) kadınlara bir şey oldu,” diye hafifseyerek açıklar.
Kimi anneler çocuklarını, bazan hiç sebep yokken babalarına bırakıp giderlermiş 1970’lerde, İsveç’te…
***
Aradan epey zaman, zuhur geçer. O küçük, sorumluluk sahibi kız okuyup kendisini yetiştirir, belki de kendinden beklenilmeyeni hayata geçirir ve babasıyla yolları tekrar kesişir. Bu sefer her şey çok değişmiştir.
Ve tam da o gün, annesine, “Evden gittiğin o akşam, beni neden yanında götürmedin?” diye öfkeyle sorar. Aldığı cevap çok şaşırtıcıdır ve bir o kadar da kendini anlatabilen, hakverdiren cinstendir.
Başrollerinde MikaelPersbrandt, Hanna Alström, Sandra Andreis’in oynadığı, yönetmenliğini Kjell-ÅkeAndersson’un yaptığı, Kimsem Yok (Mig äger ingen) filmi, hayatın dehlizlerinde, hüzünlü bir baba kız hikâyesi…