4 Nisan 1928’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Missouri eyaletinde, St. Louis şehrinde doğan Marguerite Annie Johnson, kendisine “Maya” adını veren erkek kardeşiyle birlikte büyükannesinin yanında, ırkçılığın yoğun biçimde yaşandığı Arkansas’ta yetişti. Maya sekiz yaşına geldiğinde annesinin erkek arkadaşı tarafından cinsel tacize maruz kaldı. Tacizi gerçekleştiren Mr. Freeman bir gün hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı ancak, salıverilmesinden dört gün sonra ölü bulundu. Bu olayın üzerine Maya yaklaşık 5 yıl boyunca hiç konuşmadı. Maya, adamın öldürülmesine kendi sesinin neden olduğunu düşündüğünden dolayı konuşmayı kesmişti. Suskun kaldığı yıllar boyunca çok iyi bir gözlemci oldu ve kendine has bir iç görü geliştirdi. Lise yıllarında okuluna halen devam ettiği sırada, San Francisco’daki ilk kadın tramvay makinisti olarak ırkçılığa karşı ilk büyük zaferini kazandı.
Mezun olduktan üç hafta sonra, oğlu Guy Johnson dünyaya geldi. Artık kaya gibi sert olmak için daha çok nedeni vardı. Çok genç yaşlarda kucakladığı oğluyla yaşamını sürdürebilmek ve geçinebilmek için gece kulüplerinde dansçılık, şarkıcılık, bulaşıkçılık gibi işler yaptı. 1973 yılında İngiliz asıllı bir marangoz olan Paul du Feu ile evlendi ve California’ya taşındı. Takip eden yıllar Maya’nın yazarlık açısından en üretici olduğu yıllar oldu. 1977 yılında “Roots” dizisindeki rolü ile bir Emmy adaylığı kazandı. “Georgia, Georgia” adlı senaryosu, siyahi bir kadın tarafından yazılan ve yapımı gerçekleştirilen ilk senaryo oldu. Senaryolar, oyunlar, ilgiyle karşılanan yemek kitapları yazdı; yönetmenlik yaptı, albüm çıkardı. Ömrü ırk ayrımcılığına karşı durarak ve kadın haklarının tanınması için çalışmalar yaparak geçti. Bu süreçte yayımladığı şiir kitaplarıyla bir yandan halkının tarihi ve güncel acılarına ses veren, diğer yandan kendi tutkulu siyah kadın bireyselliğinin arzu, açmaz ve çelişkilerini yansıtan sade, yalın, ezgili, tok sesli modern bir şiirin temsilcisi oldu. Bu yazımızda şiiri üzerinden Maya Angelou’yu “Maya Angelou” yapan niteliklerini keşfedeceğiz.
İlk durağımız 23 Ocak 1993 sabahı. Amerika başkanını değiştirirken, dünyaya “Sabahın Nabzı” şiiriyle kollarını açan Maya, barış içinde ve bütün acılardan yenilenmiş olarak sıyrılıp, ışıl ışıl bir günü kucaklamaya çağırdı bütün dünyayı. Bu yönüyle -1961’deki açılış töreninde, şair Robert Frost’un performansından bu yana- açılış konuşması yapan ilk şair oldu. Otuz sekiz şiirini kapsayan ilk şiir kitabı Soğuk Bir Su Verin İçeyim Ölmeden’de (1971) tek bir sözcüğü dahi boşa harcamadan yaşamındaki ilk kayıpları ve gördüklerinin yol açtığı nefreti dile getirdi. “Söz” (RAP) ve vezin, Afrika ve Afro-Amerika kültüründe çok önemli bir yer tutar ve şiirler genellikle okunmak için yazıldığından, Afro-Amerikalı şairler şiirin en çok ritmine, vurgularına ve tonlamalarına dikkat etmekle her şeyden önce şiirde müziği ön plana çıkarırlar. Bir Kocaya isimli şiirinde kocasını sürekli sömürülmüş Afrika’nın ve siyah ırkın gücü ve simgesi olarak gösterir:
Sen Afrikasın benim için
O en parlak gün doğuşunda
Kongo nehrinin yeşili
Bakırın yağız rengi…
Aynı kitaptaki Hayır Hayır Hayır isimli şiirinde, herkese adalet götürmek gibi bir iddiası bulunan fakat yalnızca şanslı bir azınlığa bunu sunan Amerikan mitlerini reddeder, Amerika’nın Vietnam macerasını ahlaksızlık olarak görür, Hürriyet Heykeli’nin samimiyetsiz davetine ve beyaz liberallerin yetersiz savunmalarına karşı haykırır:
napalmdan örtüler içinde
çatırdayan bebekler
ağızlarını uzatırlar
yanan gözyaşlarına…
Gelelim kaya kadının müzmin yalnızlığına. Yalnızlık bizim bildiğimizden farklı bir manaya bürünüyor zamanla onun için. İkinci şiir kitabı Ah Dua Edin de Yakışsın Bana Kanatlarım (1975) bir de alt başlık taşıyor: “Yalnız“. Angelou yalnızlığı yazgı gibi benimsemek yerine, başkaldırıya, çoğalarak yaşamaya bir zemin olarak görür. Şair kendisini asla bırakmayan yalnızlık duygusunun erken yaşta ana-babasını yitirmiş olmasından, hep bir yuva özlemi içinde geçmiş çocukluğundan kaynaklandığını bilir ve bu yaşantıları içselleştirmez, teslim olmaz onlara. Kendi içine gömülüp bireysel, varoluşçu acılar içinde uğunmaz. Hiçliği hiçbir zaman kendisine yakıştırmaz Angelou. Yaşadığı toplumda, tüm dezavantajları bünyesinde barındırmış olmanın bedelini ağır ödemiş olsa da, duygusal veya fevri davranmamış, adil düşüncenin temsilcisi olmayı başarmıştır. Alice Walker, Toni Morrison gibi birçok siyah kadın yazarda da gördüğümüz gibi, erkek egemenliğindeki hiç de adil olmayan bir toplumu her yönüyle incelerken bile, erkek düşmanlığına girmeden kadına özgü olanı yüceltmeyi benimser ve becerir. Kadının üç adım geriden yürümesi gerektiğine inanan zenci erkekleri yerin dibine batırmaktan da geri durmaz tabii ki. Angelou, kendi yalnızlığından (çağımızda her birimizi boynundan sıkıca kavramış müzmin yalnızlık da dahil) insanlığın acılarına uzanır:
Fırtına bulutları toplanıyor
Rüzgar çıkacak birazdan
Acı çeken insanlık için önerdiği çare bellidir onu. İnsanlar, ayakta kalabilmek için bütün engelleri aşıp ortak amaçlar, ilgi alanları edinecekler; bu yolla birlikte çalışıp paylaşarak, birbirlerini bu yalnızlık illetinden kurtarabilecekler. Kadın ve erkek, siyah ve beyaz, zengin ve fakir, baba ve oğul, kulağa hoş geliyor öyle değil mi?
Kadınlara layık görülen kısır statünün ve gündelik işlerin ne denli bunaltıcı olabileceğinin de yapıtlarında sıklıkla altını çiziyor şair. Kadın Dediğin Çalışır isimli şiirde bir rutini tekrarlamaktan çekinmiyor. Haddi zatında bilinen ama asla bir görünürlüğü olmayan işleri sıralıyor bir bir:
Çocuklara bakılacak
Elbiseler onarılacak
Yerler silinecek
Alışveriş yapılacak
Tavuk pişirilecek
Bebek kurulanacak
Yalan isimli şiirinde de sitemkar fakat aynı zamanda güçlü bir kadının öfkeli sesini dinleriz. Gün ağarırken uyanan kadın, yanında yatan erkeğiyle giderek yok olan ilişkisinin, onları daha ne kadar taşıyabileceğini düşünürken aynı zamanda erkeği kapı dışarı etmek ister gibidir:
Ağzımda saklı küfürler
Seller gibi yolunu kesecekler
Önünde dipsiz kuyular açacaklar.
Her şiirinde içinde yaşadığı dünyanın illetlerini vurgulayan, insanın ve düzenin yanlışlarını korkusuzca gözler önüne seren Maya’nın tanık olduğu Amerika, kendi çocuklarını tuzağa düşürmekte, onları bir “düşler mezarına” atmakta ve hak ve özgürlüklerinden mahrum etmektedir.
Kafesteki kuş ürkütücü bir sesle
bilinmeyen ama uzun zamandır
özlenen şeyler şakıyor
ve sesi duyuluyor uzak tepelerden
çünkü kafesteki kuş özgürlük şakıyor.
1990’a kadar aktif bir mücadelenin içinde olan, 1990 sonrası ise kariyerine konferanslar vererek ve fikirlerini genç insanlarla paylaşarak devam eden Maya’nın hayatı, 2008 yılında “African American Lives” adlı bir de televizyon dizisine konu oldu. Edebi yapıtları, eylem ve aksiyonla geçen hayatıyla Amerikan halkının ve tüm dünyanın sevgisini kazanan Angelou, 28 Mayıs 2014’te cismen aramızdan ayrılmış olsa bile, ırkçılığa karşı yürüttüğü onurlu mücadelesi ve birçok ilke imza atmış öncü kadın profili ile asla akıllardan çıkmayacak. Dördüncü otobiyografisi olan Kadın Kalbi kitabında söylediği bir şey var: “Halkım köleliğin acılarını dindirmek, Tanrıya yakarmak, ya da sevginin güzelliğini, sevgisizliğin kederini anlatmak için müziği kullanmıştır. Özgürlük yolunda şarkı söyleyip dans eden başka bir ırk tanımıyorum. “Maya’nın kaya gibi sarsılmaz gücünden ilhamla biz de kendisini, en az onun sesi kadar güçlü Ruhi Su’ nun sesinden, “Karacaoğlan’a sahip çıkan Saimbeyli Farsaklarının bir düğün türküsü” ile selamlıyoruz:
Kayalar kertilir mi
Ağ terlik yırtılır mı
Bir Yorum
Cevap YazınOne Ping
Pingback:Dünyaca Ünlü Yazarların Garip Yazma Alışkanlıkları - Akıl Fikir Müessesesi