Jerzy Kosiński’nin 1965 yılında yazdığı romanıdır.
II. Dünya savaşı sırasında ailesi tarafından tamamen güvenliği için Avrupa’dan uzak bir köye gönderilen, kara kaşlı ve kara gözlü olduğu için herkesin Çingene veya Yahudi sandığı her türlü işkence ve vahşeti üzerinde uygulamaktan kimsenin çekinmediği bir çocuğun hikâyesi.
Bir solukta hatta nefes almadan aklımın bir köşesine damga vuran bir kitap oldu. Kendi şahsım adına zaman zaman kitabı ellerimin arasına alıp insanlığı sorgulamama sebep olmuştur. Kitabı dehşete düşerek okudum. Sinema filmi çekilmişti.Covid19 sebebi ile maalesef izleyicisi ile buluşamadı. Umarım filmini izlemeyi de yüreğim kaldırır.
Yayınlandığı günden itibaren tartışmaların hedefi olan, otobiyografik bir tat bırakan inanılması güç bir ölüm kalım savaşının en acımasız hali. Yirmi bölüm var ve hepsi bir birinden ayrı bir hikâye barındırıyor. Her yeni bölüm yeni şiddet ve işkencelerle dolu. Okurken insanın aklını zorluyor.
Şeytan örgülü aklını hurafelerle bozmuş Marta’nın kulübesine adım attığı andan itibaren annesinin ve babasının gelip kendisini alacaklarını umarak günlerine başlıyor kahramanımız. İlk vahşeti ise köyde ki diğer çocukların tek arkadaşı olan sincabın üzerine benzin dökerek yakmalarıyla görüyor.
Marta’nın ölümü ile kasaba ve köyler arasında savrulurken, sarı saçlı ve mavi gözlü halkın arasında esmer bir çocuk olarak dikkat çekmesi ise Nazilerin toplama kampına gönderdiği Çingene veya Yahudilerden olduğu zannedilip, Nazilerle kötü olmamak adına kimsenin sahip çıkmak istemediği bir çocuk. Burjuvaların kullandığı dili konuşması ise halk arasında anlaşılmamış olup sürekli alay edilmesine sebep olmuştur.
Başına gelen felaketlerin trajik öyküsünde beni en çok etkileyen bölüm ise karısının kendisini aldattığını öğrenen değirmencinin, adamın gözlerini kaşıkla oyması ve yere yuvarlanan gözler ile kedilerin oynaması ve küçük çocuğun buna şahit olması, günlerce ellerini gözleriyle kapatması satırlarını okurken dehşete düşmemek elde değildi.
Değirmencinin yanından kaçarken okuduğum satırlar ise yürek burkan cinstendi. “Kör olunca hayat boyu gördüklerini de unutur muydu acaba insan?”
İnsan kendine sormadan edemiyor vahşetin sınırı nerede başlayıp nerede biter? Naziler denilince ilk akla gelenler mutlaka soykırım ve işkencedir muhtemelen. Trenlerle götürülen insanların bebeklerini kurtarmak adına camlardan aşağıya atmaları ve çoğu zaman tekerin altında kalarak ölmeleri..
Sayfalar ilerledikçe çevirmekte zorlanır olmuştum ve bu olayların Avrupa’nın göbeğinde olduğunu varsayarsak insan daha bir tuhaf oluyor. Okurken neye üzüleceğinizi şaşırabilirsiniz. Başına gelenler dayanılacak gibi değil hele ki o yaşta bir çocuk için.
Kitaptan birkaç alıntı paylaşacak olursam;
-Tehlikeli zamanlarda çocuklarının yanında olmayacaklarsa anne baba olmanın ne anlamı vardı ki?
-Tıpkı sürülmüş tarlalar gibiydi insan aklı ve ruhu, iblisler kötülük tohumlarını dur durak bilmeden işte bu hazır bekleyen tarlalara ekiyorlardı. Şayet bu filizlenirse, onlarda gerekli bütün yardımı sunuyordu o insana, tabii ki bu yardımın bencilce amaçlarla kullanılarak diğerlerine zarar vermesi şartıyla.
Farklı olmanın bedeli bu kadar ağır ödenmemeli hiçbir zaman hele ki ödemek zorunda kalan bir çocuk ise. Yaşamları ve hayalleri elinden alınan çocuklardan bir tane daha tanımış oldum ve çok çok üzüldüm. Son olarak tüm cesaretinizi toplayın ve okuyun diyebilirim.