Mitoloji, mithos (söylenen veya duyulan söz) ile logos (konuşma) kelimelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Eski Yunan’da ”geçmişte söylenenlerin tekrarı” olarak anlam kazanan kelime; doğu dillerinde efsane, batı dillerinde ise mit anlamına gelmektedir. Günümüzde ise herhangi bir inanış ve kültüre mensup insanların var oluşunu, evrenin yaratılışını ve doğasını; kendi geleneklerine, tarihine, kültürüne ve yaşamsal deneyimlerine göre anlamlandırma çabası olarak ifade edilebilir. Mitolojilerdeki olaylarla gerçeklik arasında bir bağlantı olsa da mitoloji, gerçekliği yeniden yapılandırıp önümüze sunan bir kavrayıştır.
Mitolojilerde insanların ortak deneyim ve birikimlerinin benzerlik izlerine rastlanılabilir, bu sebeple dünya üzerindeki mitolojiler birbirini çağrıştırabilecek bir yapıdadır. Mitolojilerin günümüzde sinema, edebiyat, müzik, tiyatro, psikiyatri ve bilgisayar oyunlarına kadar birçok alan üzerinde etkisi bulunmaktadır.
İdealize Bir Aşkın Formu: Pygmalion
Kıbrıs Adası’nda; Pygmalion isminde, yaptığı işe gönülden bağlı bir heykeltıraş yaşıyordu. En büyük tutkusu yapmış olduğu cansız ve dilsiz heykeller arasında vakit geçirmekti. Onun insanlardan kaçması ve onlardan nefret ederek ruhsuz heykeller arasına sığınmasının sebebini Propoetideslerde aramak gerekir.
Propoetidesler kimdi peki? Bunlar Aphrodite’ye (Venüs) inanmayan ve onun kudretini inkâr eden Amothonte’nin genç kızlarına verilen isimdi. Bu kızları cezalandırmak için Aphrodite, onların kalplerine şehvet doldurmuş ve utanma perdelerini yırtarak onları birer yüzsüz ”fahişeye” dönüştürmüştü. Onlar, rast geldikleri erkeklerle nerede olursa olsun adeta bir kamu görevi tatbik eder gibi sevişirlerdi. Sonunda onların hepsi birer kayaya dönüştüler ve bu durum da ortadan kalkmış oldu.
İşte Pygmalion bu ”fahişeleri” görerek kadınlardan iğrenmiş, canlı insanlardan nefret etmişti. Bilhassa o, kadınların toplu bulundukları yerden veba hastalığından kaçar gibi uzaklaşırdı. Bu heykeltıraş aynı zamanda gönüllere sevgi sokan Aphrodite’ye ibadet etmezdi. Bir gün Pygmalion fildişinden bir kadın heykeli yaptı. Bu heykel o kadar güzel, o kadar gönül alıcı oldu ki, heykeltıraş yaptığı heykelin âşığı oldu. Ona derin bir tutkuyla bağlandı. Fakat ruhsuz heykel onun sevgisine mukabele edemiyordu. Aphrodite, bu garip aşığa acıdı, birgün cansız ve soğuk heykeli kolları arasında sıkar ve öperken Pygmalion, birdenbire fildişinin canlandığına ve buselerine karşılık verdiğine hayretler içerisinde tanık oldu. Bir mucize olmuş, heykel canlanmıştı.
Pygmalion ve Çözümlemeler
Hepimizin aklında, tasarladığımız ideal surete ilişkin bir birikim mevcuttur. Sürekli ertelemekte olduğumuz karşılaşmayı, hakikatimizle bütünleşmeyi de o ideal yüzleşmenin ardına erteleriz. Bu sebeple hiçbir zaman bir bütün olarak algılayamayız kendimizi. Bir yanda yaşadığımız hayat, diğer tarafta ise sancısını zihnimizle sırtladığımız o tutsaklaştırıcı mahrumiyet kemirir durur benliğimizi. Bizi seven, bizden duygusal bir talebi olan; ancak bizim hiçbir teminat veremediğimiz insanlara karşı tahammül geliştirebilme kapasitemiz bu sebeple sınırlıdır. Bu kişilerin bizlerin idealine zarar verme, benliğimizi yıkma olasılığı bulunmaktadır. İfadelendirdiğimiz reddiyelerin üzerinde sinsi bir iktidar kurduğumuzu da sanarız, bu bizi idealimize bir adım daha yaklaştırmış gibi hissederiz. Mutluluğumuz yalnızlığımıza ettiğimiz minnetten okunur. İnsanlar sizden sevginizi, yüreğinizi talep ettiğinde özgürlük ve yalnızlık hatırlanır olur, öncesine göre daha da değerli görünür. Oysa öncesinde uzaklaşmak istediğimiz de odur. En fazla sevişip, iki bira içip, biraz çayırlarda oturasımız gelmiştir.
Pygmalion gibi heykeller yonttuk, bunalımlı bir Werther gibi intihara yöneldik, bir Alevi-Bektaşi gibi deyişlere yandık, samimi bir mümin gibi yüzümüzü Kabe’ye döndük. Hepsinin içindeki niyet kendimize dönüşmek, kaybettiğimizi düşündüğümüz ve nadiren ortaya çıkabilen o sancıyla bütünleşmekti. İnsan olmaktan kaynaklanan; zaman geceden kerahat vaktine doğru çekilirken ya da ıssız kasabaların tekinsizliğiyle baş başa kaldığımızda hissettiğimiz o kimliği belirsiz acıya doğru yol alırken veya huzursuz bir köpek gibi sağa sola saldırmaktan yorgun düştüğümüz şu günlerde…
Sessizce ölerek, bir trajediye alet olmadan, ardında öldüğüne dair bir kuşku bile bırakmadan; hatırlanmadan, tarihin çöplüğünde tıpkı bir mikrop gibi yok olurken, insanlığa armağanımız yine bu sancı olacak.
Ben ölmek istiyorum. (Köpek)
Madde ancak form sayesinde, formun kendisinde açığa çıkmasıyla gerçeklik ve varlık kazanır. Form da kendisini ancak maddede açığa çıkarabilir, maddede gerçekleştirir. Şu hâlde madde ile form arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi vardır. Evrendeki her şey, kendi formunu, özünü mümkün olduğunda edimselleştirmek yani mükemmelleşmek, tamamlanmak amacına yönelmiştir. (Aristoteles)
Burada insanın Tanrı’ya (mükemmel olan tasarım anlamında bir Tanrı) yaklaşma istenci ve itkisini Pygmalion ile Galatea’ya uyarlayabiliriz. Pygmalion ve Galatea arasındaki ilişki felsefe dışında diğer alanlarda da etkisini gösteren bir olgudur.
ya uyusan,
ve uyurken bir rüya görsen,
ve rüyanda cennete gidip hiç bilmediğin
çok güzel bir çiçek kopartsan,
ya uyandığında çiçeği hâlâ elinde tutuyor olsan,
ne olurdu o zaman? (Novalis)Novalis’in Mavi Çiçeği’ndeki bu özlem, 19.yy’da romantiklerden 20.yy’da hippilere kadar zamanın bir çok kesitinde karşımıza çıkmaktadır.
Ben geldim, artık resmimi değil beni sev.
Sevmek Zamanı‘nda Halil ve Kürk Mantolu Madonna‘da Raif Efendi de ideal suretin arayışına yönelmiş insanı konu edinmiştir.
İdeal insan, idealize edilmiş bir aşk; size de Sancho Panza‘nın umarsızlığını hatırlatmıyor mu? Kendisini gerçekleştirmesini umduğumuz bir kehanet yaratmıyor muyuz? Kendi hakikatimizle vahdet-i vucüd olmak istemiyor muyuz? Bunları yine de bilemeyiz; fakat Galatea Pygmalion ile bütünleşmişti, buna eminiz.