Merhaba,
Kendinizi bütün saç kurutma makinelerinin aynı anda çalıştırılması sonucu yok olmuş bir gezegenden yeryüzüne düşmüş Alf gibi hissediyorsanız, en Müşfik Kenter ses tonumla sizler için derlediğim Haftanın Keşfi seçkisini beğenilerinize sunuyorum efenim.
1. Müzik keşfi: The Dø I A Take Away Show
Hayatınızda bazı günler, geceler olur, dışarısı fazla gürültülüdür. Kendi gölgenizin kuytusunu yeğlersiniz. Tam öyle zamanlarda, tıpkı Abbas Kiorostami’nin meşhur filminde anlatılan hikayedeki gibi kirazın vazgeçilemez lezzetini hatırlarsınız. İşte bu video kirazın lezzetini hatırlatan o video.
The Dø, Fin/Fransız bir folk rock grubu. The Dø ismi grup üyelerinin isimlerinden geliyor: ”Dan and Olivia” ve elbette klasik müzik gamının ilk ve son notası olan do’ya açıktan bir gönderme var grup isminde. Eski ve dahi yeniyi temsil eden do notası, kendi ifadeleriyle sanatçıya blues, rhythm & blues, jazz, bebop, doowop, hip-hop, rock ‘n roll gibi müzik janrlarını yeniden canlandırıp tüm ruhuyla müzik yapmasına olanak sağlayacak alanı veriyor.
Vokalist Olivia’nın sesi ve mimikleri, şarkının sözlerinden taşan hissiyatı eşsiz bir içtenlikle geçiriyor. Miracles şarkısında ”Gerçekten geçmişe gitmek istiyor musun? Hala sana önem veriyorum. Hala cehennemi nasıl fethettiğimizi merak ediyorum. Hala saçmalıklar yaptığımız o takımı seviyorum. Ayda bir ev inşa etmeye ne dersin? Gerçekten geçmişe gitmek istiyor musun?” gibi hançerli sözler ediyor.
Bu videoyu ardarda 56214 kez falan izledikten sonra KEXP’teki canlı performans kayıtlarını dinleyip üzerine Olimpiya’da verdikleri konseri hatim ettim. Diyebilirim ki canlı performans ve konserlerinde ışık gösterisi ve sahne hakimiyetleri ile müzik keyfi katmerleniyor.
Türkiye’ye de birkaç kez gelen grup “I Origins” filminin müziğini de üstlenmiş. ”Dust it off” mevzubahis şarkının adı. Merak edenler olursa videodaki iki leziz şarkıdan sonra ”Trustful hands” ve ”Anita No!” şarkıları da gönül bam telinizi ziyadesiyle höngürdetecektir.
Bu arada Dan abimiz adeta bir Jonny Deep. Diğer taraftan bakalım siz de Olivia’cığımın vokalinde Melis Danişmend tadını alacak mısınız?
2. Bir insta hesabı keşfi: Tatsuya Tanaka
Kendisi instagram evreninde keşfettiğim bir minyatür sanatçısı. Aslen sanat yönetmeni ve fotoğrafçı ancak 2011’den bu yana müthiş minyatür dünyalar yaratmış. Şantiye işi yapmak, köpeği yürüyüşe çıkarmak, otopark bileti almak gibi günlük işler, sanatçının zekice gören gözleri sayesinde eğlenceli senaryolara dönüşmüş.
Sanatçının devam eden bir Minyatür Takvim projesi var. Her gün için hazırladığı eğlenceli yaratımları instagram hesabı üzerinden takip edebilirsiniz. Ayrıca tüm çalışmalarını topladığı bir kitabı da var kendisinin.
https://www.instagram.com/tanaka_tatsuya/?hl=en
3. Film keşfi: Günübirlik Sevgili veyahut Lover For A Day, aslına bakarsanız L’amant D’un Jour
Şimdi efenim, Fransız sinemasının saygın yönetmenlerinden Philippe Garrel’in siyah beyaz olarak çektiği film, 23 yaşındaki Jeanne adlı hanım kızımızın sevgilisinden yıkıcı bir şekilde ayrılması ile başlıyor. Paris’te sığınabileceği tek yer olan babasının evinde alıyor tabii soluğu. Çok geçmeden bir de bakıyor ki felsefe profesörü baba, kendiyle aynı yaşlardaki Arianne adlı manitasıyla birlikte yaşıyor. Aynı evin içinde herkes kendi ilişki biçimiyle konuya dahil oluyor.Özellikle iki genç kadının aşık hallerini komik ve trajik yönleriyle izliyoruz. Farklı dinamiklerle tetiklenen film, aşkın ve aşıkların tuhaf girdabında 76 dakikalık bir seyir sunuyor.
Filmi ikinci kez izler miyim bilmiyorum ama siz de benim gibi abartıya ya da ajitasyona kaçmadan ayakları yere basan gerçekçilik seven bir izleyiciyseniz tadını seveceksiniz diye düşünüyorum.
Filmin yönetmenini bilmeden izlediğim için Jeanne karakterini oynayan aktristi sürekli gözüm bir yerden ısırıyor hissiyle izledim. ”Allahım, o iri gözler, o dağınık kabarık saç, kim kim?” derken, Dreamers’tan Allah sahibine bağışlasın dediğimiz Louis Garrel abimizin tıpkısının aynısı olan bir kız kardeşi olduğunu da öğrenmiş oldum.
4. Kitap keşfi: İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticede aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması.. ”
Hikaye Macide ve Ömer arasında gelişen aşk üzerinden pek çok toplumsal yapıyı, insanın güçsüzlüğünü, kapana kısılmışlığını, aydın geçinen edebiyat tayfasının rezilliğini (açıktan Nihal Atsız ve Peyami Safa’ya göndermeler) ince ince işlemiş Sabahattin Ali 254 sayfalık romanında. Macide aşık olunası, ayakları yere basan, yetişkin ve toparlayıcı kadın stereotipini, Ömer ise ağzı laf yapan, sorumsuz, çocuk ruhlu, anı yaşayan erkek stereotipi temsil etmektedir. Ömer’in özellikle aşkını ilk kez açtığında kurduğu cümleler hem Macide’yi hem de bu laflara karnı artık tok bile olsa pek çok kadın okuru etkileyebilecek coşkunluktadır. Spoiler vermek istemediğim için hikaye örgüsünü açmayacağım ancak Sabahattin Ali’nin dili kullanmadaki maharetinin ince bir örneği olduğunu söyleyebilirim. Bir çorap çalma sahnesi var ki yüreğiniz ağzınızda okuyorsunuz. Seçilen kelimeler o kaçışın hızını taşıyor sanki. Osmanlıca kullanımı da yoğun ama endişeye mahal yok, dipnot olarak açıklamaları verilmiş çoğunun.
Oğuz Atay’ın referans gösterdiği kitaplardan olan romanda yazar, ana karakter Ömer’e “Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam başkalarının temiz olacağına inanabilir mi?” diye sordurup önce suçu her zamanki gibi içindeki şeytana attırıyor, sonra yaşadığı iç çatışmalar sonucu ona acziyetini kabul ettiriyor. “İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”. İşte, bence romanın tüm kurgusu da tam da bu cümlelerde saklı.
Çoğu zaman kendi kelimelerimizin altında kalır ve önce kendimize ihanet ederiz. Oysa defolarımızla yüzleşmek sağlam bir cüret gerektirir. Bu kitabı edinin. Yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini kim bilebilir?
5. Yabancı dizi keşfi: Sense8
Netflix dizisi olan Sense8, Matrix ve Cloud Atlas filmlerinden tanıdığımız Wachowski kardeşlerin imzasını taşıyor. Çok karakterli ve farklı hikayelerin giderek giriftleştiği yüksek bütçeli yapısı ve bilimkurgu, gerilim ve gizem içeren senaryosu nedeniyle Lost’a benzerlik gösterse de 16+ olan dizide, birbiriyle telapatik olarak iletişim kurabilen sekiz karakter üzerinden işlenen senaryonun verdiği açık fikirli mesajlar örneklerinden kolayca sıyrılmasını sağlıyor.
İki sezondan oluşan dizinin ilk sezonunda aile, toplum ya da devlet tarafından çeşitli zorbalıklara maruz kalmış olan karakterleri tanıyoruz. Ayrıca çarpıcı noktalarından biri olan kan bağı ile kurulan ailelerden ziyade herkesin rahat hissettiği, seçilmiş aile alternatifi olan kuir aile ütopyası ile de tanışıyoruz dizide.
Yaşadığımız ülkenin gerçekliğinden liberal bir dünyanın mümkün olup olmadığına savrulduğumuz dizide, Afrika ülkelerindeki su mafyasına da tanık oluyoruz, Hindistan’daki karanlık ilaç piyasasına da. Diğer tarafta Batılı şehirlerde ise uyuşturucu kaçakçılığı, hayatları yalanla dolu oyunculuklar…
Sınıf, etnisite ve cinsel kimlikleri nedeniyle hiyerarşiye tabii tutulan karakterler kendi yöntemlerince ve giderek birbirlerini kollayarak mücadele verirken bunu alışkın olduğumuz türden bir aile kutsamasıyla değil de kaygan ve geçişken bir çokeşlilik barındıran yeni aile tanımı vurgusuyla yapıyor ki bu da mecalini yerleşik kuralları yerinden sarsmaya aday olduğunu pervasızca ortaya koymaktan çekinmeyecek netlikte anlatmasına yetiyor..