in ,

Herkes Mi Hiçkimse? Edip Cansever Şiirinde Kimlik Sorunu

“Şehir ki aydınlıktan görünmeyen birini

Açılmış iskambiller gibi bilerken

Orada içimde şimdi

Dört güneş bir arada

Gözlerimde hiç bitmeyen bir deli”

“Sanki bir güzelliği ödüyoruz

Belki bir güzelliği ödüyoruz”

Bazen bir şarkı söyleriz, bazen şiir yazarız, bazen bir yazı, bazen bateri çalarız, bazen dans ederiz… Sanat niçin var dünyamızda? Dolu niçin yağarsa… Kar yağacakken birdenbire ani bir değişim… Sanat duygu ve düşüncelerin ifadesi… İnsan ruhunun izleri…  İnsanın bir yolunu bulup kendini ifade etme şekli… Bazen öylesine baştan bir motivasyon, kararlı bir yöneliş olmadan… Mırıldanırken, karalarken, giderek kendine iyi geldiğini, giderek çevremizdekilere iyi geldiğini fark ederek yapmaya devam ettiğimiz, giderek bu alanda dokunsal, işitsel ya da görsel bir uzam yarattığımız… Bazen de öylesine… Bir anlamı olmadan… Tam da bu anlamsız tarafı rahatlattığı için… Her ne olursa olsun sanat bir his ve anlam işi. Bizi bir yere götüren gemi… Bir yolculuk… Orada olduğunu, kapısını açtığımızda hep aynı lezzetli meyveyi alacağımızı bildiğimiz kitap… İşte bu yazıdaki dizeleri alıntıladığım Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil kitabı buna bir örnek…

Şiirlerini en çok ne zaman, hangi vakitlerde yazmıştı bilemem ama Edip Cansever bana sabahın şairi gibi geliyor. Onun şiirini en çok sabahın en erken saatlerinde kendi iç sezimmiş gibi duyup hissettiğim için belki de… Karanlıktan aydınlığa o geçiş anının bittiği, ortalığın aydınlandığı ama henüz kimsenin uyanmadığı, kuş cıvıltılarının başlamadığı, insanların telaşının henüz başlamadığı hayatın bir yaz denizi gibi durgun olduğu o sessiz saatlerde… Dingin bir duruluk, sabah duruluğu, onu anlama saatleri… Belki de onun, hayatın kabasından şiir olarak kurtarıp, bize sunduklarının atmosferidir bu duruluk saatleri… Hayatın karşısında bir zar olarak kalmış hassasiyet, içtenlik, duyarlılık… Yeniden başlayış saatleri…

Gerçekte kimiz? Kendi tanımladığımız kişi mi, insanların bizi tanımladığı kişi mi? Edip Cansever’in bakışı şiirlerinde ikisi arasında gidip geliyor. Bir “iç” olan birden “dış” oluyor. Böylece şiirinde resimdekine benzer bir perspektif duygusu, bir derinlik yaratıyor… Birey iken birden birey olmaktan çıkan, toplum olan kişi… Toplumken birey olan kişi… Bir meslek yahut da içinde bulunduğu durumla… Çağrılmadan Gelen Yakup, Ben Ruhi Bey Nasılım, Demirci Niko…

“Ben Ruhi Bey, nasılım?”

“Kendimi görmeye parklara gidiyorum…”

“Adımı soruyorum, adlarını söylüyorlar…”

Herkes ve hiç olma durumunu şurada ne güzel anlatır.

“Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık

Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysileriniz giysilerine

Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi

Gücünüz yese de azıcık bağırsanız

Bir yankı: durmadan yalnızsınız

Durmadan yalnızsınız.”

Ben kimim? Başkalarının bana biçtiği kimlik mi yoksa kendi bildiğim mi? Peki ben kendimi nasıl biliyorum? Böyle bir netlik olabilir mi? Hepsi hep değişken Cansever’de… Soruların şairi, bir cevap bulduğu anda yeniden beliren soruların… Ki bunu çok basitten çok karmaşığa giderek yapıyor. İnsanın günlük davranışından ya da anlık bir el hareketinden…

Onun şiirinde hep bir katman var. Tiyatralliği sağlayan da bu katman. Ki giderek bir tiyatro olarak da ortaya çıkan (Tragedyalar) Bu katman, kimi zaman “birey-toplum”, kimi zaman “birey-doğa” şeklinde sağlanıyor. Hep bir sahne kuruyor Edip Cansever. Dili bu sahneye yerleştiriyor ve arkadaki dekordan (zaman, hayat, dünya, doğa, toplum, olaylar, insanlar…) hep söz ediyor. İnsan en yalnız halinde bile bir yer, uzam içinde onda…

“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”

“…korkunç biz buna sonbahar diyoruz

Bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın

Bir böceğin vızıltısı…”

Bu aynı zamanda söz ettiği şeyleri büyüten ve küçülten bir şey. Giderek dekorla, zeminle, belki de toplum demeli, bir zemin olarak kullandığı böceğin vızıltısı ile insan birbirine karışıyor.

Onda bir kapı çalma sesi “kim o” sorusunun düşündürttüğü, bir kimlik sorununa dönüşür:

“hey Allah’ım nereden çıktı şimdi bu saatte

Yani ben kimseyi tanımıyorum ki

Kendimi bile-ah şu böceğin vızıltısı…”

Hep anlık olan ile büyük olanı çağırır… Bu seçimi ile insan toplumdan bağımsız değildir der her an… Hep bir davranışın çağırdığı düşünsel bir boyut vardır. Davranış, kimlik ilişkisi…

Aynı zamanda ben ve başkaları da hareketli. Yaşayan, canlı bir şiiri var. Nesneler, eşyalar benlikle ilgili:

“Beni güçlendiriyorsun Lusin. Ne var ki

İstemiyorum güçlenmeyi ben. Daha doğrusu

Bulunmuş bir eşyayım da sanki örneğin

Bir para cüzdanı bir anahtar zinciri

Ya da eski bir saat… Her neyse

Kullanıyorum kendimi bulduğum gibi”

Toplumsal olanla bireysel olan onda hep iç içe, yan yana:

“…kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak”

Sevgi-kimlik, anlam ilişkisi…

“Yani bir sonsuza varmayı boyuna-biz ikimiz seninle

Ama sen kimsin işte bunu hiç sormamalı

Bunu hiç sormamalı, bitmesin sürsün diye

Böylece azıcık vakit olmalı…”

İnsan ilişkilerinde birbirimizi konumlandırışımız,

“VARTUHİ

Yeniden tanışalım öyleyse

İşte ben Vartuhi’yim.

DİRAN

Sen Vartuhi olunca Diranım ben de

ARMENAK

Diyelim ben de Armenakım

Kim kalıyor geriye?”

Onda bir duyarlılık ırmağı yürür, kılcallara… Uçlara… Herkes içine alır:

“Bir gün bir camii avlusunda güvercinleri taşladım.

Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu

Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce

O an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı

Gözleri kör bir kadın nasıl ağlar diye.”

Günümüzün neredeyse gözleriyle yaşayan bireyleri olarak şu dizeler ne kadar anlamlıdır.

“…Ben omuzlarımı sevmem o geldi birden aklıma

Bir sürü kemiktir salt kemik, takır takır da boyuna

Sevmiyorum ayaklarımı da

Yok, koyacak bir yer bulamıyorum, gözlerim var iyi ki

Çünkü ben mutsuz kişi durmadan onları kullanıyorum

Gözleri göz bildiğim her şeyi

Yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar

Bir şehrin içinden geçen nehirler gibi”

Ya da çağımızın benmerkezci, kendi bireysel konforunu ararken yalnızlaşan, her konuya hâkim bireyleri düşünüldüğünde şu dizeler…

KOROBAŞI

Hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin. (Tragedyalar)

İçinde bulunduğu coğrafyanın, koşulların insanı nasıl belirlediğini

“… İnsan yaşadığı yere benzer” dizesiyle ve Oda şiiri ile çok güzel anlatır.

“Gün günden odamın şeklini alıyorum

İşliyorum bu iniltili varlığı yeniden

Kim bilir duyuyorum yazgısını belki de

Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye

Dal olan bir böceğin

O garip yazgısını

Ne ölüme benzer, ne ölümsüzlüğe…”

Uçurum şiirinde bir belki de öğrenilmiş bir sevinç, anonim bir mutluluk…

“Bir ağaç sürüsünün üstünden

Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden

Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş

Votka bardağımın içine

Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.”

Onun şiirinde insanın içinde bulunduğu çevre de yaşayan bir organizma gibidir.

“Ben kendimi koruyordum,

Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi

Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak

Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe…

…ama hiç bilmiyordum ki neresinden vurulurdu bu düzlük

Neresinden bozulur…”

“Güzelim, Ahmet Abi bir mendil niye kanar,“ derken… Canlı cansız her şeyle bütünleşmiş şairi görüyoruz.

Tüm o ümitsiz gibi görünen şiirleri tüm ümitsizlerin dert ortağı… Edip Cansever herkes olan bir şair. Her şeyle herkesle bütünleşen… Ve kendi bireysel varoluşuna dönen, onun sıkıntılarını, anlam arayışlarını yeniden bir toplumun anlama arayışları, sıkıntıları olarak gören… Onun bakışı durmadan bireyden topluma, toplumdan bireyedir. İnsanın ruh halini onun kadar güzel, derinlikli söz ile dokuyan, müzikle, mizahla dokuyan şair nadirdir. Hem incecik bir çiçeğin açışı olur bir yerde, bir yerde bağıran bir halk…

“Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.”

“Ya alkol olmasaydı…” Alkol de bireyi herkese eşitleyen bir imge hep…

Onun dizeleri hep bir yaşamanın sonucu… Bu yüzden potluk yapmıyor, eğri durmuyor, ağızda büyümüyor, ağaçlar gibi, kuşlar gibi, dokusu tamam, kalbimizle okuyabileceğimiz şiirler. Alçakgönüllü, anlamaya, dinlemeye, dertleşmeye çağıran… Bir sakinlik, bir söğüt duldası… Okurken bir düzlem değişikliği oluyor. Karınca yuvasına bakan bir çocuğun büyüyen bakışları belki de…

Onun şiiri; yalnızların, kimsesizlerin, ümitsizlerin sığınağı… Çok az gülen insanların gülüşü ne güzeldir. Ümitsiz gibi görünen şiirleri de Bir gülüşü büyütmek için. Hüznü bir mücadele, bir çalışma gibi…

Var olmanın yükünü an be an duyumsayan bir şair Cansever. İnsanın varoluşu ile sorular soran… Şiirlerindeki kişileri, toplumsal gerçeklikler içinde kimlik arayışında olan kişiler… Onun şiirinde insan ruhuna çevrilmiş bir kamera var gibidir. Ara sıra uzaklaşır toplumu çeker, ara sıra döner insanı çeker, ara sıra görünmeyen hissedilen imge yüklü karanlık bir alanı; düşler, hayaller, rüyalar alanını… Geçmiş, zaman, yalnızlık, belirsizlik, aşk…alanını…

“Kurbağalara bakmaktan geliyorum dedi Yakup ve bunu kendine üç kere söyledi.

Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar

O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşardım.

Ben yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli

Daha hiç çağrılmadım.

…Ben Yakup

Biri olsun Yakup diye seslenmedi hiç

Yakup. Diye seslenmedi ki dönüp arkama bakayım ve içimden

Durgun ve çürük bir suyu düşüreyim.

…bilmiyorum bilmiyorum…

Ben yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup

Bazen karıştırıyorum. “

Ben kimim, siz kimsiniz, ne yapıyoruz burada? Soruları Cansever’in. Yürüyen biri dünyanın kıyısında, onun şiirlerindeki kişi, tüm rolleri bir kenara bırakmış, bir insanlık özü olarak herkese seslenen… Çocukluğun duru sesini, koca adamlıktan, kadınlıktan çekip çıkaran, ihtimaller, belkiler, acabalar, öyleler, değiller… Bir cümle bozulduğunda geriye ne kalırsa;  belki, aslında, doğrusu, neyse…  Bir belirsizlik evreni… Geriye kalanla ilgileniyor Cansever. Bizden geriye kalacak olanla… Sessizliğin sakinliğin dili belki de gölgenin dili, ışığı daha iyi ortaya çıkarabilmek için…

Hiçbir şey onda netlik içinde değil. Oynayan birileri kişileri… Hedef olmamak, nişan alınmamak için belki de ışık gölge arası belirsiz bir aralıkta… Gezmeyi, dünyayı anlamayı sevdiği için dolaşan, aylaklığı meslek edinmiş kişiler… Böylece bütün ciddi soruları sorabilmiş bir delilik özgürlüğündeki…

Onun şiiri bir iç dil ile bir şair inceliği ile bir eşik değişimini yakalamak yolu ile anlamayı talep eden bir şiir.

Ne söylüyor’dan daha çok, ne hissettiriyor’a çevirmemizi istediği için belki de başımızı, durmadan anlamla çok güzel oynuyor. Tüm olasılıklarını değerlendiriyor dilin ustaca… Hislerden bir heykel kuruyor… Anlamanın hissetmekle birleştiği bir harmoni yaratıyor giderek anlamanın ağırlığı ortadan kalksa bile bir ritim alışkanlığı olarak “anlamak” bir his olarak devam ediyor. Bu yüzden belki de tüm o ümitsiz gibi görünen dizeler bize güç veriyor.

Şiirinin bütünününde çok güzel anlam dönemeçleri, büklümler var. (Çağrılmayan Yakup)

Hiçlik, rollerimiz ve varoluşumuz… “Beklemek” üzerinden duvarla kurulan ilişki…

“duvara alıştırıyorum gözlerimi, siz nesiniz duvarlar?

Hiiç! Sadece duvarız biz.

Öyleyse bir yarım saat, karım da bekleyebilir”

Edip Cansever, adına toplum dediğimiz, büyük, zaman zaman ezici mekanizmanın, içinde, onunla yaşıyor, mücadele ediyor ama hep anlamaya çalışıyor, “herkes” olarak… Anlamaya çalışırken dışında kalıyor. Tam da bu dışında kalışla, herkesin daha çok sesi oluyor.

“çeksinler, ne suçum var sanki suçsuzum vallahi billahi

Azıcık dalmışımdır, ha şunu anlasaydınız, bütün suç dalgınlığımda.”

Onun şiirleri umutsuzluk şiirleri değil. Dayanışması mutsuzların. Üzgünlerin, sistemin dışında kalmışların… Otel müşterilerinin… O dışta kalmışların sesi olduğu için bir dayanışma. Acıyı dile getiremeyenlere göz önüne getirerek ümit oluyor ki bunu sonraki ümitli şiirlerinden de anlıyoruz. Onun dilinde, eylemle iç içe geçmiş bir dil var, bizi harekete çekiyor.

“konuşurken düzeltiyoruz”

“bakışırken düzeltiyoruz”

İnsan psikolojisini toplumsal boyutu ile görüyoruz. Toplum içindeki ruh halimizi…

“…ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu yaşamak,

Ben biliyorum, yalan mı?

siz de biliyorsunuz” (Umutsuzlar Parkı)

Bizden hep bir netlik isteyen hayata karşı Cansever bir oluşa, belirsizliğe vurgu yapar çoğu zaman da… Belki de yaşamın en çok yaşam olan haline:

“Bilmem ki üstelik sevmiyorum da

neyi sevmiyorum yalnızlığı öyle mi

kim bilir belki de bütün gün sesleniyorum çünkü nereden…”

An ve tarih karşıtlığı, davranıştan zamana, küçük olandan büyük olana sıçrayış:

“Ne gelirse yapıyorum elimden, duymamak için sanki bir dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum.”

Soyut olanın somutlanması çok güzeldir:

“Yitirdim inançlarımı Stepan. Ve nasıl alabildiğine

Sorumsuz dolaşırsa kan vücutta

Bir yandan bir parçası olarak insanın…”

“…kimse artık bir şey için daha fazla bir şey söyleyemez

Yaşadıklarımızı ancak toplarız. Dünyadan

Çoklu bir anlatımı vardır çoğu zaman… Bir yandan ölümü düşününce herkesin eşit olduğuna vurgu yapıyor şu dizeler, bir yandan da aşırı sevginin boğucu etkisine:

“VARTUHİ

Hem o kadar düşündüm ki onu ben

Kim ölse biraz benzerdi Lusin’e’”

Birçok dizesi düşüncelere düşündürür:

“…Kuru gözler, kuru şeyleri hiç göremezler

Ve düş içinde yaşayanlar, düş içindekileri…” (Cadı Ağacı)

Hep bir iç ve dış…

“…her şey o kadar anlamsızdı ki yaz

Bunu bir daha pekiştirirdi”

Zaman hakkında en çok düşündüğü şeylerden biri gibi:

“evet, der bir balıkçı

…Ne saatler işler

Ne de bir takvim sesi duyulur

Denizle kurulur insan, denizlerden öğrenir yaşını.”

Aşk da yine öyle

“Çünkü mızrak çürür ergeç, kan rengini yitirir

Kaleler yıkılır bir bir, bayraklar solar

Vuruşmak eskir

Ama aşk

O durur, aşk her yüzen geminin su kesimidir” (Bir Yitişten Sonra)

Yine varoluş sorgusunu tiyatro ile anlatan Pesüs şiirinden…

“hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara

Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim

Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır maun tabutumda

Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir.

Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki

Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle

Bir çelişki gibi ölümsüz

Yaşamakta olurdum

Yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda.

Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir.

Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki

Ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle

Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle

Öyle bir çelişki gibi ölümsüz

Yaşamakta olurum…”

Yaşamdaki belirsizlik, yaşamın, belirsizlik oluşu:

“…yani insan ister istemez bir şey oluyor ölünce…

Yerçekimli Karanfil şiiri, sanatın, dolayısı ile ümidin ne olduğunu en güzel anlatan şiirlerden biri bence… Karanfil burada sevgi, ümit ve aynı zamanda bir şairin “el vermesi” olarak düşünülebilir; anlamak sorumluluktur.

İyi ki doğdun Edip Cansever…

Yazan Tersla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Gökhan Uykaz’dan Kafkaesk Bir Roman: Kaldırım

Terk Edilmenin Dayanılmaz Hafifliği