in

Terk Edilmenin Dayanılmaz Hafifliği

Sosyal medyada yüzlerce fotoğraf paylaştığım kocişim beni tek celsede boşamıştı. Düşünebiliyor musunuz, beni… Ardından tüm sosyal medya mecralarından engelleyip hiç yaşamamış gibi çıkmıştı hayatımdan. Hiç var olmamış bir hikayenin kahramanlarıydık artık. Buruşturdu, yırtıp attı ne varsa ‘biz’e dair. Hayır! Yani, yürek olsa, gelir karşıma çatır çatır konuşurdu. Anlatırdı derdini. Yürek dedim bak yine acıktım. Ne zaman sinirlensem acıkıyordum zaten. Ne var yani bir senede on beş kilo alamaz mı bir kadın? Kilo aldı diye terk edilir mi bir insan hiç? Kendi kendime söz verdim, ben de.

“Ulan, ben de o gazeteye çıkan kadın gibi otuz kilo verip seni kapımda süründürmezsem görürsün!” diye düşündüm bağıra bağıra evin içinde.

Hani yabancı bir ülkede, bir kadın şişmanladı diye kocası terk etmiş. O da hırs yapıp otuz kilo verince, tekrar evlenmek istemiş ya, aynı onun gibi işte. Kapı çaldı durun anlatacağım sonra. Geldi inşallah çift porsiyon ciğerim. Acaba önden tatlıyı mı getirdiler? Gözüm döndü ne sipariş verdiğimi de unuttum. Neyse canım şekerim düştü zaten tatlıyı yer, tatlıyı yerken sipariş verirdim yine, yemek sonrası yiyeceğim tatlıyı. Ne olacak sanki! Ben tatlıyı yerken yemek anca gelir, üzerine yine tatlı yerdim. Bu tuzlu tatlı çıkmazı beni öldürüyordu zaten. Çok geç geliyordu, şu kuryeler de ama ne yapayım arayıp bir şey de diyemiyordum. Her gün onlarca kurye ölüyordu, dakika sınırlaması sebebiyle. Hah! Bir de olumsuz puanlama almamak için. İki dakika daha aç dururum da kimsenin katili olmazdım, olamazdım. Kuryenin başını etini yer, yine olmazdım. Çikolata yok mu çikolata, ekmeğe sürülen. Bir de çikolata yiyeydim şimdi. Zaten valiz hazırlamam lazım, hafta sonu kaçamağı için. Eee.. aç ayı oynamaz. Ne ayısı ya, nereden geldi aklıma kocişimin sık sık kullandığı bu atasözü. Neymiş kırk yedi kiloymuş ben doksan üç olunca yanına yakışmıyormuşum. Sanki yüz kiloyum. Ne vardı kilomda bu kadar abartacak anlamıyordum bir türlü. Değer miydi pire için yorgan yakmaya. Koskoca bir evliliği bitirmeye. Bitti tatlı da, çikolatayı da kaşıklamasaydım iyiydi aslında. Acıktım işte yine, gördünüz mü? Daha uzun yol gidecektim sabah erkenden denize varmak için. Oh, kapı çaldı yine. Yemeğim de geldi. Gelen yemekleri de paketleyip bir güzel uyudum ama geçmedi sinirim. Ben şimdi gittiğim yerden bir sürü fotoğraf atıp çatlatmaz mıydım onu? Gecenin yarısında sinirle yine uyanıp hazırladığım yiyecekleri de bir güzel yedikten sonra artık rahatlıkla uyuyabilirdim.

Sabahın ilk ışıklarında yakamoz ile gökyüzü henüz yeni sevişirken vardım denize. Deniz nasıl berrak, deniz nasıl güzel. Zannedersin okyanus uçsuz bucaksız. Huzur vadediyor insana.

“Oh! Ne güzel çadırımla deniz kenarındayım.” diye düşündüm.

Üzerimde mahkemeden çıkınca gidip aldığım küçücük kırmızı bir bikini, elimde akşamdan hazırladığım filtre kahve, bol kremalı. Ne vardı yani şişmanlar bikini giyemez miydi? Bir kaç yadırgayıcı bakış arasında kahvemi yudumlayıp kitabımı okudum. Şu İnci Yılmaz Şimşek’in kadın cinayetini anlattığı Ölümüne Aşk romanını okuyordum. Oh! O da benim gibi erkek düşmanı. Okudukça daha çok sinirlendim kocişime. Kadın da şefmiş zaten, ana karakter. Aslında cinayet kitabı ama sanki yemek kitabı gibi gözğme çarpıp duruyordu yemek isimleri. Gerçi, ne okursam canım çekiyordu. Toprak yazsa acıkıyordum, kalem yazsa midem gurulduyordu. Deniz huzur vadediyordu, midemin sesleri dalgaların sesini bastırmasa. Deniz, güzel deniz. Absürt bir film karakteri gibi dolandım ortalıkta etrafta otuz iki beden incecik kadınlar, yeryüzüne bahşedilmiş tüm güzel yemeklere inat. Ne yapıyor bunlar, fotosentez mi yapıyor yaşamak için? Nasıl bu kadar incecik oluyorlardı! Bir koku duyumsadım aniden. Ah! Bu kokuyu nerede olsa tanırdım. Çocukluğum kokmuştu. Karpuz peynir yazları gibi. Biraz daha dolandım etrafta. Daha kafeteryanın açılmasına epey bir vakit vardı. Açlıktan midem sırtıma yapışmıştı resmen. Ne vardı sanki tüm yiyecekleri yemeseydim sabahı ederken. Bir kaç bekar erkeğin olduğu çadırın önünde kocaman kamelyada oturmuş şen şakrak sohbet eşliğinde karpuz, peynir yiyorlardı. Bir de kocaman susamlı pide. Gözüm döndü. Artık nasıl iştahla baktıysam oradakilere, beni de davet ettiler masaya. Sanki masaya davet etmeseler onları yiyecekmişim gibi bir edayla. Oturdum ben de yanlarına. Karpuzu ağzıma atarken oradan buradan konuştuk. Onlar da benim gibi yirmilerinin sonunda otuzlarına varma korkusu ile macera arıyorlardı. Karşımda oturan adam dikmiş gözlerini, ağzının suyu aka aka beni dinliyordu. Hiç oralı olmadım, tabii. Saçma sapan sırf sohbete dahil olmak için bir şeyler söylüyor, göz mengenesine almış beni izliyordu. Hayır, yakışıklı da meret!

“Yaa.. İşte böyle paşam. Yemeyenin malını yerler.” diye içimden geçirip gülümseyerek cevapladım sorduğu garip soruları.

Değişik değişik sorular! En son ne zaman karpuz peynir yemişim. Yok en sevdiğim yemek neymiş, yemek yerken mutlu oluyor muymuşum. Ağır sapır, saçma salak sorular işte.

Adam kocamdan bile zayıf zargana gibi bir şey. Kemikleri üç kilometre öteden sayılan cinsten. Sanki derisi ince bir kumaş gibi sarmıştı bedenini. Derisinin açık beyaz ile ten rengi arasındaki şeffaflığından kemiklerinin her birleşimi görünüyordu adeta.

Kaç saat kamelyada sohbet ettik bilmiyordum. Birileri gidiyor birileri geliyordu ama masa hiç boş kalmıyordu. Bana bakan zargana ve bense masada hep sabit kalıp Sohbet ediyorduk. Bir yandan sohbet ediyor, bir yandan yiyordum. Çantalardan börekler, sandviçler çıkıp masa donatılıyordu yer açıldıkça. Midem doluyor masa boşalıyordu. Sohbet ederken fotoğraf çekilmeyi hatta denize girmeyi de unuttuk. Önümüzde çeşit çeşit yemekler, yiyip yiyip konuştuk. Yememi izliyordu adam,

“Çok güzel yemek yiyorsunuz,” dedi iştahı kabararak önündeki köfteyi attı ağzına.

Ne zaman kurdular mangalı, ne zaman pişirdiler etleri bilmiyorum. Öyle dalmışım sohbete.

Evet! Çok güzel yemek yiyordum çünkü acımı böyle bastırıyordum. Kocişim karşımda olsa onu da yiyecektim iştahla. Yedikçe daha derinlere gidiyordu acım. Terkedilmenin acısı hazmedilir gibi bir şey değildi. Tuvalete gidip acımdan kurtulmanın vakti gelmişti artık. Hoşça kal kocişim. Veda vakti geldi. Zargana adam da takıldı peşime. Yolda sohbet ede ede tuvalete doğru yürüdük. Tuvalete doğru yol almışken mehtabı izleyip neşeyle şarkı söylemeye başladım. Mutlu oldu zargana adam da, o da bana eşlik etti. Birlikte söyledik şarkıyı.

“Deniz ve mehtap sordular seni neredesin?

Nasıl derim terk etti

Bırakıp beni gitti

Anladılar ki aşkımız bitti…”

Yazan İnci Yılmaz Şimşek

Eğitimci Yazar

Ölümüne Aşk, Hükümsüz Kimlikler, Şen Yuva ve Kayıtsız Kimlikler kitaplarının yazarı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Herkes Mi Hiçkimse? Edip Cansever Şiirinde Kimlik Sorunu

Yolda Bir Karanfil Üzerine