in , ,

Finneganın Vahı-James Joyce

Sürekli radyoda, televizyonda, akan ama bizi ilgilendirmeyen ne söylediği pek de umurumuzda olmadığı için nasıl söylediği de umurumuzda olmayan, giderek kendi içindeki boşluğu, kemiksiliği ile bir medya dili oluşturan ve şehrin nabzı gibi akmaya devam eden hep akan ve hep akacak olan, hiç bitmeyen kalabalık caddelerdeki trafik gibi bir dil. Çarpık yapılaşma gibi. Arada birden iki beton arasında kalmış bir ağaç gibi bir yeşillik gibi mantıklı bir şey söylediğinde (bozmadığı bir cümle ya da sözcük yapısı) normal bir yerde söylediğinin bin katı değere sahip oluyor çünkü tüm bu yıkıntının içinden kurtardığı bir şey ya da arı akan bir ırmak. Onu kullanış amacı da absürt, grotesk…

Bu çağa uygun bir dil. Normal bir cümle ve sözcük yapısı arılığının kalmadığı, sözcüklerin cümlelerin taşlar tuğlalar gibi düştüğü üstümüze; günümüze uygun bir dil. Herkesin konuştuğu yazdığı artık anlamdan yorulduğumuz, git gide bu kadar anlam, anlama, anlaşılma talebinin yarattığı anlamsızlık içindeki günümüze uygun. Çağdaş bir dua gibi. Anlamını bilmezsin ama akışın güzelliği ile duymaya devam etmekten de geri duramazsın. Katur kutur eden hiçbir sivrilik köşelilik yok. Güzel bir çeviri. Çok zor bir şeyin üstesinden gelindiği kesin. Sanki sadece bir kurgu kalmış usta bir yazar üstüne ne doldursa anlamlı olacakmış gibi bir yapı kurduğunu sezdiriyor. İçselleştirmiş büklümleri, dönemeçleri. Kendisine okunan bir şeyi tersten ezberlemiş. Bir yangını, bir depremi anlatıyor gibi. Dil bir karakter. Sık sık güldürüyor. Sanki sözcükler tiyatro sahnesine çıkmış gibi. Örneğin “genellikle” yerine kullandığı “bezellikle” benzeri birçok yerde bozduğu haliyle çıksa da karşımıza tanıdığımız halini de görüyoruz sözcüğün… Sahnedeki bir oyuncu gibi sözcükler… Kostüm değiştirip karşımıza çıkan bir oyuncu gibi. Kitabın “şey” olarak “nesne” olarak anlamlı olduğu tek yer tiyatrodur. Örneğin, tiyatro metnindeki şöyle bir parentez içindeki kitap nesnedir; (kadın girer, kitabı eline alır, koltuğa oturur.) Finneganın Vahı işte tam buradaki kitabın içindekilerle değil, bir şey olarak var olduğu bir kitap gibi. İnsanın hem bedensel hem ruhsal bir varlık oluşu gibi. Bedensel varlığın kapladığı anlamsızlık içinde bir ışık fıskiyesi gibi yer yer görülen ruhsal varlığımız. Anlaşılamayanın kapladığı sözcük bağı içinde görülen anlam… Kitapta da böyle bir ikililik var. Bizden Sevim Burak anlatısını anımsatıyor bu ikililik ve dil üzerine bunca çaba…

Anlama kaygısı olmadan bir kitabı okuyorsunuz. Kaçırdığım bir yer oldu mu derdi olmadan. En heyecanlı yerinde bırakayım da devam etmek için yeniden elime alayım demeden…

Süpermarkette avmde gezmek ve haberlere sürekli haberlere maruz kalmak gibi bu yüzden deriniz kalınlaşmış, kendini korumaya almış duyargalarınız içsel bir koltuğa yerleşmiş gibi. Derken raflarda ilginç bir şey görüyorsunuz. Tam da Joyce’un bu bilinçli kurduğu bozuk ya da ters dil günümüz hayatının raflarını sağlıyor. Arada raflara komiklikler ilginçlikler diziyor. Tam olarak bugünün “seçen müşteri” olan okuyucusuna yazılmış bir kitap. Beğenirken, yorum yaparken hep seçiyrouz. Sanki hiçbir çağda insan, bu kadar çok, her an seçmek zorunda olan insan olmadı… binlerce marka, binlerce görüntü, binlerce rakam… Giderek insan sadece kendiyle ilgili bir elek…

Kitap ne söylüyor? Akan zift nehrinin içindesin. Sana onu veriyorum. Bu ziftin içinde ışıldayan elmas, sen ve beniz. Arada başını çıkarıp yaşadığını hisseden sen ve ben. Bir müşteri saydığı okuyucusunu aşağılamıyor böylece. Onu anlayarak bir eşitlik sağlamış oluyor.

Sürekli bağıran sürekli küfreden sürekli kavga eden… Konuşmaları diken gibi olup bizi uzaklaştıranların arada bir sakinleşip söyledikleri sözler bizim için ne kadar değerlidir. Çoğunluğu “sıradan” “normal” sözlerden oluşmuyor. Çoğunluğu sabuklama etkisi. Yapı-bozumu değil bozu- yapımı ile sağladığı da bu kitabın. Örneğin “Şimdi sabır; bir de unutma ki sabırsız ya da sabrı tükenmiş olmak gibi herhangi bir şeyden kaçınmalıyız…” Diye bir cümle ile karşılaştığımızda tüm o karman çorman yapının içinde, ister istemez gülümsüyoruz. Bir anlığına da olsa benlik evine dönmüş, o tanıdığımız hali geri gelmiş gibi bir insan sıcaklığı hissediyoruz… Günümüz insanının kendi öz benliği ikiye bölünmüş şizofrenik yaşantısını yansıtıyor gibi…

Aynı zamanda hala okumaya devam eden okuyucusuna dilediği bir cümleymiş gibi olduğu için de gülüyoruz. Yazarının da burada güldüğünü hissederek.

Sonuna kadar okunsun diye yazılmış bir kitap değil gibi Finneganın Vahı. Yazar bütünün tek bir desende görünebildiği bir kurgu oluşturmuş; tamamı aynı desenden oluştuğu için akışı çizgisel bir zamanla değil de döngüsel bir zaman anlayışı ile sağlıyor. Van Gogh’un resimleri gibi. Anaforla, döngüsel…

İkinci kitaptaki parantez içi açıklamaları, yazarın yazarken ne çok eğlendiğini gösteriyor…

Bugün gençlerin dili kullanış biçimleri, sosyal medya kısaltmaları vs. düşünüldüğünde pek manidar…

Böyle bir kitap için bir yazı yazmaya kalkmak pek çetin bir iş. İsterdim ki sözcükler seçtiği tüm dillere ve göndermeler yaptığı yapıtlara hâkim olabileyim. Ancak tamamen bitirmediğimi de itiraf ederek, (Borges de Alberto Manguel’e Finneganın Ahı’nı tam olarak bitiremediğini ancak yazarının ustalığına hayran olduğunu söylemiş.) niçin böyle bir yazı kaleme aldığımı düşündüm; çünkü yazarın kaygısı başka. Şimdiye kadar yazılmış kitapların beklentisi ile aynı değil. Yukarıda da dediğim gibi bir nesne olarak da var olabilen bir kitap oluşturmuş ve bizimle asıl konuştuğu yerler, perde arkasındaki yazarı da gösterdiği, bir anlam içeren, ruh olan yerler…  Ve bu yüzden çok daha güçlü. Daralmış objektifin ayrıntıyı gösterme gücü ile yoğunluğun basıncı ile kalbimiz zihnimiz sarsılıyor, tersyüz oluyor. İşte tam da yeni bir şey duymaya hazırız. Eski alılmama alışkanlıklarını, kodları silmeyi başardı. Tüm zorluklardan kurtulup gelmiş bir normali sunuyor bize.

Yazan Tersla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Taşralı Bir Ailenin Ağıdı

Pis Okurun Notları (148 – 155)