İçim içime sığmıyordu. Dışlığım gelmiyordu. İfade etmeye çalıştığım her bir kelime terleyip atletini değiştiriyordu… Kelimeleri öyle çırılçıplak gördükten sonra cümle kurasım gelmiyordu… Yazdı ağustostu, genzime dolan hava tozdu… Kedim deli gözlerini balkona kusup gidiyordu… Sokakta onu salam sosisle besleyen bir kadın vardı… Bezginlik kedi kusmuğu gibi kokuyordu. Ağustos güneşinin altında, denizi içine çekmeye çalıştıkça esneyen ama genişlemeyen balkonum, odama doğru huzursuzdu; içeri kaçmak istiyordu…
Tuhaf bir gündü. Gün değildi, uzamış bir geceydi… Çekiştirildikçe eprimiş kimi beyazlıkları ortaya çıkan, üstünde debelendiğim saten kumaştan bir gündü… Terli tedirginliğim geçmiyordu; terliğe yapışan sakız gibiydi… Havlular ıslanıyor, havlular kuruyordu, saat sabahın altısıydı. Altı ay önce kurulmuş bir saat çaldı zihnimde o an ve bayat ekmekleri toplayıp parka güvercin beslemeye gittim. Hayatımda, ilk güvercin besleyişim olacaktı ve heyecanlanmaya çalıştım.
Parkta benden ve telefon tellerine ip gibi dizilmiş sabah uykularındaki güvercinlerden başka kimse yoktu… Uyuyan kuşları seyretmek oldum olası bana huzur vermiştir. Topluca çalışmaya alışmış biri olarak, yazı masamın başına geçtiğimde çamaşır makinesini çalıştırdığımda oluşan etkiye benzer bir etki yapıyordu, huzur bulmak istediğimde uyuyan hayvanları seyretmek… Sabahın, her şeyi temizleyen kokusuyla doluydu ortalık ve saçım; karıncalar dolaşmıyordu saçımın içinde ve sigara kokusu yoktu. Köpekler kendilerine dürülmüş bir vaziyette, her zaman hayran olduğum tatlı umursamazlıkları ile yatıyorlardı, Kediler birleşmiş bakışlarıyla gündüz kapatılmaları unutulmuş sokak fenerleri gibi insanı deli deli süzüyorlardı… İnsan cinsinden bir tek ben vardım. Ve park çok büyüktü ve güvercinler metrelerce… Tellerde… Ve… Çekip gitme isteğim eve kadar uzanıp geliyordu… Ne olacaktı ki… Ağustos odamdaydı hala…
Daha önce hiç başlangıcına denk gelmemiştim ki… Nerden bilebilirdim, o her zaman güvercin beslerken gördüğüm amcaların, teyzelerin, güvercinleri çağırmak için kullandıkları ilk sözcükleri, sesleri… Başını dinlemeden, anladığımı sandığım bir ödevden sözlüye kaldırılmışım gibi geçip gitmesini istediğim bir sıkıntıyı ufalar gibi elimdeki ekmekleri ufalamaya başladım. Saatler, dakikalara, dakikalar saniyelere ufalandı; köstekli bir saatin karnı dağıldı… Zembereğinden boşandı kendini yere attı… Bir müddet zamanın kendi etrafında dönüşünü izledim… Tele baktım. Güvercinlerde tık yoktu. En iyisi ekmekleri bırakıp bir yere gizlenip beklemekti. Ama güvercinler hissiyatlı hayvanlardı… Ya onları avlamak için saklandığım gibi yanlış bir hisse kapılırlarsa diye düşündüm. Ki tellerin üstünden, kuş bakışı dünyada, bir nokta gibi görünüyor olmalıydım ben… Çevirdiğim dolapları görmemeleri mümkün değildi…
Tam vazgeçmiştim, eve dönecektim ki… Ama ekmekleri bırakıp gitmek… Yani ne bileyim… Her şeyi yarım bırakan, kupalar dolusu kahveye rağmen uyanamayan, uyanışı hiçbir zaman, hiç kimseninkiyle denk gelmeyen, örneğin, gecenin bir yarısı bakkala “günaydın” diyen bana, yakışan bir davranıştı elbette… Ama artık bana yakışan davranışların oluşturduğu haz gölünde boğuluyordum… Buhardan bir kolye Ağustos, boynuma sarıldı ılık bir yelle… Sıkıntısını söyledi sonra fısıltıyla… Bazen her şeyi ve herkesi anlamak gücüme gidiyordu. Takvimden bir gündü, anlayıverdim işte; güvercinlerin gözlerindeki tüller hafif hafif aralanmaya başladı sanki… Hayatı benim gibi flu yaşayan birinin temel taşlarından biriydi “sanki” ve sanki biraz daha kalasım vardı: Sonuçta başı sonu olan bir iyilik sürecine katılmak için gelmiştim buraya… Yani güvercinler elbette ki ben gittikten sonra da gelip ekmekleri toplayıp kursaklarında biriktirip, dilerlerse kim bilir, bir kış sonra bile yiyebilirlerdi… Ama hayır, iyiliğimin ortasında durup seyretme hazzını yaşamadan gitmek istemiyordum… “Haziran temmuz, haz, yaz, ağustos, geniş bir tas…” Bir tekerleme uydurmalıydım belki de…
Biri gelse de sorabilseydim, güvercinler nasıl çağrılır diye…
Nihayet bir güvercin indi aşağı… “Nihayet”, yelpaze gibi açıldı bir sözcük olarak ve içine bir güvercin doldu… Serinledim sanki biraz… Güvercin paytak paytak geldi ayakucumda durdu. Yanakları her an bir şey diyecekmiş gibi şişti. Mekânı bir tür sahiplenmişlik duygusu vardı. Daha çok bıçkın martılar arasında gördüğüm bir tür dayılanma ile bakıyor sandım önce. Ama yok, küçük bir ayak kımıltımla uçup konması bir oldu. Isındık birden birbirimize… Tatlı gagasını eğdi. Bir tık, bir tık daha… Ekmeği çevirdi, yere saçtı. Üçüncü tık bir ıslık gibiydi, “güvenilir, gelin” dedi sanki. Teldeki kuşların hepsi aynı anda yere indi En küçük hareketimle korkarak uzaklaşıyorlardı tık tık korosunda, solo sessizlik olmalıydım… Adım atacak boşluk yoktu. İnsan türünden başka kimse yoktu. Ekmekler daha çoktu. Bendeki her kıpırtı denize düşen taşmışım gibi onlarda devam ediyor, bu ölü dalgalar, gördüğü manzara karşısında gittikçe daha çok çocuklaşan kalbimi burkuyordu. Tüyden ve kanattan oluşan bir güvercin denizinin içindeydim. Yaşamak ne çok ikilem doluydu; ekmekleri getirip ufalamam yetmemişti; kendimi onları emziriyormuş gibi hissediyordum; tuhaf bir biçimde beni aralarına esir almışlardı ve onlar doyana kadar adım boşluğu bile yoktu.
İnsan durup dururken hafifler mi… Ben hafifledim. Bir pırrr dedim, bin güvercin havalandı üstümden…