Etüt Salonu’nda sıkıntıyla oturuyor, aslında sanata meylim olmasına rağmen Fen Lisesi’nde ne aradığımı ısrarla kendime soruyordum. Elbette her genç gibi sorumluluğu babama yüklüyordum.
Akşamüstü, Nöbetçi Öğretmen’den izin alıp Uzun Çarşı’ya çıkmak istemiştim ama herkes evine, köyüne dağıldığı için kafa dengi bir arkadaş bulamamıştım yanıma.
Eskilere dalıp hayaller kurarak, isteksiz evinsiz birkaç soru çözmeye çalışırken, ziyaretçimin geldiğini söylediler. “Bu saatte kim olacak?” diye düşünüp ihtimal vermesem de aşağıya indim.
Baktım, bizim köyün nekreleri ve Eğlence Sevenler Derneği’nin fahrî üyeleri, Fehim ağabey ile Olgun Beykuş, hakikaten danışmadaydı.
Yaşça onlardan küçük olmama rağmen çocukluğumdan beri beni koruyup kollarlar ve benimle takılmaktan hoşlanırlardı. Fakat şaşkındım, bu güne kadar okula veya pansiyona ayak basmamışlardı.
Yakışıksız kaçacağını falan düşünmeden, “Beyler, burada ne arıyorsunuz?” diye sordum.
Fehim ağabey, “Hafta sonu köye neden gelmedin?” diyerek kahkahayı bastı, sanki ebeveynim gibi davranıyordu.
“Babamla olan sorunlarımı biliyorsun Fehim ağabey,” dedim.
“Babanızı çok abartıyorsunuz aslanım. Hadi hazırlan bakalım, seni kaçırmaya geldik.”
Bunu söyleyen Olgun Beykuş’tu. Pansiyon içinde sigara içemediği için krize girmiş, sürekli ceplerini karıştırıyor, istemsizce çenesini sağa sola oynatıyordu.
Öğrencinin hâlinden anlayan bir Nöbetçi Öğretmen vardı. Odasında tetris oynayan Nöbetçi Öğretmen’in yanına gittiğimde, Fehim ağabey ile Olgun Beykuş’un, arkamdan geldiğini bilmiyordum.
Henüz ben ağzımı açmadan, çok saygılı bir tavırla, “Kıymetli öğretmenim, bu delikanlı hafta sonu köye gelmeyince çok meraklandık, bu nedenle onu almaya geldik, bu gece biraz dolaşmak istiyoruz, eğer geri gelmezsek tasalanmayın!” dediler.
Nöbetçi Öğretmen, tetrisi eski koltuğun üzerine bıraktı ve bir izin kâğıdı imzalayıp verdi.
“En geç pazartesi sabahı okulda ol. Biz de genç olduk, bu durumları iyi biliriz.”
Ben aşırı uslu bir çocuk gibi, “Anlaşıldı öğretmenim, yüzünüzü kara çıkarmam,” dedim.
Alelacele giyindim, pansiyonun önüne çıktığımızda mavi bir Murat taksinin bizi beklediğini gördüm. Hemen bir Tekel 2000 sigarası yakan Olgun Beykuş, bu arabayı yeni aldığını söyledi.
“Hayırlı olsun!” deyip taksinin arkasına kuruldum, camı da hafifçe açtım. Nazilli sokaklarında geziyor, cayır cayır yanan bir günün ardından az da olsa kendini göstermiş meltemi içime çekiyordum.
Bu, hesapta olmayan gelişmeden mutlu olmuştum ama içimde bir yerlerde, bir hoşnutsuzluk da dolaşıyordu. An itibariyle pansiyonda olsaydım elimi ayağımı yıkayıp, dişlerimi fırçaladıktan sonra şehrin gürültüsünü dinleye dinleye uykuya dalardım diye içimden geçirdim.
Yeşil Mahalle’yi geride bıraktıktan, karanlık sokak aralarında bir süre dolandıktan sonra “Taşduvar” adlı gazinonun önünde durduk. Etraftaki selvilerde daha kuvvetli bir rüzgâr dolaşıyor, haziranın kendine has kokuları burnuma kadar geliyordu.
Fehim ağabeye, benim böyle yerlere girmemin uygun olmayacağını ve babam duyarsa mesele çıkacağını söylediğimde, ne ara elimden kaptığını bilmediğim, Nöbetçi Öğretmen’den aldığımız izin kâğıdını bir yaprak gibi salladı.
“Gel bakalım, seni milli yapacağız bu gece. İtiraz edeni gâvurlar öpsün.”
Bunu diyen yine Olgun Beykuş’tu ve yeni yaptırdığı takma dişlerinin yerine tam oturmamasına, ağzının bazı noktalarını acıtmasına söyleniyordu.
Gazino’ya girdik, yanımdakiler, gedikli müşterileri oldukları için garsonlar telaş gösterdiler. Açık alan fobimiz varmış gibi camekânlı tarafa geçip bir köşeye kurulduk. Yan masada oturan iki kişilik komşularımıza ayrı ayrı, “Afiyet olsun!” dedik. Adamlar da sessizce reverans yaptılar bize.
Aç olmadığımı, akşam yemeğinde alabalık yediğimi bildirdim. Bizimkiler azar azar kuyu kebabı ısmarladılar, bana da kavun ve peynir başta olmak üzere meze getirttiler. Yavaştan rakılarımızı yudumlamaya, küçük dertlerimizden bahsetmeye ve ufak tefek şeylere tebessüm etmeye başladık.
Canlı müzik, revü kızları vardı, biraz sonra assolist çıkacaktı, ardından sıra dansöze gelecekti.
Bu sene köy voleybol takımının finalde kaybettiğini, iki setten sonra maç verdiklerini anlattılar. Burnu havada Zülfü’den voleybol takımına çalıştırıcı yapılırsa böyle olur kanısına vardılar.
Garsonlar, eklemelerle masamızı süslüyorlardı, az evvel Etüt Salonu’nda, bunu hayal etmemiştim.
Rakıyı yuvarladıkça, ileride ressam olmayı planlayan, şimdiden olağanüstü resimler yapan sevdiğimi düşünüyordum. Onunla uzatmalı bir ilişkimiz vardı; üstüne fazla düşünce rahatsız olan, arayıp sormayınca büyük çıngar çıkaran sevdiğimin şerefine de içtim.
Vakit gece yarısına doğru evirilince sahneye assolist çıktı, zamanı geçmiş türküleri, pek bilinmeyen şarkıları söylüyordu. “Deniz Üstü Köpürür” ile icrasına başladı, ben de şarkıya eşlik ettim.
Kadın, masaları dolaşıyor, kimi zaman ikram edilen içkileri yudumluyor, çatal ucunda tutulan meyvelerden tek tük atıştırıyordu. Yakaları açık, ağızları sigaralı erkekler neşeyle el çırpıyorlardı.
Sıra komşumuza gelince Fehim ağabey gereksiz bir hamle yaparak şarkıcıyı bizim masaya davet etti. Kadın, Fehim’i eskiden tanıdığı için kırmadı. Fakat yan masamızda bulunan iki kişi, şarkı bittikten sonra Fehim’e dönerek, usul erkân bilmediğinden, yaptığının nezaketsiz olduğundan bahsetti.
Fehim, adamları ciddiye almıyordu, hınzırca sırıtarak önüne bakıyordu, komşularımız sitemlerini kesmeyince, “Kalkın, s.ktirin gidin lan şuradan,” dedi birden. Olgun Beykuş da ona destek verdi, bir itiş kakış başladı; masa ve sandalyeler korkuyla oynadı, sular döküldü, rakı bardakları titredi.
Gazino patronları ortaya çıktı ve biz daha ağır misafir olduğumuz için gariban tipli iki kişiyi mekândan kovdular. Adamlar, “Sizin yüzünüzden oldu. Yaptığınız ayıp!” diyerek Taşduvar’ı terk etti.
Biz kadeh tokuşturmaya devam ettik, iyice keyiflenmiştik. Düğünlerde tek tük Ferdi Tayfur şarkıları seslendirdiğim için Fehim ağabeyin önayak olmasıyla, bana da mikrofon tutuldu ve Ferdi Tayfur’un en zor eserlerinden birini söylemeye cüret ederek bizimkilerin yüzünü kara çıkardım.
Assolist sırasını savınca, etli butlu, kendinden fazlasıyla emin bir dansöz meydana çıktı, masa arkadaşlarım dansöze yüklü miktarda para bastılar ve işletmenin sahiplerinin gözüne temelli girdiler.
Fehim ağabey, “Gece yeni başlıyor,” diyerek masamıza revü kızlarını da davet etti. Ben o ara izin isteyip lavaboya kalktım, hafiften sendeliyordum, elimi yüzümü yıkadım. Kulağıma tepkiler, sövgüler geliyordu, ben bunları, yan tarafta bulunan Halı Saha’nın olağan şamataları diye düşündüm.
Lavabonun bar kapısından dışarıya adımımı attığımda pazısı kuvvetli birisi beni kafakola aldı, başımı iyice eğerek hareket etmeme izin vermiyordu. “Ne oluyor?” demeye kalmamıştı, bir de baktım Fehim ağabey ile Olgun Beykuş’un üstüne çökmüşler, yumruklar tekmeler inip kalkıyordu.
Böyle şeylere alışık revü kızları, duvar dibinden sıvıştı. Fehim ağabey, o ara saldırganların ellerinden kurtuldu ve can havliyle mutfağa koştu, oradan büyük bir bıçak eline geçirerek geri döndü.
“Gelin lan, erkekseniz teker teker gelin!” diye sağa sola esti gürledi. Yalnız, garibim korku salamadığı gibi birkaç defa savurduktan sonra, sarhoşlukla bıçağı elinden düşürdü.
İyice bilenen adamlar, daha hırsla giriştiler bize. Bereket versin benim yaşımın küçük olduğunu, hatta öğrenciliğimi tahmin ettikleri için, ilk başta yediğim birkaç yumrukla yetinmiştim. Gazino patronları ve garsonlar araya girinceye kadar bizimkiler yara, bere içinde kalmışlardı.
Zaman hızlanmıştı. Deli gibi merak içindeydim. Şahıslar, Fehim ağabey ile Olgun Beykuş’un hasımları mıydı? Bir alacak verecek meselesi miydi? Bu maraza nereden çıkmıştı şimdi? Benim yanımda kimlik var mıydı? Hay aksiydi, karakola düşersem babam köyden adeta uçarak gelirdi.
Sahi ya, gürültü patırtı anında nasıl da fark edememiştim. Bunlar, yan masamızdan kalkıp giden adamlardı, gurur konusu yapmışlar, yanlarına arkadaşlarını da alıp geri dönmüşlerdi.
“Masamıza teşrif eden assolist hanımefendiyi alamazsınız, bu racona ters, adap bilmiyorsanız bir daha böyle yerlere gelmeyin, biz adamı madam yaparız madam,” diye haykırıyorlardı.
Garsonlar çok mücadele edip ortalığı sakinleştirdiler. İşletmenin sahipleri, jandarmanın geleceğinden korkarak mekânı hemen kapatmak istedi. “Bu gecelik bu kadar yeter,” diyerek, onca arbedeye rağmen, oralı olmadan bahçede, dutların altında veya localarda oturanları da evlerine yolladı.
Biz hesabı ödedikten sonra mavi Murat taksiye atladık, uykuya dalmış bir şehrin içinden geçiyor, patlak bir egzozla, hiç konuşmadan yol alıyorduk, sadece nefes alıp verişlerimiz duyuluyordu.
Bir müddet sonra Fehim ağabey hık mık ederek lafa girdi ve “Olgun, adamlar bizi amma dövdü ha!” diyerek kıkırdamaya başladı, Olgun Beykuş ona eşlik etti, ardından ben de onlara katıldım.
Normalde vücudu içkiye alışkın Olgun Beykuş çakırkeyif olmuştu, gülme kriziyle birlikte direksiyonu zapt edemeyeceğini düşünerek İsabeyli’ye varmadan, yol kenarında arabayı durdurdu.
“Başıma küçük tüp ile vurdular. Benim kafaya bir şey olmadı, amma tüp bayağı yamuldu.”
Yarım saat boyunca, adamların bizi yerde sürüklemelerini, bıçağını Fehim’e kaptıran aşçının paniklemesini, Olgun Beykuş’un birkaç kişiyi peşine takıp bahçeyi turlamasını anıp resmen katıldık.
Aklına bir şey gelmiş gibi kahkahayı kesen Olgun Beykuş çenesini oynatıyor, eliyle ağzını yokluyordu. Hepimiz felaket hissiyle sus pus olduk. Olgun Beykuş, “Oğlum benim dişler yok!” dedi, ilkin çakozlayamadık, aynı sözü tekrar ettikçe durumu anladık. Gülerken, yine öksürük içinde kaldık.
Olgun Beykuş’un takma dişleri dövüş anında ağzından düşmüştü. Mecbur, Gazino’ya tekrar gittik ve jandarma korkusuyla alelacele kapatılmış mekânın önünde, araba farının aydınlatmasında bir zaman diş aradık. Allah’tan şansımız yaver gitti, toz tomur olmuş dişleri bir kenarda bulduk.
Olgun Beykuş ile Fehim ağabey, kendi aralarında ciddi, bürokratik şeyler konuştular. Beni köye götürmekten vazgeçmişler, pansiyona bırakmanın daha uygun olacağını kararlaştırmışlardı.
Nöbetçi Öğretmen’i zorla uyandırıp beni ona teslim ettiler. Nöbetçi Öğretmen benim neden dışarıda olduğumu, bu saate kadar niye dönmediğimi ve imzaladığı izin kâğıdını bile anımsamamıştı. Ben ürkekçe odama çıktım, duş aldıktan sonra yattım, her yanım zonkluyor, kulaklarım çınlıyordu.
Pazartesi sabah, ressamlığa meyyal sevdiğime başıma gelenleri anlattım. Ben heyecana kapılıp şenlenmesini beklerken, sevdiğim beni ilkel, her zaman bir kalıp içinde yaşamaya mahkûm bulmuştu.
Hafta sonu geldi çattı. Köye vardığımda, Olgun Beykuş ile Fehim ağabeyin güneş gözlüklerini hâlâ bir gizleme aracı olarak kullandıklarını, gözlerinin etrafında hâlâ kara çürükler olduğunu gördüm.
Tüm yaşananlardan habersizmiş gibi, “Olgun Beykuş, Fehim ağabey gelmiş geçmiş olsun! Kamyon çarpmışa dönmüşsünüz. Hayrola, size böyle ne oldu?” diye gırgırına sordum.
İkisi de “Taşduvar” adlı gazinoda kavgaya karıştıklarını, o gece kabahatli olduklarını, alkolün tesiriyle yan masadan assolist çektiklerini ve şahısların, az bile yaptıklarını bana anlatmaya başladılar.
Onlar hararetle konuştukça, arada gülme kriziyle kendilerinden geçtikçe şaşkınlığım artıyordu.
Çünkü o gece olanları ayrıntısıyla sayıp dökmeme rağmen en ufak bir şey hatırlamıyorlar, pansiyona gelip beni alma, Taşduvar’a götürme gibi bir olayın zinhar yaşanmadığını, zaten lise talebesi ile öyle eğlence yerlerine gitmenin yakışıksız, dahası yasak olduğunu iddia ediyorlardı.
“Bir haftadır, köyde bu mesele konuşuluyor aslanım. Sen olayın detaylarını başkalarından öğrenmişsin, gelmiş burada bizi işletiyorsun. Biz daha ölmedik oğlum. Liseli, sen de az değilsin ha!”