in

Güven

“Açık İletişim, “Dijital Şiddet” “Dijital Yaşarlık”

Sanki güvenin rengi beyaz gibi. Çünkü güven yaşar değil. Orda öyle duran kaya gibi. “Güvendiğim dağlara kar yağdı” sözünde güven dağın heybeti, sarsılmazlığı, gücü ile özdeşleştirilmiştir. “Kar” ve “dağ” arasındaki tezatlık sözün ifade ettiği hayal kırıklığını simgeliyor; kar gelip geçici olan, dağ yerinde duran… Güven, güvercin. Doluluk. Bilme. Yerinde duran. Emin olunan.

Güven anne gibi. Hep ışıtan. Eteklerini hediyelerle doldurduğumuz… Biriktirdiğimiz, dayanak… Dirençli dayanaklı, yıkılmaz. Güven süssüzdür. Yalın. Gerçek gibi samimidir. Zambak gibi manolya gibi olduğu haliyle ortadadır. Güven köpektir. Güven gevelemez, güven gücenmez, güvenin battaniyesi bitlenmez… Güven çelik gibidir. Güven eminliktir, dönüp arkaya bakmaz, şüphenin tüllerine takılmaz. Şüphenin buharına, kaynar kazanına düşmez. Vesveseden kaygıdan uzaktır. Güven çocuktur. Güven topraktır. Güven en çok neye benzer. Beyaz bir güvercin. Sabahtır güven. Biz ölsek de hep insanların başucunda olan.

İçinde kaybolduğumuz sevgidir güven… Dijital bir ormana terkedilerek kaybolduğumuz değil… Bilimdir, fendir; gözle görünendir. Anıtkabirde şöyle yazar: “Biz ilhamımızı göklerden ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” Mustafa Kemal Atatürk. Güven somuttur. Bilimsel sonuçtur. Gözle görünendir.

Son zamanlarda birçok kavram girdi hayatımıza. “Açık iletişim” bunlardan biri. Birbirine karşı gerçek yaşamda ve sanal yaşamda açık olmak anlamına geliyor. Böyle bir kavram doğduysa bir eksiklik yüzünden. Demek ki kapalı iletişim var. Dil zaten insanların birbirlerinden uzaklaşmaları, içsel bütünlüğümüzün bozulması ile ortaya çıkmış. Kimse “seni seviyorum”, ya da “yaşamak ne güzel, tüm bu verdiklerin için teşekkürler evren” diye bağırmazdı ilk çağlarda. Ateş yanıyor mu? Yemek pişti mi çocuklar güvende mi? Kaygılar azdı. Hayat yalındı. Dil ipine dizilen söz çamaşırları azdı eski insanların. Yetiniyorlardı; bir bakış, bir gülümseyiş, bir kaş kaldırış, bir dudak büküş dildi… Herkes bir aradaydı;  ruhlarıyla hisleriyle konuşuyorlardı… Ateşin başında iş bitimi dinlenirken mutluydular ve bu doğaldı. Bir dereye bakarken çağıl çağıl akan su ile mest oluyorlardı ve hemen instagrama fotosunu atmıyorlardı çünkü bu doğaldı. Hayat henüz iki gerçeklik olarak bölünmemişti. Doğayla bütün bir yaşamları vardı.  Hayvanlarla ilişkilerinde de yine öyle bir güven koridoru vardı.

Mucitler, şairler, meczuplar istisna tabi ki… Bir buluş yaptığını fark ederek elinde hamam tası, “Buldum buldum” diye bağırarak, hamamdan dışarı fırlayan Arşimet’inkinde olduğu gibi… Eylemle iç içe geçmiş bir dil buradaki;  suyun kaldırma kuvvetini bulduğu anda denizin üstünde gemilerin yüzdüğünü görüyordu. Bu yüzden buna pek dil de denmez,  burada dil bir sonuçtu; eylem kafasında bitmişti. Tıpkı Tesla’nın buluşlarında olduğu gibi…*

Ne zaman ki fiziksel anlamda uzaklaşıldı o zaman özlem girdi işin içine. Özlemle birlikte yalnızlık ve şüphe… Büyükşehirlerde bu uzaklık, “beton, duvar, suni gıda, ağır çalışma koşulları, yoksulluk, hastalıklar, işsizlik, varlığını anlamlandırma çabası…” derken bir yaşam entrikası olarak “yabancılaşma” şeklinde ortaya çıktı.

Günümüzde dünya hızla koca bir tiyatro sahnesine dönüştü. Bu sosyal medya da herkesin gerçeklik perdesinin arasından başını uzattığı bir sahne. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. İkili bir dünyada yaşadığımızın farkındayız. İki-leşen bir dünyada yaşamaya mecbur olduğumuzun farkındayız. Bu yüzden insanlar arasındaki güven zedelendi. Kendi kendine güven duymayan, başkasına güven duyar mı? Kaygıların kayığında yalpalıyoruz güven çuvallarımızı güve yemiş şekerimiz kahvemiz denize akıyor. Dünyanın dört bir yanından mültecimiz denize akıyor… Savaşlar, patlayan bombalar hep güvensizlik yüzünden… “O saldırmadan ben saldırayım…” Çoğu zaman kendi karanlığına, kendi gölgesine karşı savaşıyor insanlar…

Bizler plastik tüketen bir çağın çocukları olarak, hiçbir şeyin kaybolmadığı bir çağda yaşıyoruz. İlişkiler de kaybolmuyor. Eskiden ilkokul arkadaşın ilkokulda kalırdı. Şimdi hep bir aradayız. Akıl almaz bir şekilde de aynı zamanda hiçbir arada değiliz. Tüm bu ikili dünya sorunu, ikili ilişkilere de yansıyor. Gerçek hayattaki kabulünü her iki tarafın eşit bir şekilde henüz yaşamadığı, daha ne olduklarını kendileri bile görmedikleri sevgileri, herkeslerin içine çıkmak yüzünden dijital şiddete dönüşüyor “Seni öyle herkesin arasında birbirimizin biriciği iken herkesmişsin görmeye dayanamadığım için siliyorum engelliyorum durmadan… Herkesle aynı olan bağın nasıl benimkiyle nasıl aynı olabilir ki?”

“Kaç gündür görünmüyorsun?” diye sorduğunda biri, bu artık sosyal medyada görünmediğimiz anlamına geliyor.  Digital yaşarlık bu. Orada yoksa merak ediliyor. Online değilse bağlantıyı kopardı seninle sanılıyor… Ne zaman bu kadar maddeleşti duygular?

Atmalı tüm bu kara kutuları… Zihnimizi şöyle bir sallayıp kendimize gelmeli… Bağımlı olduğumuz ne varsa… Hatta evden çıkarken anahtar bile almamalı boş boş yürümeli. Yük her şey. Bir ağın içinde debeleniyoruz. Gerçek dünya kimlere kalıyor? Kara salgısını yayıyoruz sonra da o dijital alanların…

Bi yere misafirliğe gittiğinde yemekte kıl çıksa söylemezsin. Peçetede gizlersin ev sahibi utanmasın diye… Son zamanlarda hepimiz bangır bangır bağırıyoruz “yemekten kıl çıktı” diye… Ve bulantımız geçmek bilmiyor… Birbirimizi aşından ekmeğinden tiksindiriyoruz, içini kaldırıyoruz; bi öğürtü bi öğürtü…  Nezaket artık bir çiçek adı gibi…

Ne zaman umutsuzluğa düşsek daha önce yaptıklarımıza bakmalıyız. Çünkü çağımızın temel sorunu devamsızlık. Yani devamlılığımızı hissedecek denli bir yaşayış bütünlüğünü yitirmiş olmak. Bu yüzden denizde (dijital dünyaya deniz diyelim) ayaklarımız kopunca karaya bakmalıyız. Sürekli deniz kafası ile gerçekçi bir dünyada yaşayamayız. Hansel ve Gratel’in eve dönebilmek için ufaladıkları ekmek kırıntıları yerlerinde duruyormuş gibi kendimizi kaybettiğimizde mutlaka biz eve döndürecek umutları hatırlamalıyız.  Bugünlerde sık sık yapmalı bunu; devam eden bir şeyleri görmeye ihtiyacımız var. Yok olmadan duran, yaşadığımıza kanıtlar bulmaya… Anlık durumları birer silgi gibi kullanıp şimdiki zamanlarımızı yok etmediğimiz zamanlarda var çünkü ne varsa…

İyi ki doğa insana ne yapılırsa yapılsın yok olmayacak bir güven veriyor. İnsan vücudu ne olursa olsun altı ayda kendini yeniliyor. Ruh da öyle.

Güven hepimize doğuştan vergi; sevgi, sevmekten kalan bir izdir. Yeter ki bunu her sabah uyandığımızda kalbimiz de tıpkı doğan güneşmiş gibi hissetmek; kendimizi ve çevremizi bu sevgi ile ışıtmak…

* J.Echonez, Şimşekler, Helikopter Yay.

Yazan Tersla

Bir Yorum

Cevap Yazın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Eros’un Oklarından Kaçamayanlar ve Ruhun Sarsıcı Serüveni: Aşık Olmak

Boş Çerçeve