Beril ve Azad evlerini yanlarında taşıyor. Böylece yolculuk kavramı onlar için bir metafor olmaktan çıkıp gündelik gerçeğin ta kendisi oluyor. Sadece aidiyet duygusundan değil, faturalardan, durağan iklimlerden ve mutsuz komşularıyla selamlaşmaktan da kurtulmuş oluyorlar. Karavan hayatı dört başı mamur bir ütopya olmasa da, onlar kendilerini gayet mutlu hissediyor. Azad Demir bir karavanda yaşamaya nasıl karar verdiklerini akıl fikir müessesesi için anlattı.
“Aslında bilirsiniz, çoğunuzun farkına vardığı ve fakat dile getirmekten imtina ettiği meselelerdendir birazdan bahsi geçecek olan konular. Bir şekilde milyarlarca yıl evvel güneş sistemimizdeki patlamalar sonucu oluştu dünyamız. Ve asırlar asırlar süren süreçlerden sonra dünyamız varoldu. İlk tek hücreli canlı, okyanuslardaki hareketlilik, karaya çıkış, sürüngenler, memeliler derken akıllı insansılara kadar evrildik. Ve sonra da Homo Sapiens denen bizim türümüz varolageldi. Derken ateşin icadı, neolitik dönem, yazının icadı derken bir kültür oluşturduk ve hala da o kültürün etkilerini yaşıyor ve yine birşeyler aktarıyoruz bir sonraki nesillere.
Şu an da içinde yaşadığımız dünya elbette asırlar önceki dünyadan çok farklı. Bizim türümüz dışında böylesi mükemmel bir kültür yaratan başka bir tür yok. Teknoloji, iletişim, evler, yeme içme alışkanlıklarımız, fiziki ve metafizik binlerce düşünüş ve inanış biçimimiz ile bambaşka bir alemin yaratıcısı oldu insan. Elbette bu yaratımlar salt başına iyi şeyler getirmedi insanın yaşayış serüvenine. Aslında zaten üstünde durmak istediğimiz konu da bu biraz da. Hepimizin zaman zaman farkına vardığı ve fakat alternatif üretemediğinden mütevelli belki de ertelediği sorunlar bütününden bahsedeceğiz. Ve kendimizce yarattığımız başka bir dünya modelinden. Öyle idealist bir beklentiye de sokmak istemiyoruz okuyucuları. Sadece, bir deneme babında değerlendirilebilir bu anlatı.
Günümüz dünyasında ortalama bir birey doğduktan sonra takriben 5-6 yaşlarında eğitim hayatına atılır. Hangi ülke ve coğrafyada ise o toplumun değerleriyle mutabık sayılan tarih, bilim, din v.b dersler ile henüz 5-6 yaşlarında iken zihin kuşatılmaya, topluma ( devlete ) “yararlı” bir birey haline getirilmeye çalışılır. Özellikle daha 1. sınıfta iken ” Büyüyünce ne olacaksın ” gibi sorular dahi bireyin geleceğe dair hayatını şekillendirmeye yönelik olup çoğu zaman verilen cevaplar ” Öğretmen , doktor , avukat ” v.s etrafında toplanır. Eğitim dediğimiz şey, içinde etnik unsurların üstünlüğü, azınlıkları ötekileştirme, tekdüze bir insan topluluğu ve daha nice olumsuz şeyleri gencecik beyinlere bir zehir gibi zerketmekten başka son demlerde pek de başka bir anlam ifade etmiyor bizim nazarımızda. Çünkü insanın tarih sürecinde savaşlar ve gerek bireysel ve gerekse toplumsal mutsuzluk olarak bu denli bayağı bir çağ yaşadığı onbinlerce yılı aşan homo sapiens tarihinde görülmemişti.
Kültürün, özelliklle dünyaya hakim olan kapitalist sistemin en yıkıcı tarafı da, çoğunluğu sistemin çarkları içinde ezilen halkı yani bizleri, bu köhne dünyada yalnızlaştırma, tamamen seküler bir döngüye mahkum etme ve insana dair erdem barındıran meselelerden uzaklaştırma üzerine kurulu olduğu bir gerçektir. Zira kaldırımda yürürken, yahut bir cafede çay içerken gözlerimizin önünde yürüyen hemen her insanın kapitalizme yönelik sorunları ve sıkıntıları mevcut olup, bireysel ilişkilerdeki pek çok sıkıntısı temelde bu problemden ileri gelmektedir.
Evin kira, doğalgaz ve diğer faturalar, kariyer endişesi , komşunun aldığı araba, yeni bir ev alma çabası, giysi kıyafetlerin marka olması ve daha bir çok açıdan toplum birbiriyle kıyasıya bir yarış içinde ve karşı konulmaz bir şekilde düzenin sağlayıcıları tarafından bu sistem en temelden körüklenmektedir.
Eski Mısırda kölelere cebir formülleri ezberleten sistem, bugün de, insanı kendi geçimini sürdürmeye yönelik endişeler ile iç içe bırakarak var olan düzenin devamını sağlamaya çalışmaktadır. Tam da bu noktada; bizim kendi küçük dünyamızda buna karşı nasıl gelebiliriz sorusuna yönelik arayışlarımızın bizi ittiği hayat hakkında konuşmak istiyoruz.
Şöyle ki; gözümüzü açtığımız zaman 28 yaşında 2 bireydik. Bu yaşa gelene kadar ilkokuldan başlayarak yüzlerce sınava girmiş, orta okul, lise, üniversite hayatlarımızda türlü zorluklardan geçmiş, sigortalı iş, güzel bir ev ve yukarıda bahsi geçen binlerce kaygı ile donatılmıştık. İhtiyaçlar hiyerarşisinde sanat, edebiyat, bilim ve felsefe gibi şeylere ulaşabilmemiz teorik olarak bize dayatılan hayatta imkansıza eş değerdi. Çünkü sadece barınmak için bile ülkemizde verilen asgari ücretin yarısından fazlası kiraya gidiyordu. Elbette koskoca bir toplum bu şekilde varolmuş olduğundan, farkındasızca bir girdabın içine çekildiğimizi görmemiz pek tabii kolay olmamıştı.
Sonraları sonraları henüz gençlik çağlarında okuduğumuz canım kitapların da etkisiyle dünyaya, hayata ve insana dair yeni fikirlerimiz alevlendiğinde farkına vardık ki bir yanlışlık vardı. Bir yerde, söz söyleyicilerin bizi yanılttığı, kısacık hayatlarımızı zindana çeviren yasalar. Elbette bunun farkına varmak pek çoğumuzun temel görevi olmakla birlikte asıl olan buna karşı bir eylemlilik haline geçebilmektir. İşte bu noktada ödenecek bedeller öylesine ağır ve güç gelir ki; hele ki alışageldiğimiz yaşam şartlarından kopmak demek, çoğumuzun göze alamayacağı bir şey gibi görülür. Eğer siz bu satırları okuyorsanız, bu bedelleri ödemekten çekinmeyen insanların hayatına dair bir kaç ayrıntıya vakıf oluyorsunuz demektir. Çünkü bu satırları, 8 aydır içinde yaşadığımız bir karavanın içinden yazıyorum. Ve birazdan belki içinizden bazıları çeşit çeşit öğle yemekleri yerken biz bulgur pilavı, soğan, ekmek ve su ile öğünümüzü tamamlayacağız. Bunu yapıyor olmamızın temel nedeni, okumanın, dünyayı ve insanları gözlemlemenin, eşler olarak birbirimizle konuşmanın ve daha pek çok mükemmel şeylerin bizim hayatımızda kariyerden ve paradan daha önemli olmasından ötürüdür.
”Başka bir dünya mümkün!” diyerek koyulduk bu yola. Ödediğimiz kiralardan, sigortalı iş arayışından, hele bir emekli olalım sonra gezeriz düşüncesinden, günde 10 saat çalışıp eve gelirken yaşadığımız geçim sıkıntısından ve pek çok başka sorundan bunaldığımız zamanlar çok da uzakta kalmış değil. Son 3-5 yıldır aklımızda olan ve bir şekilde alt yapısını oluşturmaya çalıştığımız süreçlerden geçtik. Elbette toplumdan ve kapitalden tamamen soyutlanacak bir alternatif yaratamadık kendimize ama bunu kendi gerçekliğimizde en aza indirgeyecek formüllerin arkasından koştuk.
2017-2018 yılları boyunca eşimle birlikte bir karavan parası biriktirme telaşı içinde Kadıköy sokaklarında çeşitli barlarda uzun uzadıya çalıştık. Hergün akşam 4 gibi işe gidiyor, yoğun stres altında gece saat 2-3 e kadar çalışıyor ve eve gelince elektirik, su, kira paralarını çıkarıp hayalimize bir adım daha yaklaşmış oluyorduk. Elbette kısıtlı bir bütçemiz olduğundan alacağımız karavan da kapitalizmin zenginlere göre tasarladığı karavanlardan farklıydı. Toplamda 3 metre kare var ya da yok, üstelik motokaravan. Yani tuvaletimiz ve evyemiz de yok. Yine de hergün patronları zengin etmediğimizden ötürü bu problemler bile çok tatlı geliyor diyebiliriz.
Uzun uğraşlar sonucunda ve günde birkaç lira para harcayarak geçirdiğimiz birkaç yılın ardından Wolkasvagen marka T3 olarak bilinen 70’li yılların hippi arabalarından bir tane alabildik. Daha sonraki süreçlerde içerisini düzenledik ve güneş enerji paneliyle elektirik faturasından, karavan ile kiradan kurtulduk ve kendi ürettiğimiz bileklik, halhal, kolye benzeri takıları satarak da kendi iaşemizi kazanabilecek bir duruma geldik. Pek tabi günün 4-5 saati çalışarak yapıyoruz bu işleri. Geriye kalan bütün saatler kendi hobilerimiz ve kişisel eğitimimiz için harcadığımız zamanlar. İşin en güzel kısmı , dinlendiğimizi hissediyoruz. Hiçbir kaygı duymadan yaşayabildiğimiz, günün ve anın gerçekten keyfine vardığımızı, doğayı, insanı, evreni ve eşyayı çok daha iyi görüp gözlemleyebildiğimizi fark ediyoruz. Sabahları otobüs ve metrolarda sevmedikleri işe sırf bir miktar para kazanıp yaşayışlarını devam ettirmek, aileleri ve sevdikleriyle çok çok az vakit geçirerek yaşayan insanlardan kurtulmuş olmak ve o fotoğraflarda yer almamak da kendi adımıza bizi mutlu ediyor. Hep derim, tek kullanımlık bir hayat diye! Yaşama sırası milyarlarca insandan sonra bize geldi ve hep şu soruyu sorardım kendime, ”Bu mudur?” Yani yapabileceğinin en iyisi , kendi yaratın olabilecek hayat bu mudur? Dahasını yapmaya gücün yok mu? Kavga verecek, isyan edecek dinamiklere sahip değil misin? Bıkmadın mı içinde bulunduğun durumdan, yoksa mutlu musun? Gerçekten mutlu musun ay sonunu getirirken geçirdiğin o negatif saatlerden. Gerçekten mutlu musun, kaybolmaktan ve şu hayatı daha güzel yaşayamamaktan.. Bilmiyorum, biz mutlu değildik. Biz bu dünyayı görmek, hissetmek, farklı kültürleri, farklı insanları ve dilleri, evreni ve komple eşyayı daha derininden, yarıklarının en dibinden hissetmek ve görmek ve yaşamak istiyorduk. Ve sanırım artık bu konuda bir şeyler yapmış hissediyoruz kendimizi.
Şimdi artık bir karavanda durdurak bilmeyen bir yolculuğun tam ortasındayız. Şu sıra Bodrum’da sattığımız takılar ile yurtdışı yolculuğumuz için para biriktiriyoruz. Az evvel bir film izleyip üzerine tartıştık. Üstelik son 8 aydır bunu yapıyoruz. Ve çok çeşitli olmasa da yediğimiz şeyler bize huzur veriyor. Serpme kahvaltı değil de zeytin ekmeğin tadına gerçekten varmak… 3 metre kare ve fakat hareket edebilen evimiz, 3+1 evlerden daha fazla huzur veriyor bize. Çünkü konuşuyoruz, çünkü yazıyor, okuyor ve gözlemliyoruz. Bu hayatın kendi dünyamızda hakkını vermeye çalışıyoruz. İnsanlara tavsiyede bulunmaktan hoşlanmam ama herkesin kendisine sorması gereken soru aşikar. Kendi hayatlarınızı karşınıza alın ve sadece şu soruyu sorun ”BU MUDUR?” Yapabileceğimin en iyisi, yaratabileceğimizin en coşkulusu, en cesuru ”BU MUDUR ?!”
Beril ve Azadı şu instagram hesaplarından takip edebilirsiniz:
https://www.instagram.com/berilazad/
https://www.instagram.com/azadberil/